İŞTE SEN VE BEN - BİLİM
  Ana Sayfa
  Ziyaretşi defteri
  MÜZİKLER
  FEN VE TEKNOLOJİ HABERİ
  EĞLENCE
  FIKRALAR
  MANİLER
  İCATLAR
  TEST
  BİLGİLENDİRME
  ŞİİR
  KOMİK
  İZCİLİK
  FEN VE TEKNOLOJİ TESTİ
  BİLİM
  OYUN İNDİR
  OYUNLAR

DUYU ORGANLARI

Duyu organları ve temel fonksiyonları:

Sinir sistemine bilgi girişleri dokunma,ses,ışık,ağrı,soğuk,sıcak, vb. duyusal almaçlarla gerçekleşir. Her almaç özel olarak hazırlandığı uyaran çeşidine özel bir duyarlılık gösterir. Diğerlerine ise hemen hemen hiç yanıt vermez.Örneğin; retinada bulunan koni çubuk hücreleri sadece ışığa duyarlıdır. Ses,sıcak-soğuk, basınç gibi faktörler bu reseptörleri uyarmaz. Aynı şekilde hipotalamusta osmoreseptörler vücut sıvılarındaki osmotik basınç değişmelerine yanıt verir. Sese, ışığa asla yanıt vermezler.

DUYU ORGANLARI BEŞE AYRILIR;

1.GÖZ;

Işığa duyarlı hücrelerin yoğun olarak bulunduğu kısımdır.Göz, görmeyi sağlayan hücreler ve optik kısımla, bunları koruyan yapılardan oluşur.
Gözün kısımları;
Göz yuvarlağı dıştan içe doğru sert tabaka, damar tabaka ve ağ tabaka olmak üzere üç kısımdan yapılmıştır.

1)Sert tabaka(Göz akı);

Gözün en dıştaki beyaz renkli, sert kısmıdır. Diğer tabakaları korur. Gözün ön kısmında saydam tabakayı oluşturur.saydam tabaka ışığı kırarak göz bebeğine gönderir.Saydam tabakaya kornea denir.
2)Damar tabaka:

Gözün beslenmesini sağlayan damarlardan oluşmuştur. Göz yuvarlağının içinin karanlık olmasını sağlar. Damar tabaka gözün ön kısmında irisi oluşturur.İris göze renk veren kısımdır. irisin ortasında bulunan deliğe göz bebeği denir.

3)Ağ tabaka:

Işığa karşı duyarlı hücrelerin bulunduğu kısımdır. Ağ tabakadaki sinirler birleşerek, göz yuvarlağının arka tarafından çıkıp beyne gider. Sinirlerin gözden çıktığı yere kör nokta denir. Kör noktada ışığa karşı duyarlı hücreler yoktur. Kör noktanın üst kısmındaki çukur kısım sarı lekedir. Görüntü sarı leke üzerine düşer.
Ağ tabakanın ön kısmında göz merceği bulunur. Göz merceği gözü iki bölüme ayırır. Saydam tabaka ile mercek arasına ön oda, merceğin arkasındaki bölüme arka oda denir. Göz yuvarlağının içi ışığı kırma özelliğine sahip olan göz sıvısı ile doludur.
Görme olayının gerçekleşmesi;Göz merceğinin sarı leke üzerine düşürdüğü ters görüntü beynimiz tarafından düz olarak algılanır.

2.KULAK;
İşitme duyu organımızdır. Kulak aynı zamanda dengemizi de sağlar. Kulak üç kısımdan yapılmıştır;

1)Dış kulak;
Ses dalgalarını toplayıp orta kulağa iletmeye yarar. Dış kulak;kulak kepçesi, kulak yolu ve kulak zarından meydana gelir. Kulak kepçesi kıkırdaktan yapılmıştır. Üzerindeki kıvrımlar ses dalgalarını toplamaya yarar. Kulak yolunun içinde tüyler ve yağ bezleri bulunur, Yağ bezleri kulak kiri denilen sarı bir sıvı salgılar. Tüyler ve sıvı; kulağa giren toz ve böcekleri tutar. Kulak kiri, kulak zarını esnek ve nemli tutar. Kulak kepçesinin topladığı ses dalgaları, kulak yolundan geçerek kulak yolunun sonundaki kulak zarını titreştirir.

2)Orta kulak;
İçi hava ile dolu küçük bir odacıktır. Orta kulakta çekiç,örs ve üzengi adlı üç küçük kemik vardır. Çekiç kemiği kulak zarına, üzengi kemiği ise iç kulaktaki oval pencereye temas eder. Bu şekilde ses titreşimleri iç kulağa iletilmiş olur. Orta kulak östaki borusu ile yutağa açılır. Bir miktar hava ağızdan orta kulağa gider ve kulak zarını dengede tutar.

3)İç kulak;
İşitme duyusu hücrelerinin ve işitme sinirlerinin bulunduğu kısımdır.Dalız,salyangoz ve yarım daire kanallarından oluşur. Üzengi kemiği ses titreşimlerini oval pencereden iç kulaktaki dalıza getirir. İç kulaktaki sıvı, titreşimleri salyangozdaki işitme duyusu hücrelerine iletir. Ses dalgaları işitme duyusu hücrelerine bir etki yapar. Bu etki, işitme sinirleri tarafından beynimize iletilir. Böylece sesleri duyarız.
Kulağımızın ikinci görevi de vücudumuzun dengesinin bozulup bozulmadığını beynimize bildirmektir. Bu işi yarım daire kanalları yapar. Kendi çevremizde bir süre dönersek, başımız döner ve dengemizi sağlamakta güçlük çekeriz. Bunun nedeni yarım daire kanallarındaki lenf sıvısının çalkalanmasıdır. Dönme hareketine son verirsek bir süre sonra başımızın dönmesi de geçer.

3.DİL;

Tat alma duyu organımızdır. Dilimizle şekerin tatlılığını, limonun ekşiliğini, biberin acılığını, deniz suyunun tuzluluğunu algılarız. Ayrıca dilimiz besinlerimizi lokma haline getirip yutmamıza da yardım eder. Konuşurken de dilimizi kullanırız. Dilimiz sesin söz haline gelmesini sağlar.
Dilin yapısı;çizgili kaslardan yapılmış olan dilimizin üzerinde tat tomurcukları (papillalar) bulunur. Dilimiz suda çözünmüş maddelerin tadını alabilir. Suda çözünen besinlerdeki tat, tat alma tomurcuklarındaki sinirleri uyarır. Sinirler, uyarıları beyindeki tat alma merkezine iletilir. Böylece besinlerin tadını alırız. Dilimizin ucu tatlı, arkası acı, uca yakın kenarları tuzlu, arkaya yakın kenarları ise ekşi duyusunu alır.
Dilimiz ayrıca cisimlerin soğuk ve sıcaklıklarını beyne iletir.

4.BURUN;

Koku almayı ve nefes alış verişi sağlayan organımızdır.
Burnun yapısı; Kemik ve kıkırdaktan yapılmış bir organdır. Sapan kemiği burnu iki bölmeye ayırır. Burnun, sağ ve sol boşluklarında üçer tane kıvrım vardır. Hava bu kıvrımlardan geçerken ısınır. Burun boşluğunda bulunan nem ve kıllar havadaki toz parçacıklarını tutup, soluk borusuna geçmesini önler. Burun boşluğunun üst kısmında koku alma hücreleri bulunur.
Burun kemikleri arasındaki boşluklara sinüs denir. Sinüslerin iltihaplanmasına sinüzit denir.

Bir maddenin kokusunun alınabilmesi için mukus içinde çözünebilmesi gerekir.koku alma hücreleri, uyarıldıktan sonra, ilk saniye ya da hemen sonra, yaklaşık %50 oranında adaptasyon gösterir.

TAT ALMA İLE KOKU ALMA ARASINDA BENZERLİK VAR MI?

Kokusunu alacağımız maddenin burnumuzdaki mukus denilen sıvıda çözünmesi gerekir demiştik çünkü mukusta çözünen kokulu maddeler sinirleri etkiler. Sinirlerde bu etkiyi beyine iletir.
Burnumuzla aldığımız kokular sayesinde tüp gaz, doğal gaz, hava gazı kaçağı olup olmadığını anlayabiliriz. Zehirli gazlardan kendimizi koruyabiliriz ve çıkabilecek bir yangını önleyebiliriz. Ayrıca besinlerin bozuk olup olmadığını da anlayabiliriz.
Koku alma ile tat alma olayları birbirini bütünler. Nezle olup, alamadığımız zaman yiyeceklerin tadını da bu nedenle iyi alamayız. Burnumuzu kapatarak yediğimiz bir meyvenin de tadını iyi alamayız.

5.DERİ;
Dokunma duyu organımızdır. Bütün vücudumuzu örterek bizi dış etkilere karşı korur. Ter salgılayarak vücut sıcaklığını düzenler. Akciğer ve böbreklerimize yardımcı olur.
Derinin kısımları;
1)Üst deri; İki kısımdan oluşur.En üste cansız olan korun tabakası vardır. Korun tabakası kepek halinde dökülür. Korun tabakasının altında yeni hücreler üreten canlı malpighi tabakası bulunur. Üretilen yeni hücreler dökülenlerin yerini alır. Tırnak, kıl ve saçlarımız da korun tabakası gibi ölü hücrelerden yapılmıştır.

2)Alt deri; Üst derinin altında daha kalın bir tabakadır. Üst deri ile girintili ve çıkıntılı bir yüzeyle birleşir. Alt deride bulunan ter bezleri gerektiği zaman ter salgılar. Ter buharlaşarak vücudumuzu serinletir.
Ayrıca kandaki zehirli boşaltım maddelerinin bir kısmı da ter ile dışarı atılır. Böylece böbreklere yardım edilmiş olur.
Kılların diplerindeki deliklerden giren hava kan damarlarıyla temas ederek deri solunumunu gerçekleştirir. Böylece derimiz akciğerlerimize de yardımcı olur. Kirlendiğimiz zaman kıl diplerindeki delikler kapandığı için deri solunumu yapamayız.

(alıntıdır)

Viera Plazma ve LCD Televizyonlar Türkiye’de

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | April 26th, 2008 | by admin | no comments

EURO 2008 heyecanının giderek tırmandığı bugünlerde Tekofaks Panasonic, kupa karşılaşmalarının coşkusunu evlerimize taşıyacak yeni nesil Viera Plazma ve LCD televizyonları pazara sundu.

Viera Plazma ve LCD Televizyonların kullandığı teknolojileri, 2008′de daha da geliştirilerek, performans, kullanım kolaylığı ve kozmetik güzelliği yönünden rakiplerinden daha güçlü ve benzersiz özelliklere sahip oldu.

Panasonic’in Olimpiyat Oyunları’nın heyecanını aktarmak için geliştirdiği ve HD kameralarda kullanılan teknolojiye sahip Viera serisi, 1.000.000:1 dinamik/30.000:1 statik kontrast özelliğiyle koyu tonları, hızlı-hareketli görüntüleri bile yüksek netlikle ekrana getiriyor.

Bulunduğu mekana prestij kazandıracak kadar şık ve seçkin bir tasarıma sahip bulunan Viera serisi, darbe, çarpma, çizilme gibi dış etkenlere karşı oldukça dayanıklı. Kurşun içermemesi ve 34 yıla ulaşan uzun panel ömrüyle Viera, çevre duyarlılığının da önemli bir temsilcisi.

Kullandığı teknoloji, sahip olduğu performans ve kullanım kolaylığının yanısıra estetik açıdan da tamamen yenilenerek adeta yeniden doğan Panasonic Viera serisi Plazma ve LCD televizyonlar, Panasonic’in Türkiye distribütörü Tekofaks tarafından Türkiye pazarına sunuluyor.

42″ (106cm) ekran boyutunda sektörün Full HD kalitesinde plazma üretebilen tek firması olan Panasonic, 2008 Full HD ürün segmentine yeni 46″ (116cm) ekran Full HD plazma ve iki katı hıza sahip 100Hz. yüksek görüntü kalitesi sunan Full HD LCD’leri ekleyerek rakipsiz bir ürün gamı sergilemekte.

Sunulan özellikler ve performans açılarından, üstün araştırma misyonunu yansıtan Viera ürün yelpazesi 4 önemli konsept üzerine kurulu: 1. Etkileyici görüntü kalitesi, 2. kullanım kolaylığı, 3. ses kalitesi ve 4. çevreye duyarlılık. Bu konseptleri oluşturan teknolojiler, Panasonic’in bugüne kadar yarattığı en etkileyici dizaynla tüketiciye ulaşıyor.

Renkler daha gerçek, tonlar daha yoğun!

Her yıl V-real teknolojisini yeniden tasarlayıp sunan Panasonic, Olimpiyat Oyunları’nın heyecanını aktarmak için geliştirdiği HD kameralarda kullanılan teknolojiyi, Panasonic Hollywood Laboratuarları tarafından film yapımı için geliştirilen teknolojilerle birleştirdi. Görüntü kalitesi, Viera’ya derinden etkileme özelliği kazandırmak için her açıdan test edildi.

Bulunduğu mekana prestij kazandıracak kadar şık ve seçkin bir tasarıma sahip bulunan Viera serisi, hızlı-hareketli görüntüleri yüksek bir netlikle ekrana getiriyor. Viera’da Yeni Gerçek Siyah Sürüş sistemi ve geliştirilmiş görüntü işleme teknolojileri, olağanüstü siyahlar ve yüksek kontrast üretmek için birleştirildi. Özellikle hassas ışık ve gölge olan sahneleri keskin bir şekilde üreten Viera serisi 1.000.000:1′e kadar dinamik kontrast sunuyor.

Geniş renk üretimi sayesinde filmlerdeki renkler kaydedildiği kadar gerçek, yüksek kontrast oranı sayesinde koyu tonlar daha yoğun olarak izlenebiliyor. Panasonic televizyonların görüntü kalitesinin ulaştığı seviye, milyonlarca rengin bir arada olduğu bir gün batımı, canlı ve farklı tonlarda manzaralar içeren bir belgesel veya aksiyonu yüksek bir futbol karşılaşması izlerken çok daha yüksek heyecan duymayı sağlıyor.
kaynak: Pcnet

LCD ve Plazma Televizyonlar Tarih Oluyor

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | April 26th, 2008 | by admin | no comments

Sony’nin 11 inçlik şaşılacak incelikteki OLED TV’lerinin duyurulmasının ardından bir diğer açıklama da Samsung kanadından geldi. Üreticiler artık bu yeni teknolojiye yatırım yapıyor.

Görünüşe göre gelecek yıl raflarda OLED (organic light-emitting diode) TV’lere daha sık rastlayacağız. Samsung tarafından yapılan açıklamada bu teknolojiye sahip ürün yelpazesinde ince ve geniş ekran TV’lerin yanında monitör ve dizüstü ekranlarının da üretileceği ifade edildi.

2009 süresince 3 milyon panelin üretilmesi beklenirken, bu kapasitenin 2010′da ikiye katlanacağı da belirtildi.

LCD (liquid crystal display) endüstrisi ise bu gelişmeleri şimdilik umursamıyor. Çünkü OLED ekranlar performanslı (1 milyona 1 kontrast oranı) oluşlarına rağmen oldukça pahalıya üretiliyor. Mesela Sony’nin 11 inçlik OLED TV’leri 2500$ gibi bir fiyata satılıyor. Bu fiyata piyasadaki en büyük ve en iyi plazma TV’yi alabilmek mümkün.

Buna karşın OLED üretimi için şirketler de çalışmalarına devam ediyorlar. Toshiba da geçen yıldan bu yana OLED panellerin üretimini yaptığını açıklamıştı.

Sektörün popüler markalarından Panasonic ise şimdilik piyasada halen fazlaca bulunan ve satılan LCD veya plazma TV’leri üretmeye devam edeceğini bildiriyor. OLED TV’ler ve dolayısıyla yeni HDTV teknolojisinin tam anlamıyla evlerimize girmesi ve LCD ya da plazma TV’lerin raflardan kalkması için öngörülen süre ise yaklaşık 10 ila 15 yıl.

Sıtmaya Dayanıklı Sivrisinek Üretildi

Categories: Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | April 26th, 2008 | by admin | no comments

Aynı sayıdaki genetik yapısı değiştirilen sivrisinekler ve genetik yapısı değiştirilmeyen normal sivrisinekler, sıtma bulaşmış farelerin kanıyla beslendi. 9. kuşakta genleriyle oynanan sivrisineklerin oranının yüzde 70 olduğu, bu türün daha uzun süre yaşadığı ve daha fazla yumurtladığı görüldü.

Sıtmanın bulaşmadığı farelerin kanıyla beslenen genetik yapısı değiştirilmiş sivrisineklerle normal sivrisinekler arasındaysa fark oluşmadı.

Genetik yapısı değiştirilen sivrisineklerin üredikçe koruyucu genlerini diğer nesillere aktararak sıtmanın bir gün kontrol altına alınmasına yarayabileceklerini belirten araştırmacılar, ancak doğaya bu sivrisinek türünün salınmasından önce daha fazla araştırma yapılması gerektiğini vurguladılar. Ayrıca araştırmacıların deneylerinde insanda sıtmaya neden olan plasmodium falciparum bakterisi değil fareleri etkileyen plasmodium berghei bakterisini kullandıkları belirtildi.

Araştırma, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisinin dergisinde yer alıyor.

ABD’li araştırmacılar, 2006 sonunda sıtmanın en ciddi haline yol açan paraziti etkisiz hale getiren bir aşı geliştirdiklerini açıklamıştı.

Dünya Sağlık Örgütüne göre sıtma her yıl 350-500 milyon kişiye bulaşıyor ve 700 bin ila 2,7 milyon kişinin ölümüne neden oluyor.

Kuyrukluyıldız Nedir?

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 24th, 2008 | by admin | no comments

Güneş sisteminin diğer küçük cisimlerinin aksine, kuyrukluyıldızlar antik çağlardan beri bilinmektedir. Çin kayıtlarına göre Halley kuyrukluyıldızı MÖ 240 yılından beri tanınmaktadır.

1995 yılı itibariyle 875 kuyrukluyıldız kataloglanmış ve yörüngeleri (kabaca da olsa) hesaplanmıştır. Bunlardan 184′ü periyodik kuyruklu yıldızdır (yörünge dönemleri 200 seneden azdır.) Mutlaka bunların dışında kalan pek çoğu da periyodik kuyrukluyıldızdır, ancak yörüngeleri yeterli hassasiyetle tanımlanamadığından kesinleştirmek mümkün olmamaktadır.

Kuyruklu yıldızlar “kirli kartopu” ya da “buzlu çamur topu” olarak anılırlar. Buz (su ve donmuş gazlar) ve (bir nedenle güneş sisteminin oluşumu sırasında gezegenlerde yoğunlaşamamış) kozmik toz karışımından oluşurlar.

Aktif bir kuyrukluyıldız güneşe yaklaştığında belirli bölümleri ayırdedilebilir hale gelir:

1. Nüve : Nispeten katı ve kararlı olan çekirdek, su buzu ve diğer donmuş gazlar ve az miktarda kozmik toz ve diğer katı cisimlerden oluşmuştur.
2. Koma : Çekirdekten buharlaşan su, karbondioksit ve diğer nötr gazların yoğun bir bulutudur. Nüveyi çevreleyen ışık topu şeklinde görülür.
3. Hidrojen Bulutu : Çok büyük (milyonlarca km) ancak son derece seyrek bir nötr hidrojen zarfı.
4. Toz Kuyruk : 10 milyon km’yi aşan uzunlukta, çekirdekten kaçan gazlarla taşınan mikroskopik toz partiküllerinden oluşmuş duman. Kuyrukluyıldızın, çıplak gözle görülebilen en belirgin özelliğini teşkil eder.
5. İyon Kuyruk : Kuyrukluyıldızın, yüzlerce milyon km’ye varan uzunlukta, güneş rüzgârıyla reaksiyon sonucu iyonize olmuş gazlardan oluşan plazma kuyruğudur.

Kuyrukluyıldızlar güneşe yeterince yakın olmadıkça görülmezler. Yörüngeleri oldukça eksantriktir. Bazılarının yörüngesi Plüton’un bir hayli dışına taşar, bunlar bir kez görüldükten sonra binlerce yıl boyunca geri dönmezler. Sadece kısa ve orta periyotlu kuyruklu yıldızların (Halley kuyrukluyıldızı gibi) yörüngelerinin en azından önemli bir bölümü, Plüton yörüngesinin içinde kalır.

Kuyrukluyıldızlar, güneş yakınından yüzlerce geçiş sonunda (yaklaşık 500 geçiş sonunda), buz ve gazlarının tamamına yakınını yitirerek asteroidlere benzer bir görünüm kazanırlar (muhtemelen dünyaya yakın asteroidlerin bazıları ölü kuyrukluyıldızlardır.) Yörüngeleri güneşe yaklaşan kuyrukluyıldızların, güneş ya da gezegenlerle çarpışma, ya da oldukça yakın bir geçişle (özellikle Jüpiter’e yakın geçerlerse), güneş sistemi dışına atılmaları olasılığı vardır.

Kuyrukluyıldızlar içinde en ünlüsü Halley kuyrukluyıldızıdır. Yakın geçmişte görülen kuyrukluyıldızlar, 1994 yazında Jüpiter’e çarpan SL 9 (Shoemaker-Levy) ve 1997 yılında çıplak gözle gözlemlenen Hale-Bopp ve 2002 yılında görülen Ikaye-Zhang kuyrukluyıldızıdır.

Meteor yağmurları, çoğunlukla dünya bir kuyrukluyıldız yörüngesinden geçerken, kuyrukluyıldızdan arta kalmış kalıntılar nedeniyle oluşur ve bu olay her yıl, doğal olarak aynı tarihlere rastlar. 9-13 Ağustos tarihleri arasında gözlenen Perseid meteor yağmurları, dünyanın Swift-Tuttle kuyrukluyıldızının yörüngesinden geçtiği zamana rastlar. Orinoid meteor yağmurlarının da kaynağı Halley kuyrukluyıldızıdır.

Kuyrukluyıldızların çoğu amatör astronomlar tarafından keşfedilmişlerdir. Güneşe yakın olduklarında görünür hale geldiklerinden, günbatımı ardından ya da şafaktan önce gözlenebilirler.

Fotosentez Nedir? Nasıl Gerçekleşir?

Categories: Bilimsel Olaylar | April 23rd, 2008 | by admin | no comments

Fotosentez, özümseme ya da asimilasyon, klorofil taşıyan canlılarda ışık enerjisi kullanılarak organik bileşiklerin üretilmesi. Bu yolla besin üreten canlıların tümüne fotosentetik organizmalar denir ve bunların büyük çoğunluğunu bitkiler oluştururlar.

Yeryüzündeki her canlı, metabolizma etkinlikleri için gerekli olan enerjiyi temelde üç yoldan sağlar.

Fotosentetik organizmalar, ışık enerjisinden yararlanarak enerjiyi depolarlar ve organik bileşikler üretebilirler. Bitkiler de diğer canlılar gibi yaşamsal etkinlikleri için gerekli enerjiyi organik maddelerin kimyasal enerjisinden sağlarlar. Bunun için de güneş ışığını kullanarak havanın karbondioksitini indirgeyerek organik besinlerini sentez ederler. Bu işlem CO2′in indirgenmesi ve ancak güneş enerjisiyle gerçekleştirilğinden “fotosentez” olarak anılır. Bu yolla güneşin ışık enerjisi kimyasal enerjiye dönüştürülür ve organik madde sentezi yapılmış olur.

Havadaki karbondioksit, güneş enerjisi kullanılarak, nişasta ve diğer yüksek enerjili karbonhidratlara dönüştürülür. Karbon kullanıldıktan sonra ortaya çıkan oksijen ise havaya bırakılır. Bitki daha sonra besine ihtiyaç duyduğunda bu karbonhidratlarda depoladığı enerjiyi kullanır. Bu bitkilerle beslenen canlılar da bitkide bulunan karbonhidratlardan enerji ihtiyaçlarını karşılarlar.

Fotosentezle her yıl yaklaşık olarak 200-500 milyar ton CO2 dönüşüme uğratılmaktadır. Bu nedenle fotosentezin önemi yalnız kalitatif değil ayrıca kantitafitir. Fotosentezle havanın karbondioksiti ve su, karbonhidartlara dönüştürülür. Karbonhidratlar C elementine ek olarak H ve O2 elementlerini de içeren organik besin taşlarıdır.

Fotosentez olayının meydana gelebilmesi için gerekli olan maddeler, ışık, klorofil, karbondioksit, canlı organizmadır.

Coğrafya Terimleri ve Anlamları

Categories: Coğrafya | April 23rd, 2008 | by admin | no comments

A

Açık Havza : Sularını denize ulaştırabilen havzalara açık havza denir

Açısal Hız : Dairesel hareket yapan Dünya üzerindeki bir noktanın birim zamanda oluşturduğu dönüş açısıdır. Dünya, ekseni çevresindeki hareketi sırasında 4 dakikada 1 derecelik, 1 saatte 15 derecelik, 24 saatte 360 derecelik dönüş yapar. Açısal hız, dünya üzerindeki her noktada aynıdır.

Ağıl : Hayvanların barındığı, çevresi taş veya ahşap ile çevrili yerlere ağıl adı verilmektedir. Ağıllar zamanla nüfusun artmasına bağlı olarak sürekli yerleşme haline gelebilir. Sürü sahipleri tarafından kurulan ağıllar kış mevsiminde hayvanların korunması amacıyla kullanılır.

Akarsu : Belirli bir kaynaktan doğan, yağmur ve kar suları ile beslenen ve arazinin eğimine göre akıp giden sulara akarsu denir.

Akarsu Akımı (Debisi) : Akarsuyun herhangi bir kesitinden birim zamanda geçen su miktarına (m3) akım veya debi denir

Akarsu Rejimi : Akarsuyun akımının yıl içerisinde gösterdiği değişmelere rejim ya da akım düzeni denir.

Alizeler : 30° enlemlerinden (DYB) Ekvator’a (TAB) doğru esen rüzgarlardır. Dünya’nın ekseni çevresindeki hareketi nedeniyle sapmaya uğrayarak, Kuzey Yarım Küre’de kuzeydoğudan, Güney Yarım Küre’de güneydoğudan eserler. En düzenli ve sürekli esen rüzgarlardır. Okyanus akıntılarının yönlerini düzenlerler. Başlangıçta kuru olan bu rüzgarlar, deniz üzerinden aldıkları nemi Ekvator çevresine yağış olarak bırakırlar.

Altimetre : Madeni barometrelerin bir çeşididir. Yükseldikçe basıncın azalması kuralına dayanılarak, yüksekliklerin ölçülmesi amacıyla yapılmıştır.

Ana yön : Güneşin doğduğu taraf doğuyu, battığı taraf batıyı gösterir. Bunları dik kesen yönler, kuzeyi ve güneyi gösterir. Bunlara ana yönler denir.

Andezit : Eflatun, mor, pembemsi renkli dış püskürük bir taştır. Ankara taşı da denir. Dağıldığında killi topraklar oluşur.

Anemometre (rüzgar ölçer) : Rüzgarın hızını ölçmeden kullanılan alet.

Aneroid Barometre : Madeni barometredir. Cıvalı barometrelerin kullanım alanının sınırlı olması ve taşıma zorluğu nedeniyle geliştirilmiştir.

Aphel : Bakınız : Günöte.

Araziden Yararlanma Haritaları : Bir bölgede arazinin nasıl kullanıldığını gösteren haritalardır. Bu haritalar yardımıyla ekili-dikili alanların, çayır ve mera alanlarının, orman alanlarının, bölünüşü ile kayalık, bataklık gibi kullanılmayan alanlar hakkında bilgi edinilir. Tarımın türü ve tarım ürünleri de bu haritalarda gösterilir.

Artezyen : Basınçlı yeraltı sularıdır. İki geçirimsiz tabaka arasındaki geçirimli tabaka içinde bulunan sulardır. Tekne biçimli ovalar ve vadi tabanlarında bu tür sular bulunmaktadır.

Atmosfer : Dünya’yı çepeçevre saran gaz örtüsüne atmosfer denir. Atmosferin alt sınırı, kara ve deniz yüzeyleriyle çakışır. Üst sınırını ise yerçekiminin etkisi belirler. Ekvator’dan kutuplara doğru yerçekimi arttığı için atmosferin şekli Dünya’nın şekli gibi küreseldir.

Atmosfer Basıncı : Atmosferi oluşturan gazların belli bir ağırlığı vardır. Gazların yeryüzündeki cisimler üzerine uyguladığı basınca atmosfer basıncı denir.

Ay’ın evreleri : Ay Güneş’ten aldığı ışınları yansıttığından ve Dünya’nın etrafındaki hareketinden dolayı farklı şekillerde görülmektedir. Ay’ın değişik şekillerde görülmesine Ay’ın evreleri denir. Ay, Güneş ile Dünya arasına girdiğinde, Ay’ın karanlık yüzü Dünya tarafında olur. Bu durumda Ay’ı göremeyiz. Ay’ın bu evresine yeni ay denir. Yeni ay evresinden yaklaşık bir hafta sonra Ay’ın Dünya’ya bakan yüzünün yarısı görülür. Bu evreye ilk dördün denir. İlk dördün evresinden yaklaşık bir hafta sonra, Ay’ın Dünya’ya dönük yüzünün tamamı görülür. Bu evreye dolunay adı verilir. Dolun Ay evresinden yaklaşık bir hafta sonra, Ay’ın Dünya’ya dönük yüzünün yarısı görülür. Bu evreye son dördün denir.

Aysberg (Buz dağı) : Buzullardan kopup, denize kadar ulaşan kalın buzul parçaları deniz içinde ilerlemeye devam eder. Buzun yoğunluğu, deniz suyunun yoğunluğundan az olduğu için su tarafından kaldırılır. Yüzlerce metre kalınlıkta ve kilometrelerce uzunluktaki bu buz dağlarına aysberg denir

Ay tutulması : Dünya, Güneş ile Ay arasına girerek, Ay’ın bütününü veya bir bölümünü gölgelerse ay tutulması meydana gelir

B

Bağıl Nem : Hava her zaman taşıyabileceği kadar nem yüklenmez. Genellikle havadaki su buharı miktarıyla doyma miktarı arasında bir fark bulunur. Bu farka doyma açığı (nem açığı) denir.

Belli sıcaklıkta 1m3 havanın neme doyma oranına ise bağıl nem denir.

Bankiz : Kutup çevresindeki denizlerde, suyun donması ile oluşan buz kütleleridir.

Baraj gölü : Yapay su birikintilerine baraj gölü denir.

Barograf : Basıncı sürekli kaydeden ve yazıcı ucu bulunan bir tür madeni barometredir.

Basınç : Yüksek basınç alanlarında alçalıcı hava hareketi buharlaşmayı engeller. Çünkü alçalan havanın yoğunluğunun artması su buharının yükselmesini önler. Alçak basınç alanlarında ise yükselen havanın yoğunluğu daha az olacağı için buharlaşma daha kolaydır.

Bazalt : Koyu gri ve siyah renklerde olan dış püskürük bir taştır. Mineralleri ince taneli olduğu için ancak mikroskopla görülebilir. Bazalt demir içerir. Bu nedenle ağır bir taştır.

Birinci Zaman (Paleozoik) : Günümüzden yaklaşık 225 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. Birinci zamanın yaklaşık 375 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir.

Zamanın önemli olayları : Kaledonya ve Hersinya kıvrımlarının oluşumu. Özellikle karbon devrinde kömür yataklarının oluşumu. İlk kara bitkilerinin ortaya çıkışı. Balığa benzer ilk organizmaların ortaya çıkışı. Birinci zamanı karakterize eden canlılar graptolith ve trilobittir.

Boğaz: Bakınız : Yarma vadi.

Bora : Yugoslavya’nın iç kesimlerinden Adriyatik Denizi kıyılarına esen soğuk rüzgarlardır.

Boylam : Dünya üzerindeki herhangi bir noktanın başlangıç meridyenine olan uzaklığının açısal değeridir.

Q açısı, D noktasının başlangıç meridyenine olan uzaklığının açı cinsinden değeridir ve D noktasının boylam derecesini verir.

Örnek : D noktasına ait Q açısının değeri 30 derece ise,

D noktasının boylam derecesi 30° dir.

Boyun : Birbirine ters yönde açılmış iki akarsu vadisinin en yüksek, iki doruk arasındaki alanın en alçak yerine boyun denir. Buralara bel ya da geçit de denir.

Bozkır : İlkbahar yağışlarıyla yeşeren, yaz kuraklığı ile sararan kısa boylu otlardır. Bunlara step ya da bozkır denir.

Buharlaşma : Atmosferdeki nemin kaynağı yeryüzündeki su kütleleridir. Sıcaklık arttıkça, havadaki nem açığı arttıkça, su yüzeyi genişledikçe, rüzgar estikçe, basınç azaldıkça, buharlaşma artar.

Buz Dağı : Bakınız : Aysberg.

Buzul Gölleri : Buzullaşma döneminde buzulların aşındırmasıyla oluşan çanaklardaki göllerdir.

C

Coğrafi Bölge : Taşıdığı belirli Coğrafi özellikleri ile çevresinden ayrılan, kendi içinde benzerlik gösteren en geniş coğrafi birimdir. Coğrafi bölgelerin sınırları belirlenirken doğal koşullar, sosyal ve ekonomik özellikler temel alınır.

Coğrafi Bölüm : Bir coğrafi bölge içinde doğal koşullar, sosyal ve ekonomik özellikler bakımından farklılık gösteren küçük birimlerdir.

Coğrafi Konum : Yeryüzündeki herhangi bir alanın bulunduğu yere, o alanın coğrafi konumu denir. Coğrafi konum, matematik konum ve özel konum olarak iki şekilde ifade edilir.

Cıvalı Barometre : Üstü açık bir kaba daldırılmış, yukarı ucu kapalı bir cam borudur. Hava basıncı, boruyu dolduran cıva sütununu dengede tutar. Hava basıncı azalıp çoğaldıkça cıva sütunu da alçalıp yükselir. Cıvalı barometre camdan yapıldığı ve hep düz durması gerektiği için her zaman kullanımı kolay değildir.

Ç

Çakıltaşı (Konglomera) : Genelde yuvarlak akarsu çakıllarının doğal bir çimento maddesi yardımıyla yapışması sonucu oluşur.

Çakmaktaşı (Silex) : Denizlerde eriyik halde bulunan silisyum dioksitin (SİO2) çökelmesi ile oluşan taştır. Kahverengi, gri, beyaz, siyah renkleri bulunur. Çok sert olması ve düzgün yüzeyler halinde kırılması nedeniyle ilkel insanlar tarafından alet yapımında kullanılmıştır.

Çay : Derelerin birleşmesiyle oluşan akarsulara çay denir.

Çekirdek : Dünya’nın yoğunluk ve ağırlık bakımından en ağır elementlerin bulunduğu bölümüdür. Dünya’nın en iç bölümünü oluşturan çekirdeğin, 5120-2890 km’ler arasındaki kısmına dış çekirdek, 6371-5150 km’ler arasındaki kısmına iç çekirdek denir. İç çekirdekte bulunan demir-nikel karışımı çok yüksek basınç ve sıcaklık etkisiyle kristal haldedir. Dış çekirdekte ise bu karışım ergimiş haldedir.

Çığ : Büyük kar yığınlarının yamaç boyunca hareket etmesine çığ denir.

Çiy : Havanın açık ve durgun olduğu gecelerde, havadaki su buharının soğuk cisimler üzerinde su damlacıkları biçiminde yoğunlaşmasıdır. İlkbahar ve yaz aylarında görülür.

Çizgi (grafik) Ölçek : Haritalardaki küçültme oranını çizgi grafiği üzerinde gösteren ölçek türüdür. Kesir ölçeğe göre düzenlenir ve santimetre (cm)’nin üstündeki tüm uzunluk birimleri kullanılır.

Çizgisel Hız : Dairesel hareket yapan Yerküre üzerindeki bir noktanın birim zamanda eksen üzerindeki yer değiştirme hızıdır. Çizgisel hız, dünyanın küreselliği nedeniyle Ekvator’da en fazladır, kutuplara doğru azalır.

Çökme Dolini : Yeraltında bulunan mağara sistemlerinin tavanlarının incelerek çökmesi ile oluşan karstik şekillerdir. Çökme dolinleri, derinliklerinin fazla oluşu, yamaçlarının eğimli oluşu ve tabanlarındaki iri bloklar halinde maddeler bulunması nedeniyle erime dolinlerinden kolayca ayırtedilirler.

D

Dağ : Çevresine göre yüksek olan inişli çıkışlı yer şekilleridir.

Dağ Oluşumu : Bakınız : Orojenez.

Dalgalar : Dalgalar, deniz ve göllerdeki kuzey sularının periyodik salınımlarıdır. Dalga oluşumunun temel nedeni rüzgarlardır. Deniz yüzeyini yalayarak esen rüzgarlar, sürtünme nedeniyle durgun sulara hareket kazandırır. Deniz yüzeyi pürüzlenir ve sürekli biçim değiştirir. Deniz yüzeyinin salınım hareketine dalgalanma deniz yüzeyinde beliren pürüze dalga denir. Rüzgarlar dışında depremler, volkanik hareketler ve deniz altında çökmelerde dalgaları oluşturur. Bu tür dalgalara tsunami denir.

Dam : Köy ailelerinin geçici bir süre için yararlandıkları yerleşme biçimidir. Bölge köy yerleşmelerinde bir kısım aileler, birkaç aylık süre için köylerinden ayrılarak, kendi bahçe, tarla ve otlaklarındaki damlarda oturduktan sonra, tekrar köylerine dönerler.

Debi : Bakınız : Akarsu Akımı.

Delta : Akarsuların denize ulaştıkları yerlerde taşıdıkları maddeleri biriktirmesiyle oluşan üçgen biçimli alüvyal ovalardır. Deltalar, taban seviyesi ovalarının bir çeşididir. Onlardan ayrılan yönü biriktirmenin deniz içinde olmasıdır.

Deniz : Okyanusların kıta içlerine doğru uzanan kollarına deniz denir. Denizler okyanuslarla bağlantılarına göre ikiye ayrılır.

Denizlerin Ortalama Derinliği : Denizlerin ortalama derinliği 4000 m dir. Dünya’nın en derin yeri olan Mariana Çukuru deniz seviyesinden 11.035 m derinliktedir.

Deprem : Yerkabuğunun derinliklerinde doğal nedenlerle oluşan salınım ve titreşim hareketleridir. Yeryüzünün belirli yerlerinde sıklıkla deprem görülür. Buralara deprem kuşakları denir.

Dere : Suyu az, boyu kısa olan akarsulara dere denir.

Derin Deniz Çukurları : Sima üzerinde hareket eden kıtaların, birbirine çarptıkları yerlerde bulunur. Yeryüzünün en dar bölümüdür.

Derin Deniz Platformu : Kıta yamaçları ile çevrelenmiş, ortalama derinliği 6000 m olan yeryüzünün en geniş bölümüdür.

Diyorit : Birbirinden gözle kolayca ayrılabilen açık ve koyu renkli minerallerden oluşan iç püskürük bir taştır. İri taneli olanları, ince tanelilere göre daha kolay dağılır.

Doğal bitki örtüsü : İklim şartlarına göre, kendiliğinden yetişen bitkilerin oluşturduğu örtüye doğal bitki örtüsü denir.

Dolin : Kalker platolar üzerinde görülen, oval şekilli erime çukurluklarıdır. Genellikle derinlikleri az, genişlikleri fazladır. Türkiye’de özellikle Toroslar’da dolinler yaygın olarak görülür. Halk arasında kokurdan, koyak, tava gibi adlar verilir. Dolinler oluşum şekillerine göre iki gruba ayrılır :

Don Olayı : Havanın açık ve durgun olduğu kış gecelerinde aşırı ısınma nedeniyle toprak donar. Don olayı tarımsal üretime büyük ölçüde zarar verir. Karasal bölgelerde don olayı sık görülür.

Doruk : Dağın en yüksek yerine doruk (zirve) denir.

Dördüncü Zaman (Kuaterner) : Günümüzden 2 milyon yıl önce başladığı ve hala sürdüğü varsayılan jeolojik zamandır. Zamanın önemli olayları :İklimde büyük değişikliklerin ve dört buzul döneminin (Günz, Mindel, Riss, Würm) yaşanması. İnsanın ortaya çıkışı.Dördüncü zamanı karakterize eden canlılar mamut ve insandır.

Duvar ve Atlas Haritaları : Eğitim ve öğretim amacına yönelik haritalardır. Ölçekleri 1 / 1.100.000′dan daha küçüktür. Dünya’nın tümünü, kıtaları veya ülkeleri gösterirler.

Düden : Kalkerli arazide erime ile oluşan daire biçimli kapalı çukurluklara düden denir. Düdenler yer altı sularını birbirine bağlayan kanallardır. Düdenlere halk arasında su çıkan, su batan gibi adlar da verilir.

Dünya : Güneş Sistemi’nin 9 gezegeninden biridir ve Güneş’e olan uzaklığı bakımından 3. Sırada bulunur.

Dünyanın Yıllık Hareketi : Dünya ekseni çevresinde hareket ederken aynı zamanda saat ibresinin tersi yönde, Güneş’in çevresinde de döner. Bu hareketini elips bir yörüngede 365 gün 6 saatte tamamlar. Buna 1 Güneş yılı denir. Dünya’nın yıllık hareketi sırasında, Güneş’in çevresinde çizdiği yörünge düzlemine ekliptik denir. Yörünge şeklinin elips olması nedeniyle Dünya yıllık hareket sırasında Günöte - Günberi konumuna gelir.

E

Ekliptik: Dünya’nın yörüngesinden geçtiği varsayılan düzleme Ekliptik veya Yörünge Düzlemi denir.

Ekonomi Haritaları : Dünya’nın bütününün ya da bir bölümünün ekonomik özelliklerini gösteren haritalardır. Bu haritalar yardımıyla endüstri kuruluşlarının türü, sayısı, dağılışı, çalışanların sayısı hakkında bilgi edinilir.

Eksosfer (Jeokronyum) : Atmosferin en üst tabakasıdır.

Enlem : Dünya üzerindeki herhangi bir noktanın başlangıç paraleli olan Ekvator’a uzaklığının açısal değeridir. Q açısı, D noktasının Ekvator’a olan uzaklığının açı cinsinden değeridir ve D noktasının enlem derecesini verir. Örnek :

Q açısının değeri 45 ise, D noktasının enlem derecesi 45° dir.

Epirojenez : Karaların toptan alçalması ya da yükselmesi olayına epirojenez denir.

Erozyon : Toprak örtüsünün, akarsuların, rüzgarların ve buzulların etkisiyle süpürülmesine erozyon denir.

Erime Dolini : Kalker yüzeyler üzerinde, yağış sularının eritmesiyle oluşan karstik şekildir. Erime dolinlerinin tabanında yüzey sularının derine doğru sozdığı çatlak ve delikler bulunur. Dolin tabanlarında erimeden geriye kalan killi materyalin birikmesiyle oluşan terra rossa toprakları bulunur.

Eş Aralık : Bakınız : İzohips Aralığı.

Eş derinlik eğrisi : Bakınız : İzohips Eğrisi.

Eş yükselti Eğrisi : Bakınız : İzohips Eğrisi.

Etezien : Balkan Yarımadası’ndan Kuzey Ege kıyılarına doğru esen soğuk rüzgarlardır.

F

Falez (Yalıyar) : Dalgalar aşındırma yaparken önce çarptıkları kıyı boyunca bir çentik açar. Buna dalga oyuğu denir. Dalga oyukları derinleştikçe üzerindeki kütleler kopar ve düşer. Böylece kıyı boyunca diklikler oluşur. Bu dikliklere falez ya da yalıyar adı verilir. Türkiye’de, Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında güzel falez örnekleri görülmektedir.

Fay : Yerkabuğu hareketleri sırasında şiddetli yan basınç ve gerilme kuvvetleriyle blokların birbirine göre yer değiştirmesine fay denir.

Fay açısı : Dikey düzlem ile fay düzlemin yaptığı açıya fay açısı denir.

Fay aynası : Fay oluşumu sırasında yükselen ve alçalan blok arasındaki yüzey kayma ve sürtünme nedeniyle çizilir., cilalanır. Parlak görünen bu yüzeye fay aynası denir

Filat : Kiltaşının (şist) yüksek sıcaklık ve basınç altında değişime uğraması yani metamorfize olması sonucu oluşur.

Fiziki Haritalar : Yeryüzünün kabartı ve çukurluklarını gösteren orta ya da büyük ölçekli haritalardır. Fiziki haritalar hazırlanırken eş yükselti ve eş derinlik eğrileri geniş aralıklarla geçirilir. Bu aralıklar çeşitli renklerle boyanır. Yükseltiler genellikle yeşil, sarı ve kahverenginin çeşitli tonları ile, derinlikler ise açıktan koyuya mavi rengin tonları ile gösterilir.

Fosil : Jeolojik devirler boyunca yaşamış canlıların taşlamış kalıntılarına fosil denir.

G

Galaksi : Yıldız kümesine galaksi denir.

Galeri Ormanları : Savanlardaki, küçük akarsu boylarında görülen, çoğunlukla 50-100 m genişliğinde, bir akarsu ağı biçiminde uzanan ve sürekli yeşil kalabilen nemli ormanlardır. Galeri ormanları olarak adlandırılmalarının nedeni, ağaçların, akarsuyun üstünü bir galeri şeklinde kapatmasıdır.

Gayzer : Volkanik yörelerde yeraltındaki sıcak suyun belirli aralıklarla fışkırması ile oluşan kaynaklardır.

Geçit : Dağlık yerlerin ulaşıma imkan veren bölümlerine geçit denir.

Gel – Git : Ay’ın ve Güneş’in çekim gücünün etkisiyle Dünya’daki su kütlelerinin alçalması ve yükselmesi olayıdır. Ancak Ay, Dünya’ya en yakın gök cismi olduğundan gel git olayında daha etkilidir. Bir yerdeki gel-git, gün içinde 2 kabarma 2 çekilme biçiminde 6 saatte bir gerçekleşir. Bu seviye değişmelerinde her gün bir önceki güne göre 50 dakikalık bir gecikme olur. Çünkü ay, Dünya’nın çevresindeki dönüşünü 24 saat 50 dakikada tamamlamaktadır.

Gezegen : Güneş etrafında dönen büyük gök cisimlerine gezegen denir.

Gnays : Granitin yüksek sıcaklık ve basınç altında değişime uğraması yani metamorfize olması sonucu oluşur.

Göçler : Nüfusun geçici veya sürekli olarak yer değiştirmesidir. Eğer değiştirilen yer ülke içinde olursa buna iç göç denir. Göçler, hızlı nüfus artışının doğal bir sonucudur. Bir bölgedeki nüfusun, artmasında veya azalmasında göçlerin büyük etkisi vardır.

Göktaşı : Yeryüzüne düşen meteor veya parçalarına göktaşı adı verilir.

Göl : Karalar üzerindeki çukur alanlarda birikmiş ve belirli bir akıntısı olmayan durgun su kütlelerine göl denir. Göller tek tek bulundukları gibi yan yana birden fazla da bulunabilirler. Göllerin yan yana bulundukları bölgelere göller yöresi denir.

Grafik Ölçek : Bakınız : Çizgi ölçek.

Granit : İç püskürük bir taştır. Kuvars, mika ve feldspat mineralleri içerir. Taneli olması nedeniyle mineralleri kolayca görülür. Çatlağı çok olan granit kolayca dağılır, oluşan kuma arena denir.

Günberi (Perihel) : Dünya’nın, Güneş’e en çok yaklaşıp, yörüngede en hızlı döndüğü gündür. Dünya Günberi konumuna 3 Ocak’ta gelir.

Güneş Enerjisi : Güneş’in yapısındaki hidrojen atomlarının helyuma dönüşmesi sırasında, enerji açığa çıkar. Buna güneş enerjisi denir.

Güneş Tutulması : Ay, Dünya ile Güneş arasına girdiğinde Dünya’nın bazı yerleri güneş ışığı alamaz. Bu duruma Güneş tutulması denir.

Günöte (Aphel) : Dünya’nın, Güneş’ten en çok uzaklaştığı, yörüngede en yavaş döndüğü gündür. Dünya Günöte konumuna 4 Temmuz’da gelir.

H

Harita : Dünya’nın bütününün ya da bir bölümünün kuşbakışı görünümünün belli bir oranda küçültülerek düzleme aktarılmış şekline harita denir.

Bir çizimin harita özelliği taşıyabilmesi için;

- Kuşbakışı görünüme göre çizilmesi,

- Arazi üzerindeki uzunlukların belli bir oranda küçültülmesi gerekir.

Harita Anahtarı (Lejant) : Haritada kullanılan özel işaretlerin ne anlama geldiğini gösteren bölümdür. Her haritanın kullanım amacına göre farklı işaretler kullanılır.

Harita Ölçeği : Harita üzerinde belli iki nokta arasındaki uzunluğun, yeryüzündeki aynı noktalar arasındaki uzunluğa oranıdır.

Diğer bir deyişle, gerçek uzunlukları harita üzerine aktarırken kullanılan küçültme oranıdır.

Örneğin : Boğaz Köprüsü’nün gerçekte 1074 m olan iki ayağı arası uzaklık, ölçeği bilinmeyen bir haritada yaklaşık 0.5 cm gösterilmiştir. Haritanın ölçeğini bulmak için harita üzerindeki uzunluğu gerçek uzunluğa oranlarız.

Buna göre haritanın ölçeği yaklaşık 1/200.000′dir.

Heyelan : Toprağın, taşların ve tabakaların bulundukları yerlerden aşağılara doğru kayması ya da düşmesine toprak kayması ve göçmesi denir. Ülkemizde bu olayların tümüne birden heyelan adı verilir. Yerçekimi, yamaç zemin yapısı, eğim ve yağış koşulları heyelana neden olan etmenlerdir.

Hidrografya Haritaları : Bir bölgenin su potansiyeli (akarsular, göller, yeraltı suları, kaynaklar) hakkında bilgi veren haritalardır. Bu haritalar yardımıyla akarsuların drenaj tipi, akım miktarı, kanallar, göl sularının özellikleri, yeraltı sularının türü, kaynakların türü sayısı ve verimlilik derecesi hakkında bilgi edinilir.

Hidroloji : Suyun özelliklerini inceleyen bilim dalına hidroloji denir.

Hipsografik Eğri : Yeryüzünün yükseklik ve derinlik basamaklarını gösteren eğridir.

I

Irmak : Çayların birleşmesiyle oluşan akarsulara ırmak denir.

Işıma : Yeryüzü kazandığı enerjinin bir bölümünü atmosfere geri verir. Buna yer ışıması denir. Güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşamadığı saatlerde (gece) ve güneş ışınlarının yere değme açılarının küçüldüğü aylarda yer ışıması artar. Ayrıca, zeminin yapısı da yer ışıması üzerinde etkilidir. Örneğin yeryüzünün bitki ile kaplı alanlarında yer ışıması az ve yavaşken çılak arazilerde ısı kaybı daha hızlı ve fazla olur.

İ

İç Deniz : Okyanuslara boğazlar aracılığıyla bağlanan kara içlerine sokulmuş denizlere denir. Örnek : Akdeniz, Kızıldeniz, batlık Denizi, Karadeniz, Marmara Denizi, Azak Denizi

İklim : Geniş bir bölge içinde ve uzun yıllar boyunca değişmeyen ortalama hava koşullarına iklim denir.

İlkel Zaman : Günümüzden yaklaşık 600 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. İlkel zamanın yaklaşık 4 milyar yıl sürdüğü tahmin edilmektedir. Zamanın önemli olayları :

Sularda tek hücreli canlıların ortaya çıkışı. En eski kıta çekirdeklerinin oluşumu. İlkel zamanı karakterize eden canlılar alg ve radiolariadır.

İkinci Zaman (Mezozoik) : Günümüzden yaklaşık 65 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. İkinci zamanın yaklaşık 160 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir. İkinci zamanı karakterize eden dinazor ve ammonitler bu zamanın sonunda yok olmuşlardır.

Zamanın önemli olayları :Ekvatoral ve soğuk iklimlerin belirmesi. Kimmeridge ve Avustrien kıvrımlarının oluşumu. İkinci zamanı karakterize eden canlılar ammonit ve dinazordur.

İndirgenmiş Sıcaklık : Yeryüzünde sıcaklığın enleme bağlı dağılışını gösteren haritalar çizilirken yükseltinin sıcaklık üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için indirgenmiş sıcaklık değerleri kullanılır. Bir yerin yükseltisinin sıfır (0 m) kabul edilerek hesaplanan sıcaklığına indirgenmiş sıcaklık denir. Bir yerin indirgenmiş sıcaklığını hesaplamak için yükseltiden kaynaklanan sıcaklık farkı hesaplanır. Bu fark o yerin gerçek sıcaklığına eklenir.

İyonosfer : Mor ötesi (ultraviyole) ışınlarının, molekülleri parçalayarak iyonlar haline getirdiği atmosfer katmanıdır.

İzobath eğrisi : Bakınız : İzohips Eğrisi.

İzohips Aralığı (Eş Aralık) : İzohipsler haritaların ölçeğine uygun olarak belirlenen yükselti aralıkları ile çizilir. Bu aralığa izohips aralığı ya da eş aralık denir.

İzohips (Eş yükselti) Eğrisi : Deniz seviyesinden aynı yükseklikteki noktaları birleştiren eğriye eş yükselti (izohips) eğrisi, aynı derinlikteki noktaları birleştiren eğriye eş derinlik (izobath) eğrisi denir.

İzoterm Haritaları : Bir bölgede, eş sıcaklıktaki noktaları birleştiren eğriye izoterm denir. İzotermler yardımıyla çizilen izoterm haritalarından, bir bölgedeki sıcaklık dağılışı hakkında bilgi edinilir. Sıcaklık dağılışını daha iyi gösterebilmek için, bu haritalar sıcaklık basamaklarına uygun olarak renklendirilir. Sıcak yerler için kırmızının tonları soğuk yerler için mavinin tonları kullanılır

J

Jeoloji : Yerkürenin yapısını, yaşını ve özelliklerini araştıran bilim dalına yer bilimi jeoloji denir.

Jeolojik zamanlar : Yerkürenin, oluşmaya başladığı andan bu güne kadar geçirdiği devrelere Jeolojik zaman denir. Dünya’mızın 5-6 milyar yıl yaşında olduğu tahmin edilmektedir.

Jeosenklinal : Akarsular, rüzgarlar ve buzullar, aşındırıp, taşıdıkları maddeleri deniz ya da okyanus tabanlarında biriktirirler. Tortullanmanın görüldüğü bu geniş alanlara jeosenklinal denir.

Jeomorfoloji Haritaları : Bir bölgedeki şekillenme süreci yani iç ve dış güçlerin etkisiyle oluşan yer şekilleri hakkında bilgi veren haritalardır. Bu haritalarda faylar, yamaçlar, vadi türleri, birikinti konileri, sekiler, ovalar ve daha bir çok yer şekli taranarak gösterilir. Yer şekillerinin kolay ayırt edilmesi amacıyla bu haritalar renklendirilir.

Jeoterm Basamağı : Yeryüzünden yerin derinliklerine inildikçe 33 m’de bir sıcaklık 1 °C artar. Buna jeoterm basamağı denir.

Jips (Alçıtaşı) : Beyaz renkli, tırnakla çizilebilen kimyasal tortul bir taştır. Alçıtaşı olarak da isimlendirilir.

K

Kalker (Kireçtaşı) : Deniz ve okyanus havzalarında, erimiş halde bulunan kirecin çökelmesi ve taşlaşması sonucu oluşan taştır.

Kant-Laplace teorisi : Güneş Sistemi’nin oluşumu ile ilgili farklı teoriler ortaya atılmıştır. En geçerli teori sayılan Kant-Laplace teorisine Nebula teorisi de denir. Bu teoriye göre, Nebula adı verilen kızgın gaz kütlesi ekseni çevresinde sarmal bir hareketle dönerken, zamanla soğuyarak küçülmüştür. Bu dönüş etkisiyle oluşan çekim merkezinde Güneş oluşmuştur. Gazlardan hafif olanları Güneş tarafından çekilmiş, çekim etkisi dışındakiler uzay boşluğuna dağılmış ağır olanlar da Güneş’ten farklı uzaklıklarda soğuyarak gezegenleri oluşturmuşlardır

Kapalı Havza : Sularını denize ulaştıramayan havzalara kapalı havza denir.

Karaların Ortalama Yüksekliği : Karaların ortalama yüksekliği 1000 m dir. Dünya’nın en yüksek yeri deniz seviyesinden 8840 m yükseklikteki Everest Tepesi’dir.

Karayel : Türkiye’ye kuzeybatıdan esen soğuk rüzgarlardır. Kışın kar yağışlarına, yazın sağanak yağışlara neden olur.

Karstik Göller : Eriyebilen kayaçların bulunduğu yerlerde oluşan göllerdir.

Kaynak : Yeraltı sularının kendiliğinden yeryüzüne çıktığı yere kaynak denir. Türkiye’de kaynaklara pınar, eşme, bulak ve göze gibi adlar da verilir.

Kenar Deniz : Okyanus kıyılarında, okyanuslardan adalarla ayrılan denizlere denir. Örnek : Japon Denizi, Çin Denizi (Sarı Deniz), Umman Denizi, Kuzey Buz Denizi, Antiler, Tasman Denizi, Mercan Denizi, Bering Denizi, Karayip Denizi

Kesir Ölçek : Haritalardaki küçültme oranını basit kesirle ifade eden ölçek türüdür.

1 / 25.000 , 1 / 500.000, 1 / 1.000.000 birer kesir ölçektir.

Kesir ölçekte, pay ile paydanın birimleri aynıdır. Uzunluk birimi olarak santimetre (cm) kullanılır.

Örneğin : 1 / 1.000.000 ölçeğinde, arazi üzerindeki 1.000.000 cm (10 km)’lik uzunluk harita üzerinde 1 cm gösterilmiştir.

Kırağı : Soğuyan zeminler üzerindeki yoğunlaşmanın buz kristalleri şeklinde olmasıdır. Kırağının oluşabilmesi için de havanın açık ve durgun olması gerekir.

Kırç : Aşırı soğumuş su taneciklerinden oluşan bir sis uzun süre yerde kaldığında, su taneciklerinin soğuk cisimlere çarparak buz haline geçmesidir.

Kırgıbayır : Yarı kurak iklim bölgelerinde sel yarıntılarıyla dolu yamaçlara kırgıbayır (badlans) denir.

Kıta : Denizlerin ortasında çok büyük birer ada gibi duran kara kütlelerine kıta denir.

Kıta Platformu : Derin deniz platformundan sonra yüksek dağlar ile kıyı ovaları arasındaki en geniş bölümdür.

Kıta Sahanlığı : Deniz seviyesinin altında, kıyı çizgisinden -200 m derine kadar inen bölüme kıta sahanlığı (şelf) denir. Şelf kıtaların su altında kalmış bölümleri sayılır.

Kıta Yamacı : Şelf ile derin deniz platformunu birbirine bağlayan bölümdür.

Kiltaşı (Şist) : Çapı 2 mikrondan daha küçük olan ve kil adı verilen tanelerin yapışması sonucu oluşan fiziksel tortul bir taştır.

Kom : Ekonomik faaliyetin büyük ölçüde hayvancılığa dayalı olduğu aileler veya kişiler tarafından oluşturulan geçici yerleşmelerdir.

Konveksiyonel Yağış : Isınan havanın yükselerek soğuması ile oluşan yağışlardır.

Kömür : Bitkiler öldükten sonra bakteriler etkisiyle değişime uğrar. Eğer su altında kalarak değişime uğrarsa, C (karbon) miktarı artarak kömürleşme başlar. C miktarı % 60 ise turba, C miktarı % 70 ise linyit, C miktarı % 80 – 90 ise taş kömürü, C miktarı % 94 ise antrasit adını alır.

Kör (Çıkmaz) Vadi : Karstik yörelerdeki akarsular bir düdende kaybolarak akışını yeraltında sürdürür. Bu akarsuların yeryüzünde süreklilik göstermeyen vadilerine kör (çıkmaz) vadi denir.

Krater : Yanardağların püskürmesi sırasında mağmanın izlediği yola volkan bacası ve bunun ağzına krater denir.

Krivetz: Romanya’nın iç kesimlerinden Karadeniz kıyılarına doğru esen soğuk rüzgarlardır.

Kroki : Bir yerin kuşbakışı görünümünün ölçeksiz olarak düzleme aktarılmasıdır.

Kuaterner Zaman : Bakınız : Dördüncü Zaman.

Kumsal : Kıyılarda dalga ve akıntıların taşıdıkları maddeleri biriktirmesi ile oluşan alanlara kumsal denir. Girintili-çıkıntılı bir kıyıda dalgalar, denize çıkıntı yapan dik burunlarda aşındırma, buradan kopardıkları maddeleri koy içlerine taşıyarak kumsalların oluşmasını sağlar. Bu nedenle kumsallar genellikle koy içlerinde yer alır ve bir şerit halinde uzanır.

Kumtaşı (Gre) : Kum tanelerinin doğal bir çimento maddesi yardımıyla yapışması sonucu oluşan fiziksel tortul bir taştır.

Kumullar : Rüzgarların taşıdığı kumların çökelmesiyle kumullar oluşur. Gevşek yapıya sahip olan kumullar sürekli yer değiştirmektedirler. Orta Asya çöllerinde oluşan hilal biçimli kumullara ise barkan adı verilir.

Kuraklık Sınırı : Bir bölgenin sıcaklık ve nem koşulları tarım ürünlerini, sulamaya duyulan gereksinimi etkilemektedir.Yaz kuraklığının belirgin olduğu bir yerde sulamaya duyulan gereksinim fazladır. Buna kuraklık sınırı denir.

Kuyu suları : Kuyular açılarak yeraltından çıkarılan sulara kuyu suları denir.

L

Lapya : Kalkerli yamaçlarda yağmur ve kar sularının yüzeyi eriterek açtıkları küçük oluklardır. Oluşan çukurluklar keskin sırtlarda yan yana sıralandığından yüzey pürüzlüdür. Büyüklükleri birkaç cm ile birkaç metre arasında değişir.

Lav : Volkanlardan çıkarak yeryüzüne kadar ulaşan eriyik haldeki malzemeye lav denir.

Lejant : Bakınız : Harita Anahtarı.

Litosfer : Bakınız : Taşküre.

M

Mağara : Kalkerli arazilerde çatlaklar boyunca yeraltına sızan suların oluşturduğu büyük boşluklara mağara denir. Damlataş, Narlıkuyu, Düden, İnsuyu, Kızılin mağaraları en ünlüleridir.

Mağma : Yer kabuğunun altında bulunan sıcak ve sıvı katmana mağma denir.

Maki : Her mevsim yeşil kalan kısa boylu çalı ve ağaçlardan oluşan bitki örtüsüdür.

Maksimum Nem (Doyma Miktarı) : 1m3 havanın belli bir sıcaklıkta taşıyabileceği nemin gram olarak ağırlığıdır. Hava kütleleri ısındıkça genleşip hacimleri artar. Bu nedenle nem alma ve taşıma kapasiteleri de artar. Eğer hava taşıyabileceği kadar nem alırsa doyma noktasına ulaşır ve doymuş hava adını alır.

Örneğin : 20°C sıcaklığa sahip bir hava kütlesinin taşıyabileceği nem miktarı 17,32 gr/m3’tür. Bu hava kütlesinin sıcaklığı 30°C’ ye yükseldiğinde havanın hacmi genişleyeceği için taşıyabileceği nem miktarı da artar ve doyma noktası 30,4 ge/m3’e yükselir. Bu nedenle hava kütlesinin doyması için aradaki fark (13.08 gr) kadar nem yüklenmesi gerekir.

Manto : Dünya’nın Litosfer ile çekirdek arasındaki katmandır. 100-2890 km’ler arasında bulunan mantonun yoğunluğu 3,3-5,5 g/cm3 sıcaklığı 1900-3700 °C arasında değişir. Manto, yer hacminin en büyük bölümünü oluşturur. Yapısında silisyum, magnezyum , nikel ve demir bulunmaktadır. Mantonun üst kesimi yüksek sıcaklık ve basınçtan dolayı plastiki özellik gösterir. Alt kesimleri ise sıvı halde bulunur. Bu nedenle mantoda sürekli olarak alçalıcı-yükselici hareketler görülür.

Matematik Konum : Dünya üzerinde bir nokta veya alanın yerinin belirlenmesi için, o noktanın Ekvator’a ve başlangıç meridyenine olan uzaklığının bilinmesi gerekir. Bunun için enlem ve boylam kavramlarından yararlanılır.

Örnek : Türkiye 36° - 42° Kuzey enlemleri,

26° - 45° Doğu boylamları arasında yer alır.

Mercan Kalkeri : Mercan iskeletlerinden oluşan organik bir taştır. Temiz, sıcak ve derinliğin az olduğu denizlerde bulunur. Ada kenarlarında topluluk oluşturanlara atol denir. Kıyı yakınlarında olanlar ise, mercan resifleridir.

Menderes : Akarsu yatak eğiminin azalması, akarsuyun akış hızının ve aşındırma gücünün azalmasına neden olur. Akarsu büklümler yaparak akar. Akarsuyun geniş vadi tabanı içinde, eğimin azalması nedeniyle yaptığı büklümlere menderes denir. Menderesler yapan akarsuyun, uzunluğu artar ancak akımı azalır.Taban seviyesinin alçalması nedeniyle menderesler yapan bir akarsuyun, yatağına gömülmesiyle oluşan şekle gömük menderes denir.

Mermer : Kalkerin yüksek sıcaklık ve basınç altında değişime uğraması, yani metamorfize olması sonucu oluşur.

Meteoroloji : Atmosferin özelliklerini inceleyen bilim dalına meteoroloji denir.

Mezozoik Zaman : Bakınız : İkinci Zaman.

Mezra : bazı ailelerin tarım alanlarının az olması, kan davaları gibi nedenlerle bulundukları sürekli yerleşmelerden ayrılıp daha uzak bir yere yerleşmesiyle oluşmuş yerleşmelerdir. Tarımsal faaliyetler hayvancılığa göre ön plandadır. Bir kaç ev ve eklentilerden oluşan mezralar zamanla sürekli yerleşme haline gelebilir. Örneğin Elazığ, Harput’un bir mezrası iken zamanla büyüyerek kent haline gelmiştir.

Mistral : Fransa’nın iç kesimlerinden Rhone Vadisi’ni izleyerek Akdeniz kıyılarına doğru kışın esen soğuk rüzgarlardır.

Muson Ormanları :Yağışın fazla olduğu yerlerde, kış aylarında yapraklarını döken yayvan yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlar görülür. Bu ormanlara muson ormanları denir.

Mutlak Nem (Varolan Nem) : 1m3 havanın içindeki su buharının gram olarak ağırlığına mutlak nem denir. Mutlak nem, sıcaklığa bağlı olarak, Ekvator’dan kutuplara doğru, denizlerden karalara doğru ve yükseklere çıkıldıkça azalır.

N

Narenciye : Bakınız : Turunçgiller.

Nebula Teorisi : Bakınız : Kant-Laplace teorisi.

Nefometre : Bulutluluk gökyüzünü kaplayan bulutların miktarı 10 ya da 8 eşit parçaya bölünmüş ve nefometre adı verilen bir araç ile ölçülür. Nefometre ufku kaplayacak şekilde tutularak bulutla kaplı pencereler sayılır. Bulutla kaplı pencere sayısının tüm pencere sayısına oranı da bulutluluğu verir.

Nehir : Büyük ırmaklara nehir denir.

Nem : Yeryüzündeki su kütlelerinden buharlaşan su, atmosferin nemlenmesine yol açar. Atmosferdeki su buharına hava nemliliği de denir. Önemli bir sıcaklık etmeni olan atmosferdeki su buharının miktarı, yere ve zamana göre değişir.

Neozoik Zaman : Bakınız : Üçüncü Zaman.

Normal Hava Basıncı : 45° enlemlerinde, deniz seviyesinde ve 15°C sıcaklıkta ölçülen basınca normal hava basıncı denir.

Nüfus :Sınırları belli bir alanda yaşayan insan sayısına nüfus denir.

Nüfus Artış Hızı : Bir yıl içinde, doğum ve ölüm sayısına bağlı nüfus artışına doğal nüfus artış hızı ya da doğurganlık hızı denir.

Nüfus Haritaları : Dünya’nın bütününde ya da bir bölümündeki nüfusun dağılışı ve özellikleri hakkında bilgi veren haritalardır. Bu haritalarda nüfus dağılışı noktalama ile gösterilir. Nüfus yoğunluğu haritaları ise renklendirilir.

Nüfus Yoğunluğu : Belli bir alanda yaşayan nüfusun, o alana oranıdır. Ülkenin genişliği ve toplam nüfus hakkında bilgi verir. Kişi/km2 olarak gösterilir.

O

Oba : Daha çok göçebe hayvancılık yapan toplulukların geçici olarak yerleşip, çadır kurdukları yerleşmelerdir.

Obruk : Baca veya kuyu şeklinde, keskin köşeli, derin çukurluklara obruk denir. Derinliği 250-300 m’yi bulabilen obrukların bazılarının tabanında göl bulunur. Türkiye’de İç Anadolu’nun güneyinde ve Toroslar’da yaygın olarak obruklar görülür. İçel’deki Cennet-Cehennem mağaraları ve Konya’daki Kızören obruğu ülkemizdeki en güzel örneklerdir.

Obsidyen (Volkan Camı) : Siyah, kahverengi, yeşil renkli ve parlak dış püskürük bir taştır. Magmanın yer yüzüne çıktığında aniden soğuması ile oluşur. Bu nedenle camsı görünüme sahiptir.

Okyanus : Kıtaları birbirinden ayıran geni su kütlelerine okyanus denir. Örnek : Atlas Okyanusu, Büyük Okyanus (Pasifik Okyanusu), Hint Okyanusu

Orman : Büyüklü küçüklü çeşitli özellikteki ağaçların oluşturduğu bitki örtüsüdür.

Ormanaltı Florası : Orman örtüsü altında loş ortamda yetişen, çoğunlukla ot ve sarmaşık türlerinin oluşturduğu bitki topluluğudur.

Orojenez (Dağ Oluşumu) : Jeosenklinallerde biriken tortul tabakaların kıvrılma ve kırılma hareketleriyle yükselmesi olayına dağ oluşumu ya da orojenez denir.

Orografik Yağışlar : Nemli hava kütlelerinin bir dağ yamacına çarparak yükselmesi sonucunda oluşan yağışlardır.

Otlak : Büyük ve küçükbaş hayvancılığın yapıldığı yerlerde hayvanların otlatıldığı alanlara otlak denir.

Ova : Çevresine göre çukurda kalmış geniş düzlüklere ova denir.

Ö

Ölçek : Gerçek ölçülerin kaç defa küçültüldüğünü gösteren küçültme oranına ölçek denir.

Örtü buzulu : Çok geniş alanlara yayılan, kilometrelerce alan kaplayan buzul türüdür.

Özel Konum : Dünya üzerindeki bir yerin çevresine, denizlere, yer şekillerine, anayollara, geçitlere ve komşularına göre konumudur.
Özel Konum; İklim koşullarını, Doğal bitki örtüsünü, Tarımsal etkinlikleri, Nüfus ve yerleşme biçimini, Ekonomik etkinlikleri, Ulaşım olanaklarını, Siyasal ve kültürel yapıyı etkiler.

P

Paleontoloji : Fosilleri inceleyen bilim dalına paleontoloji denir.

Paleozoik Zaman : Bakınız : Birinci Zaman.

Peribacası : Özellikle volkan tüflerinin yaygın olarak bulunduğu vadi ve platoların yamaçlarında sel sularının aşındırması ile oluşan özel yeryüzü şekillerine peribacası denir. Bazı peribacalarının üzerinde şapkaya benzer, aşınmadan arta kalan sert volkanik taşlar bulunur. Bunlar volkanik faaliyet sırasında bölgeye yayılmış andezit ya da bazalt kütleridir. Peribacalarının en güzel örnekleri ülkemizde Nevşehir, Ürgüp ve Göreme çevresinde görülür.

Plan : Bir yerin kuşbakışı görünümünün belli bir oranda küçültülerek düzleme aktarılmasıdır. Plan bir tür büyük ölçekli haritadır.

Plato : Akarsu vadileriyle derince yarılmış düz ve geniş düzlüklerdir.

Peneplen : Geniş arazi bölümlerinin, akarsu aşınım faaliyetlerinin son döneminde deniz seviyesine yakın hale indirilmesiyle oluşmuş, az engebeli şekle peneplen (yontukdüz) denir.

Perihel : Bakınız : Günberi.

Polye : Karstik yörelerdeki genişliği birkaç kilometre olan, uzunluğu 20-30 kilometreyi bulan, hatta geçebilen ova görünümlü büyük karstik çukurlara polye denir. Türkiye’de özellikle Toroslar’da polyeler yaygındır. Örneğin; Akdeniz Bölgesi’ndeki Ketsel, Elmalı ve Akseki ovası birer polyedir.

Poyraz : Türkiye’nin hemen her yerinde esen rüzgarlardır. Yaz poyrazı serinletici etki yapar. Kışın ise kuru soğuklara neden olur.

Projeksiyon : Dünya’nın küreselliği nedeniyle, haritalarda ortaya çıkan hataları en aza indirmek için çeşitli yöntemler kullanılır. Bunun için yerkürenin paralel ve meridyen ağının belirli kurallara göre düz bir kağıda geçirilmesi gerekir. Bu sisteme projeksiyon denir.

R

Rüzgar : Hava kütlelerinin yatay yöndeki hareketlerine rüzgar denir.

Rüzgar Erozyonu : Bitki örtüsünün olmadığı ya da cılız olduğu yerlerde toprağın rüzgarlarla yerinden kopartılarak taşınmasına rüzgar erozyonu denir.

Rüzgarın Frekansı (Esme Sıklığı) : Rüzgarın yıl içinde belirli bir yönden esme sıklığına rüzgar frekansı denir. Esme sıklığı rüzgar frekans gülleri ile gösterilir. Bir bölgede belirli bir sürede rüzgarların en sık estiği yöne egemen rüzgar yönü denir. Örneğin Ankara Meteoroloji İstasyonu verilerine göre, Ankara’ya ait yıllık ortalama rüzgar frekans gülüne bakıldığında, yıl içinde kuzeydoğudan esen rüzgarların toplam 5000 esme sayısı ile en fazla olduğu görülür. Yani egemen rüzgar yönü kuzeydoğudur.

S

Samanyolu : Çok sayıda yıldızlardan ve Güneş’ten oluşan galaksiye Samanyolu denir.

Sanayi : Ham maddelerin işlenerek mamül madde haline getirilmesine sanayi denir.

Sarkıt-Dikit : Kalsiyum karbonatça zengin suların mağara tavanından sızarak içindeki kirecin tavanda birikmesi ile sarkıtlar, damlayarak tabanında birikmesi ile dikitler oluşur. Karstik alanlardaki mağaralarda görülen bu şekillerin en güzel örnekleri Damlataş Mağarası’nda bulunmaktadır.

Seki (Taraça) : Yatağına alüvyonlarını yaymış olan akarsuyun yeniden canlanarak yatağını kazması ve derinleştirmesi sonucunda oluşan basamaklardır. Taban seviyesinin alçalması nedeniyle, tabanlı bir vadide akan akarsuyun aşındırma gücü artar. Yatağını derine doğru kazan akarsu vadi tabanına gömülür. Eski vadi tabanlarının yüksekte kalması ile oluşan basamaklara seki ya da taraça denir.

Sel : Sağanak yağış ve hızlı kar erimeleri sonucu çok miktarda suyun akışa geçmesi ile meydana gelen duruma sel denir.

Sıcaklık : Sıcaklığın yüksek olduğu yerlerde havanın nem alma kapasitesi de yüksek olduğu için buharlaşma artar, düşük olduğu yerlerde ise buharlaşma azalır.

Sırt : İki akarsu vadisini birbirinden ayıran ve birbirine ters yönde eğimli yüzeyleri birleştiren yeryüzü şeklidir. Sırtların üzeri düz olabileceği gibi keskin de olabilir.

Sirk buzulu : Dağların tepesindeki ve yüksek yamaçlardaki küçük çanaklarda yeni oluşmaya başlayan buz türüdür.

Sismograf : Depremin süresi ve şiddetini ölçen alete sismograf denir.

Siyasi ve İdari Haritalar : Yeryüzünde veya bir kıtada bulunan ülkeleri, bir ülkenin idari bölünüşünü, yerleşim merkezlerini gösteren haritalardır. Bu haritalardan uzunluk ve alan bulmada yararlanılır. Ancak yer şekilleri hakkında bilgi edinilemez.

Siyenit : Yeşilimsi, pembemsi renkli iç püskürük bir taştır. Adını Mısır’daki Syene (Asuvan) kentinden almıştır. Siyenit dağılınca kil oluşur.

Step : Bakınız : Bozkır.

Stratosfer : Troposferin üstündeki atmosfer katmandır.

Sürekli Rüzgarlar : Genel Hava dolaşımına bağlı, sürekli basınç kuşakları arasında yıl boyunca yön değiştirmeden esen rüzgarlardır.

Ş

Şemosfer : Atmosferin stratosfer ile İyonosfer arasındaki katmanıdır.

T

Takke buzulu : Dağların bütün yamaçlarını kuşatan buzul türüdür.

Taraça : Bakınız : Seki.

Tarım : Toprağı işleyerek ekme ve dikme yoluyla çeşitli ürünler elde etme işine tarım denir.

Taşküre (Litosfer) : Dünya’nın manto katmanının üstünde yer alan ve yeryüzüne kadar uzanan katmanıdır. Kalınlığı ortalama 100 km’dir. Taşküre’nin ortalama 35 km’lik üst bölümüne yerkabuğu denir.

Tebeşir : Derin deniz canlıları olan tek hücreli Globugerina (Globijerina)’ların birikimi sonucu oluşur. Saf, yumuşak, kolay dağılabilen bir kalkerdir. Gözenekli olduğu için suyu kolay geçirir.

Tektonik Göller : Yerkabuğunun tektonik hareketleri sırasında oluşan çanaklardaki göllerdir.

Tepe : Bir doruk noktası ve onu çevreleyen yamaçlardan oluşmaktadır.

Termik Basınç : Dünya’nın küreselliği nedeniyle ısınma ve soğumaya bağlı oluşan basınçlardır.

Termik Ekvator : Meridyenlerin en sıcak noktalarını birleştiren eğriye termik ekvator denir.

Ters Alizeler (Üst Alizeler) : Ekvator’dan (TAB), 30° enlemlerine (DYB) doğru esen üst rüzgarlardır. Her yerde ve her zaman görülmezler. Yeteri kadar sürekli ve güçlü değillerdir. 30° enlemleri çevresinde aşağıya doğru alçaldığından yağış oluşumunu engellerler.

Ticaret : Para kazanmak için yapılan alım satım işlerine ticaret denir.

Topoğrafya Haritaları : İzohips (eş yükselti) eğrisi yöntemi ile yapılır. Araziyi ölçekleri oranında ayrıntıları ile gösterirler. Ölçekleri 1 / 20.000 ile 1 / 500.000 arasında değişir. 1 / 20.000′den büyük ölçekli olanlar kadastro işlerinde ve askeri amaçlarla kullanılır. Bu haritalardan ölçek, uzunluk alan ve eğim hesaplamada yararlanılır.

Toprak Haritaları : Bir bölgenin toprak özellikleri ve dağılışları hakkında bilgi veren haritalardır. Bu haritalardan, yetiştirilecek ürünlerin belirlenmesi, buna bağlı olarak topraklardan daha iyi verim alınabilmesi gibi bir çok konuda yararlanılır.

Traverten : Kalsiyum biokarbonatlı yer altı sularının mağara boşluklarında veya yeryüzüne çıktıkları yerlerde içlerindeki kalsiyum karbonatın çökelmesi sonucu oluşan kimyasal tortul bir taştır.

Traverten : Genellikle sıcak su kaynaklarının yakınında ve kalsiyum karbonatlı suların yayılarak aktığı alanlarda, kirecin çökelmesi ile oluşan basamaklardır. En güzel örnekleri Denizli-Pamukkale’dedir.

Troposfer : Atmosferin, yeryüzüne temas eden, alt bölümüdür.

Tundra : Düşük sıcaklığa ve kuraklığa uyum sağlamış olan kısa boylu çalılar, otlar ve yosunlardır. Bu bitki örtüsüne tundra adı verilir.

Turizm : İnsanların görme, tanıma, dinlenme, eğitim, spor, tedavi ve kutsal yerleri ziyaret etmek amacıyla yaptıkları gezilere turizm denir.

Turunçgiller (Narenciye) : Portakal, mandalina, greyfurt, turunç ve limon bitkilerine genel olarak turunçgil denir.

Tsunami : Bakınız : Dalgalar.

Türkiye’nin Matematiksel Konumu : Türkiye 36° - 42° Kuzey enlemleri, 26°-45° Doğu boylamları arasında yer alır.

U

Uvala : Genişleyip, derinleşen dolinlerin birleşmesiyle oluşan, dolinlerden daha büyük çukurluklardır. Uvaların düzensiz şekle sahip olması ve tabanlarındaki erimeden geriye kalan kalker çıkıntıları dolinlerden kolayca ayırtedilmesini sağlar.

Ü

Üçüncü Zaman (Neozoik) : Günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. Üçüncü zamanın yaklaşık 63 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir.
Zamanın önemli olayları : Kıtaların bugünkü görünümünü kazanmaya başlaması. Linyit havzalarının oluşumu. Bugünkü iklim bölgelerinin ve bitki topluluklarının belirmeye başlaması. Alp kıvrım sisteminin gelişmesi. Nümmilitler ve memelilerin ortaya çıkışı. Üçüncü zamanı karakterize eden canlılar nummilit, hipparion, elephas ve mastadondur.

V

Vadi : Akarsuyun içinde aktığı, kaynaktan ağıza doğru sürekli inişi bulunan, uzun çukurluklardır.

Vadi buzulu : Sürekli beslenerek sirkten taşan ve vadi boyunca aşağı hareket eden buzul türüdür.

Volkan Bacası : Mağmanın yeryüzüne ulaşıncaya kadar geçtiği yola volkan bacası denir.

Volkanik Göller : Volkanik patlamalar ile oluşan çanaklardaki göllerdir. Krater gölü, kaldera gölü ya da maar gölü gibi çeşitleri vardır.

Volkanik Tüf : Volkanlardan çıkan kül ve irili ufaklı parçaların üst üste yığılarak yapışması ile oluşan taşlara volkan tüfü denir.

Volkanizma : Yerin derinliklerinde bulunan magmanın patlama ve püskürme biçiminde yeryüzüne çıkmasına volkanizma denir.

Volkan Konisi : Lav, kül, volkan bombası gibi volkanik maddelerin üst üste yığılması ile oluşan koni biçimli yükseltiye volkan konisi, koni üzerinde oluşan çukurluğa krater denir.

Y

Yağış : Havadaki nemin doyma noktasını aşıp, su damlacıkları, buz kristalleri veya buz parçacıkları şeklinde yoğunlaşmasına yağış denir.

Yamaç : Yeryüzündeki eğimli yüzeylerdir.

Yanardağ : Mağmadan gelen ve yer kabuğundaki çatlaklardan püsküren lavların yığılması sonucunda o bölgede dağlar oluşur. Bunlara yanardağ ya da volkan adı verilir.

Yarma Vadi (Boğaz) : Akarsuyun, iki düzlük arasında bulunan sert kütleyi derinlemesine aşındırması sonucunda oluşur. Vadi yamaçları dik, tabanı dardır. Akarsuyun yukarı bölümlerinde görülür.

Yayla : Yaz aylarında hayvan otlatmak veya tarımsal faaliyette bulunmak amacıyla gidilen geçici yerleşmelerdir. Yaylalar dinlenmek amacıyla gidilen yazlık sayfiye yerleri de olabilir.

Yerel Saat : Bir noktada Güneş’in gökyüzündeki konumuna göre belirlenen saate yerel saat denir. Aynı boylam üzerindeki noktalarda yerel saat aynıdır. Herhangi bir meridyenin Güneşin tam karşısına geldiği an, meridyen üzerindeki tüm noktalarda yerel saat 12.00′dir.
Güneş, doğudaki bir noktada batıdaki yerlere göre daha önce doğar ve daha önce batar; bu nedenle yerel saat doğudaki yerlerde daha ileridir.

Yıldız : Türkiye’ye kuzeyden esen soğuk rüzgarlardır. Karadeniz kıyılarına yağış bırakırlar. Kar yağışına neden olurlar. Karayel ile karışık estiğinde kar fırtınaları görülür.

Yıldız : Güneş gibi, kendiliğinden ısı ve ışık veren gök cisimlerine yıldız adı verilir.

Yoğunlaşma : Atmosferdeki su buharının gaz halden sıvı ya da katı hale geçmesine yoğunlaşma denir. Yoğunlaşmanın temel nedeni sıcaklığın düşmesidir.

Yöre : Bölüm içerisinde farklı özelliklere sahip, bölümden daha küçük birimlerdir. Iğdır Yöresi, Göller Yöresi, Menteşe Yöresi gibi.

Yörünge Düzlemi : Bakınız : Ekliptik.

Yükseklik : Ağır bir gaz olan su buharı, yerçekiminin etkisiyle fazla yükselemez. Yoğunlaşma sonucu yağış tekrar yeryüzüne düşer. Yükseldikçe hava soğuyacağından havanın su buharı taşıma kapasitesi dolayısıyla buharlaşma azalır.

Güneş Sistemi Yapısı ve Oluşumu

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 23rd, 2008 | by admin | no comments

 

Güneş Sistemi; Güneş’ten ve onun çekim etkisi altında kalan sekiz gezegen ve onların bilinen 166 uydusundan, üç cüce gezegenden (Ceres, Plüton, Eris ile onların bilinen dört uydusu), ve milyarlarca küçük gökcisminden oluşur. Küçük cisimler kategorisine asteroitler, Kuiper kuşağı nesneleri, kuyrukluyıldızlar, göktaşları ve gezegenlerarası toz girer.

Güneş Sistemi; Güneş, dört yerbenzeri iç gezegen, küçük taş asteroitlerden oluşan bir asteroit kuşağı, dört gaz devi dış gezegen, ve Kuiper kuşağı denen buzsu cisimlerden oluşan ikinci bir kuşaktan ibarettir. Kuiper kuşağının ötesinde ise seyrek disk, gündurgun (heliopause) ve en son olarak da varsayımsal Oort bulutu bulunur.

Güneş’ten olan uzaklıklarına göre gezegenler sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, ve Neptün’dür. Bu sekiz gezegenin altısının çevresinde doğal uydular döner. Ayrıca dış gezegenlerin her birinin toz ve diğer parçacıklardan oluşan bir gezegen kuşağı vardır. Dünya dışındaki tüm gezegenler adlarını Yunan-Roma mitolojisi tanrılarından alır. Üç cüce gezegen Kuiper kuşağında en büyük cisim olan Plüton, asteroit kuşağındaki en büyük cisim olan Ceres ve seyrek diskte yer alan ve diğer ikisinden daha büyük olan Eris’tir.

Yapısı

Güneş Sistemi’nin asıl bileşeni elbetteki sistemin bilinen kütlesinin % 99,86’sını oluşturan ve çekim kuvveti ile sistemi bir arada tutan ana dizide yeralan G2V tipi bir sarı cüce olan Güneş’tir. Sistemin kalan kütlesinin % 90′ından fazlasını da yalnızca Güneş’in çevresinde dönen en büyük iki gökcismi olan Jüpiter ve Satürn oluşturur.

Güneş’in çevresinde dönen büyük gökcisimlerinin çoğu Dünya’nın yörüngesinin tutulum adı verilen düzleminde bulunur. Gezegenler tutuluma çok yakın bulunurken kuyruklu yıldızlar ve Kuiper kuşağı gökcisimleri tutulum çemberi ile büyük açılar yapar.

Gezegenlerin hepsi ve diğer gökcisimlerinin çoğu, Güneş’in kuzey kutbunun üzerindeki bir noktasından bakıldığında, Güneş’in çevresindeki yörüngede saat yönünün tersine dönmektedir. Ancak Halley kuyruklu yıldızı gibi istisnalar bulunur.

Gökcisimleri Güneş’in çevresinde Kepler yasalarına uygun olarak devinirler. Her gökcismi, odak noktalarından birinde Güneş’in bulunduğu yaklaşık bir elips yörünge üzerinde hareket eder. Güneş’e daha yakın olan gökcisimleri daha hızlı hareket eder. Gezegenlerin yörüngeleri hemen hemen daireseldir ama birçok kuyruklu yıldız, asteroit ve Kuiper kuşağı gökcisimleri oldukça dar eliptik yörüngeler izler.

Güneş Sistemi gösterimlerinde çok büyük uzaklıkları tasvir etme zorluğuna karşı, yörüngeler genellikle eşit uzaklıkta gösterilir. Gerçekte, birkaç istisna dışında bir gezegen ya da kuşağın Güneş’e olan uzaklığı arttıkça bir önceki yörünge ile olan uzaklığı da büyür. Örneğin Venüs, Merkür’den 0,33 GB daha dışarıdadır, Satürn ise Jüpiter’den 4,3 GB daha uzaktadır. Neptün de Uranüs’ten 10,5 GB daha uzaktadır. Bu yörünge uzaklıkları arasında bağıntı kurmaya çalışan Titius-Bode yasası gibi bazı girişimler olmuş ama kabul gören bir teori çıkmamıştır.

Güneş Sistemi’nin Oluşumu ve Evrimi

Güneş Sistemi’nin ilk olarak Emanuel Swedenborg tarafından 1734 yılında öne sürülen, daha sonra Immanuel Kant tarafından 1755 yılında genişletilen bulutsu varsayıma uygun olarak oluştuğuna inanılmaktadır. Benzer bir teori Pierre-Simon Laplace tarafından bağımsız olarak 1796′da üretilmiştir. Bu teoriye göre Güneş Sistemi 4,6 milyar yıl önce dev bir moleküler bulutun çökmesi sonucu oluşmuştur. Bu ilk bulutun birkaç ışık yılı genişliğinde olduğu ve birkaç yıldızın doğumuna sebep olduğu sanılmaktadır. Çok eski göktaşlarının incelenmesi sonucunda, ancak çok büyük patlayan yıldızların merkezinde oluşabilecek kimyasal elementlere rastlanması Güneş’in bir yıldız kümesi içinde ve birkaç süpernova patlamasının yakınında oluştuğuna işaret eder. Bu süpernovalardan gelen şok dalgası çevrede bulunan bulutun içinde yüksek yoğunluk bölgeleri oluşturarak iç gaz basıncını yenecek ve içe çöküşe neden olacak kütleçekimsel kuvvetlerin oluşmasına izin vererek Güneş’in oluşmasını tetiklemiş olabilir.

Sonradan Güneş Sistemi olacak olan ve güneş öncesi bulutsu olarak bilinen bölge 7.000 ile 20.000 GB çapında ve Güneş’in kütlesinden biraz daha fazla bir kütleye sahipti (0,1 ile 0,001 güneş kütlesi kadar). Bulutsu içe doğru çöktükçe açısal momentumun korunması nedeniyle daha da hızlı dönmeye başladı. Bulutsunun içindeki maddeler yoğunlaştıkça içindeki atomlar artan frekanslarla çarpışmaya başladı. Hemen hemen kütlenin tamamının toplandığı merkezin sıcaklığı etrafındaki diske göre giderek daha da arttı. Kütleçekimi, gaz basıncı, manyetik alanlar ve dönüş küçülen bulutsuyu etkiledikçe kabaca 200 GB çapında, kendi etrafında dönen gezegen öncesi bir diske dönüştü ve merkezde sıcak ve yoğun bir önyıldız oluştu.

Güneş’in evriminin bu dönemine benzeyen, genç, birleşme öncesi güneş kütlesine sahip T Tauri yıldızları üzerine yapılan incelemeler sıklıkla gezegen oluşumu öncesi disklerin bu tür yıldızlarla bir arada bulunduğunu gösterir. Bu diskler birkaç yüz gök birimi genişliğe ve en sıcak oldukları noktada ancak bin kelvin sıcaklığa ulaşırlar.

Yaklaşık 100 milyon yıl sonra içeri çöken bulutsunun merkezinde bulunan hidrojenin yoğunluğu ve basıncı önyıldızın nükleer füzyona başlamasına yetecek miktara gelmişti. Termal enerjinin kütleçekimsel daralmaya karşı durabildiği hidrostatik dengeye ulaşana kadar bu artış devam etti. İşte bu noktada güneş artık tam bir yıldız olmuştu.

Geride kalan gaz ve tozdan ibaret güneş bulutsusundan çeşitli gezegenler oluşmuştur. Bu oluşumun kaynaşma süreciyle olduğuna inanılmaktadır. Kaynaşma; gezegenlerin merkezde yeralan önyıldız çevresinde dönen toz taneleri olarak başlamaları, yavaş yavaş bir ile on metre çapında topaklar hâline gelmeleri, daha sonra çarpışarak 5 km çapında gezegenciklere dönüşmeleri, ve sonraki birkaç milyon yıl boyunca çarpışmalara devam ederek her yıl kabaca 15 cm kadar büyümeleri sürecidir.

İç Güneş Sistemi, su ve metan gibi uçucu moleküllerin yoğunlaşmasına izin vermeyecek kadar çok sıcaktı, dolayısıyla oluşan gezegencikler gezegen öncesi diskin yalnızca 0,6% kütlesinden ibaretti ve genel olarak silikatlar ve metaller gibi yüksek erime noktasına sahip olan kimyasal bileşiklerden oluşmuşlardı. Bu kayasal gökcisimleri sonunda yerbenzeri gezegenler oldu. Daha ötelerde Jüpiter’in kütleçekimsel etkisi gezegen öncesi gökcisimlerinin biraraya gelmesini engelledi ve geride asteroit kuşağı kaldı.

Daha da ötede, donma hattının gerisinde, daha uçucu olan buzlu bileşiklerin katı kalabileceği yerde, Jüpiter ve Satürn gaz devi hâline geldi. Uranüs ve Neptün daha az madde yakalayabildi ve çekirdeklerinin hidrojen bileşiklerinden oluşan buzdan meydana geldiğine inanıldığı için buz devi olarak bilinirler.

Genç Güneş enerji üretmeye başladıktan sonra güneş rüzgârı gezegen öncesi diskte bulunan gaz ve tozu yıldızlararası uzaya doğru gönderdi ve böylece gezegenlerin oluşumunu durdurdu. T Tauri yıldızları daha kararlı ve eski yıldızlara nazaran daha güçlü yıldız rüzgârlarına sahiptir.

Gökbilimciler Güneş Sisteminin güneş ana diziden uzaklaşmaya başlayıncaya kadar bugünkü hâliyle kalacağını tahmin etmektedir. Güneş hidrojen yakıtını yaktıkça geride kalan yakıtı yakabilmek için giderek ısınır, dolayısıyla da daha hızlı yakmaya devam eder. Sonuç olarak kabaca her 1,1 milyar yılda bir yüzde on oranında parlaklığı artmaktadır.

Tahminlere göre bugünden yaklaşık 6,4 milyar yıl sonra Güneş’in çekirdeği o kadar sıcak olacak ki daha az yoğun olan üst katmanlarda da hidrojen kaynaşması oluşmaya başlayacak. Bunun sonunda Güneş şu anki çapının kabaca 100 katı kadar genişleyecek ve bir kızıl dev olacaktır. Sonra da oldukça artmış olan yüzey alanı nedeniyle soğumaya başlayacak ve parlaklığını yitirecektir.

En sonunda Güneş’in dış katmanları ayrılacak ve geride olağanüstü derecede yoğun bir gökcismi olan beyaz cüce kalacaktır. Bu beyaz cüce Güneş’in ilk kütlesinin yarısına sahip olacak ancak büyüklüğü dünya kadar olacaktır.

Güneşe yakınlıklarına göre gezegenler ve özellikleri aşağıdaki gibi sıralanmaktadır:

  1.  Merkür
  2.  Venüs
  3.  Dünya
  4.  Mars
  5.  Jüpiter
  6.  Satürn
  7.  Uranüs
  8.  Neptün
  9.  Pluton

Pluton Gezegeni Yapısı ve Özellikleri

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 23rd, 2008 | by admin | no comments

Güneş’e uzaklık sıralamasında dokuzuncu gezegen. XIX. yy. sonunda bilinen en uzak gezegen Neptün’dü; 1846’da Le Verrier bu gezegeni, Uranüs’ün hareketinde doğurduğu tedirginlikle ilgili hesaplar sonucunda bulmuştu. Yarım yüzyıllık gözlemlerden sonra gökbilimciler, bilinmeyen bir başka gezegenin, Uranüs ve Neptün’ün hareketlerinde tedirginliğe yolaçtığı kanısına vardır. Çünkü Newton mekaniğine ve konum ölçümlerine göre yapılan kuramsal hesaplar, sürekli farklı çıkıyor ve fark, hesap hatası denebilecek değeri geçiyordu.

ABD’li astronom Percival Lowell, bu yeni gezegenin yörüngesini hesaplayıp, XX. yy. başında Flagstaff’taki (Arizona) özel gözlemevinde gökküreyi taradı; ama araştırmaları başarısızlıkla sonuçlandı. Yörünge hesaplarını yeniden ele alan Pickering, Lowell’in bulduğu sonuçları elde etti; Humason 1918’de gök cismini ortaya çıkarmak için bir dizi fotoğraf çektiyse de, başarıya ulaşamadı.

18 Şubat 1930’da Clyde W. Tombaugh, sonunda gezegeni bulmayı başardı ve mitolojideki Ölüler Ülkesi’nin tanrısı Hades’in adlarından biri olan, Plüton adını verdi.

Yörüngesi

Yer’e uzaklığından ötürü gözlenmesi çok güç olan Plüton’la ilgili kesin veriler, yalnızca yörüngesiyle ilgili olanlardır. Gezegen, Güneş çevresindeki dolanımını 248 yıl 4 ayda tamamlar; Güneş’e uzaklığı, günberi noktasında 4,42 milyar km, günöte noktasında 7,40 milyar km’dir; dolanım düzlemi, Yer’in yörünge düzlemine göre 17° ’lik bir eğim gösterir.

Fiziksel Özellikleri

Birçok özelliği henüz aydınlatılamamış olan Plüton’un çapı, yalnızca 2.284 km dolayındadır; yani Güneş sistemindeki gezegenlerin en küçüğüdür. Oysa hesaplar, Uranüs ve Neptün’ün dolanımlarında tedirginlik doğurması için, kütlesinin Yer’in kütlesine eşit olması gerektiğini göstermektedir. Bu durumdaysa Plüton’un yoğunluğunu 50 olması gerekir: Bu, kabul edilebilecek bir sayı değildir. Dolayısıyla, gökbilimciler iki varsayım üstünde durmaktadır: Her şeyden önce, Plüton’un gerçek çapı, teleskopla ölçülenin iki katıdır; ölçümle elde edilmiş değer, aslında, Güneş ışığının değerlendirilebilir miktarını Yer’e doğru yansıtabilen tek noktası olan merkez bölgesinin çapına uyar. İkinci varsayıma göre, ölçülen çap hatalı değilse, Plüton, Güneş sisteminin son gezegeni değildir; daha uzak bir onuncu gezegen (belki başkaları da) vardır ve Neptün ile Uranüs’e uyguladıkları tedirginlik, Plüton’un kütlesi üstünde yapılan hesaplarda yanılgıya yolaçmaktadır. Sorunu kesinlikle çözmek için, kuşkusuz daha çok sayıda ve sabırla gözlemler yapılması gerekmektedir.

Uydusu

Plüton’un uydusu Charon, 22 Haziran 1978’de, ABD’li astrofizikçi James W. Christy tarafından bulunmuştur. Plüton’un merkezinden ortalama 19.000 km uzaklıktaki yörüngesinde, 6,39 günde, yani Plüton’la aynı dolanım süresinde dolanmaktadır. Boyutları da Plüton’unkine yakın olduğundan, astronomlar, bu iki gök cismini bir çiftgezegen gibi düşünmeye başlamışlardır.

Neptun Gezegeni Yapısı ve Özellikleri

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 23rd, 2008 | by admin | no comments

Güneş’e uzaklık sırasına göre sekizinci gezegen. Çok uzakta bulunan, çıplak gözle görülemeyen, bu yüzden de, tıpkı Uranüs ve Plüton gibi, uzun süre astronomlar tarafından varlığı fark edilmeyen Neptün’ün yeri, 1845’te ve 1846’da İngiliz astronomu John Couch Adams ile Fransız astronomu Urbain Jean Joseph Leverrier tarafından, birbirlerinden bağımsız olarak, Uranüs’ün yörüngesindeki düzensizlikleri açıklayabilmek amacıyla hesaplandı. Adams’ın ulaştığı sonuçlarla, o dönemin İngiltere’sinde pek ilgilenilmemesine karşılık, Leverrier’ninkiler, hemen büyük ilgi uyandırdı: Berlin gözlemevinin yöneticisi Galle, teleskopunu belirtilen yöne doğrulttu ve aranılan gezegeni buldu. Soluk renkli bu küçük diske, “Neptün” adı verildi.

Yörüngesi, Güneş sisteminin merkezinden 4.500 milyon km uzaklıkta olan Neptün’de bir yıl 165 Yer yılı, bir günse 14 saat sürer. 1969’da yapılan ölçümlere göre, çapı 50.000 km, hacmi Yer’inkinden 65 kat çoktur; ama oluştuğu gereçlerin hafifliği nedeniyle, kütlesi Yer’inkinden ancak 17 katıdır.

Neptün’ün iç yapısı henüz bilinmemekte, ama büyük bölümleri hidrojenden oluşan büyük gezegenlerinkine ve Jüpiter’inkine çok benzediği düşünülmektedir. Yerden bakıldığında mavimsi renkli bir disk gibi görünür; bu renk, atmosferindeki dış tabakaların çok kalın bir hidrojen tabakası içinde seyrelmiş metan bakımından zengin olmasının sonucudur.

Neptün’ün yüzeyinde en yüksek sıcaklıklar 220° C’a yaklaşır ve astronom A. Dollfus, gezegenin üstünde, hareketsiz gibi görünen düzensiz lekeler gözlemiştir. Buna dayanılarak, her şeyin don olayı nedeniyle hareketsizleştiği ve atmosfer akımları bulunmadığı sanılmaktadır. Gezegenin göğünde, Triton ve Nereid adları verilen, çok soluk renkli 2 ay vardır; daha büyük olan birincisinin boyutları Yer’in uydusu Ay’ınkinden büyüktür.

1989’da ABD uzay sondası Voyager 2, Neptün’e 5.000 km yaklaşmış ve kameraları, atmosfer olaylarıyla ilgili bazı bilgiler (“Büyük Kara Leke” adı verilen çok büyük fırtına sistemi, vb.) göndermiştir.

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 23rd, 2008 | by admin | no comments

Uranüs Güneş sisteminin Güneş’ten uzaklık sırasına göre 7. gezegenidir. Çap açısından Jüpiter ve Satürn’den sonra üçüncü, kütle açısından bu iki gezegen ve Neptün’ün ardından dördüncü sırada gelir. Adını Yunan mitolojisi’ndeki gökyüzü tanrısı Uranos’tan (Yunanca’da Οὐρανός, Latinceleştirilmiş şekli ile Uranus) alır. 1781 yılında William Herschel tarafından bulunmuştur. Gaz devleri sınıfına girmektedir.

Uranüs, Güneş çevresinde bir devrini 84 yılda tamamlar. Hafifçe eliptik olan yörüngesi boyunca, Güneş’e uzaklığı 18-20 Astronomi birimi (ortalama 211-421)arasında değişir.

Uranüs’ün kütlesi Yer’inkinin 15 katı, hacmi ise 100 katıdır. Uranüs’ün çevresinde ince, keskin hatlı ve koyu renkli 10 halkanın olduğu tespit edilmiştir. Halkaların tümü, yaklaşık 1 m çapında koyu renkli kaya benzeri parçalardan oluşmaktadır. Bunların yapısı henüz belirlenememiştir. Uranüs, kutbu güneşe bakacak şekilde tekerlek gibi döner. Böylece etrafındaki halkalar da dik olarak onunla birlikte döner.

Uranüs’de, Yer’in ve Satürn’ün çevresindekilerle karşılaştırılabilecek ölçüde manyetik alan vardır. Manyetik alanın ekseni, gezegenin dönme eksenine göre 55o eğiktir ve bu diğer gezegenlere oranla oldukça yüksek bir değerdir. Bu eğiklik manyetik alanın, güneş rüzgarı karşında tirbuşan benzeri uzun bir kuyruk yapmasına neden olur. Gezegenin dönme periyodu yaklaşık olarak 17.5 saattir ve dönme ekseni olağandışıdır. Uranüs’ün eriyik halde bulunan ağır bir çekirdeği vardır. Çekirdeğin çevresinde ise su, metan ve amonyaktan oluşan birkaç bin oC sıcaklığında ve binlerce km kalınlığında bir manto yer alır. Bu aşırı sıcak mantonun, üzerindeki atmosferin ağırlığından kaynaklanan devasa basıncın etkisiyle kaynayamadığı ve buranın elektriksel olarak iletken olduğu, gezegenin manyetik alanını sınırlamaktadır.

Atmosfer

* Etkin sıcaklık 58 K
* 1 bar basınçtaki sıcaklık 76 K
* 1 bar basınçtaki yoğunluk 0.42 kg/m3
* Rüzgar hızı 0 ile 200 m/s arası
* Skala yüksekliği 27.7 km
* Ortalama moleküler ağırlık 2.64 g/mol
* Bileşim: Hidrojen (H2)  % 83, Helyum (He)  %15, Metan (CH4)  %2, Aerosoller: Amonyum buzu; su buzu; amonyum hidrosülfit; Metan buzu

Uydular

Uranüs’ün 27 uydusu bilinmektedir. Jüpiter ve Satürn’den sonra en fazla uyduya sahip olan gezegendir. Beş büyük uydusunun (Miranda, Umbriel, Ariel (uydu), Oberon (uydu) ve Titania) çapı 500–1600 km arasında değişir.

Küçük uydular: Cordelia, Ophelia, Bianca, Cressida, Desdemona, Juliet, Portia, Rosalind, Belinda, Puck, Caliban, Stephano, Trinculo, Sycorax, Prospero, Setebos, S/1986 U10, S/2001 U2, S/2001 U3, S/2003 U1, S/2003 U2, S/2003 U3

Satürn Gezegeni Yapısı ve Özellikleri

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 22nd, 2008 | by admin | no comments

Güneş sisteminin, kütle ve hacim bakımından Jüpiter’den sonra ikinci büyük gezegeni. Güneş’ten uzaklık sıralamasına göre altıncı gezegen olan Satürn’ün görkemli halkasıyla Güneş sisteminin harikası olduğu söylenir. Eskiçağ’da, burçlar kuşağının takımyıldızları arasında en yavaş yer değiştiren gezegen olması nedeniyle, zaman tanrısını simgelemiştir. Gerçekten de, Satürn’ün yıldız yılı, yani Güneş çevresindeki dolanım süresi, Yer yılından 29,5 kez uzundur. 1.427.000.000 km olan Güneş’e ortalama uzaklığı, aşağı yukarı, Jüpiter’in uzaklığının iki katına ulaşır (Güneş’e en büyük uzaklığı 1.511.000.000 km, en az uzaklığıysa 1.346.400.000 km’dir). Ekvatorundaki çapı Jüpiter’e oranla daha belirgin bir elips biçimindedir. Satürn günü, yani yıldız dönme dönemi, gezegenin ekvatorunda 10 saat 14 dakika sürer.

Satürn’ün hacmi, Yer’in 744 katına ulaşır. Oysa gezegeni oluşturan maddelerin çok hafif olması nedeniyle, ortalama yoğunluğu sudan daha azdır ve kütlesi Yer’in 94 katı kadardır.

Satürn’le ilgili bilgilerin büyük bölümü, 1980 ve 1981’de, sırasıyla 124.000 km ve 101.000 km yakınından geçen iki Voyager (ABD yapımı) sondasından elde edilmiştir. İç yapısı, büyük ölçüde Jüpiter’’inkine benzemektedir. Büyük bölümü, hidrojen-helyum karışımından oluşur. Merkezdeki katılaşmış hidrojen-helyum çekirdeğinin çevresi, sıvı bir tabakayla (su, metan ve amonyak) çevrilidir. Jüpiter’inki gibi, Satürn’ün gömleği de ekvatorda paralel kuşaklar oluşturur ve bu görünüm Satürn’de atmosfer hareketlerinin varlığını gösterir. Ama söz konusu kuşakların rengi, Jüpiter’e oranla daha soluk, leke sayısı da daha azdır. Yapılan ölçümler, bulutsu tabakaların dış yüzeyinde sıcaklığın sıfırın altında 180° C’a düştüğünü göstermektedir. Ama kuşak ve lekelerin kanıtladığı atmosfer hareketlerinin doğması için, derinlerde kalıntı ısının bulunması gerekir.

Donuk amonyak bulutunun üstünde parıldayan halkalar, tıkız bir yapı göstermezler. Uzaklıkları nedeniyle bir bütün gibi görülen, çok küçük cisimlerden, çok küçük uydulardan oluşmuş yağmurlardır ve bir kum tanesi ile bir dağ arasında değişen boyutlarda donmuş amonyak kütleleri söz konusudur. Bütün bu mikrouydular, eşmerkezli halkalar oluşturur. 1969 yılına kadar üç halka bulunduğu sanılmaktayken, aynı yılın ekim ayında P. Guerin, sözü geçen üç halka içinde bir dördüncüsünü belirlemiş, 1970 yıllarının sonunda da belirlenen halkaların sayısı, 6’ya çıkmıştır. Ama 1980 ve 1981’de Voyager sondalarıyla alınan veriler, bu halkaların her birinin, eşmerkezli bir halkacıklar dizisinden oluştuğunu ortaya koymuş, böylece halkaların toplam sayısı binleri bulmuştur.

Satürn halkaları sisteminin dış çapı 272.000 km’yi bulur; ama kalınlığının 15-16 km, belki de daha küçük olması, şaşırtıcı bir çelişki doğurur. Gezegen ekseninin, yörünge düzlemine göre belirgin olan eğimi, halkaların bir bu yüzünü, bir öbür yüzünü göstermesine neden olur.

Uydular

Satürn’ün 1979’a kadar 9 uydusu bulunduğu sanılırken, 1980’den sonra daha birçok küçük uydusu bulunduğu anlaşılmıştır. Bunlardan altısı teleskopla görülebilir. Uydulardan en büyüğü olan Titan’ın çapı Ay’ınkinden büyüktür ve metandan bir atmosferle kuşatılmıştır. Öbürleri çok daha küçüktür ve bazılarının donmuş dev amonyak kütlelerinden oluştuğu sanılmaktadır. Uyduların en büyükleri, gezegene yakınlık sırasıyla şunlardır: Mimas, Enceladus, Tetis, Dione, Rea, Titan, Hiperion, Japet, Phoebe.

Jüpiter Gezegeni Yapısı ve Özellikleri

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 22nd, 2008 | by admin | no comments

Güneş’e uzaklık açısından beşinci gezegen. Aynı zamanda da kütlesi bakımından en büyük gezegen olan Jüpiter’in kütlesi, bütün gezegenlerin toplam kütlesinin 2,5 katı, Yer’in kütlesininse 318 katıdır. Yoğunluğu (1,3 gr/cm3) nispeten düşük olduğundan, hacmi de Dünya’dan 1.000 kez fazladır. Buna karşılık, Güneş’ten 1.000 kez küçüktür. Jüpiter’in ekseni çevresindeki dönüş hızının yüksek oluşu (her 9 saat 55,5 dakikada bir dolanım) nedeniyle, biçimi büyük ölçüde yassıdır. Ekvator çapının 142.800 km olmasına karşılık, kuzey ve güney kutupları arasındaki uzaklık yalnızca 133.500 km’dir. Jüpiter, Güneş çevresindeki yörüngesini, Yer’in Güneş’e uzaklığının 5,2 katı olan Güneş’e 778,3 milyon km uzaklıkta bulunduğu noktada, 11,9 yılda tamamlar.

Oluşumu, Yapısı, Bileşimi ve İklimi

Jüpiter’in, tıpkı Güneş gibi, en eski Güneş bulutsusunun bir bölümünün genelçekim hızının apansızın düşmesi sonucu oluştuğu varsayılmaktadır. Jüpiter’in çekirdeği (günümüzde bu çekirdek, kütlesi Yer’in kütlesinden birçok kat fazla bir kayaç kütlesidir) oluşunca ve yeterli büyüklüğe ulaşınca, yerçekimi nedeniyle bu çekirdeğin çevresinde bulutsu gazlarından bir tabaka oluşmuştur. Güneş gibi Jüpiter de başlangıçta hidrojen ve helyumdan oluşmuştur ve sıcaklığın yeterince fazla olması nedeniyle, atmosferi altında katı düzlem bulunmaz; yalnızca gaz ile sıvı arasında dereceli bir geçiş sözkonusudur. Gezegen yüzeyinden merkeze uzaklığın yaklaşık dörtte birine ulaşıldığında, sıcaklık ve basınç öylesine artar ki, sıvı, bir metal sıvısı halindedir; bu olguyu fizikçiler, moleküllerin dış yörünge elektronlarından arınmasına bağlamaktadırlar.

Jüpiter’in atmosferinde ayrıca az miktarda su, amonyak, metan, vb. organik bileşikler (karbon gibi) bulunur. Astronomlar, Jüpiter’in atmosferinde birbirlerinden 30 km uzaklıkta üç bulut tabakasının yeraldığını varsaymaktadırlar. En alttaki bulut tabakası buz parçacıkları ve damlacıklarından oluşmuştur; bir üst tabaka, amonyak ve hidrojen sülfür bileşikleri billurlarından, dış tabakaysa amonyak buzlarından oluşmuştur. Gözlemlenen bulutlardan mavi renkli olanlar sıcak, dolayısıyla da en az yüksekliktedir; kahverengi, beyaz ve kırmızı olanlar renk sırasına göre az bir yükseklikten giderek daha yükseğe doğru sıralanır. Bulut tabakalaşmasının bir kimyasal dengesizlikten kaynaklandığı, bulutlara rengini de kükürt, fosfor ve organik bileşiklerin verdiği sanılmaktadır. Söz konusu dengesizliğin yüklü parçacıkların birbiriyle çarpışmasından ileri geldiği düşünülmektedir. 1979’da Jüpiter’in yakınından geçen iki Voyager uzay aracı, gezegenin karanlık yüzünde kutup ışığına benzer bir ışığın varlığını belirlemiştir.

Jüpiter’deki rüzgarlar, gezegen ekvatoruna paralel hava akımları biçiminde hareket ederler. Kimisi doğu, kimisi batı yönünde esen rüzgarların başlıcalarının hızları, iç dolanımlarına bağlı olarak saniyede yüz metreyi bulabilir. Bölgesel hava akımlarının enlemleri, yeryüzünden teleskoplarla gözlemlenen kalın turuncu-kahverengi ve beyazımsı bulut kuşaklarıyla bağıntılıdır. Bulut renkleri arasındaki farklılıklar, gaz miktarlarının bazı bulut kuşaklarında yüksek, bazı kuşaklarda düşük olmasından kaynaklanır.

Jüpiter’in iklim koşulları henüz tam anlamıyla anlaşılamamıştır. Atmosferinde bazısı birkaç gün, bazısı çok daha uzun süren burgaç ve kasırgalar oluşur. Uzun süreli beyaz lekeler ve Yer boyutlarında dev kızıl lekeler gibi büyük boyutlu burgaçlar, varlıklarını uzun süre sürdürürler.

Magnetik Alan

Gezegenin dolanımı ile içinin metalik hidrojen yapısı, Yer’in erimiş demir çekirdeğininkinden daha yüksek bir magnetik alan oluşturur; Jüpiter’in magnetik alanı Yer’inkinden 4.000 kez güçlüdür; tıpkı bir mıknatıs çubuğu gibi, kabaca iki kutupludur. Jüpiter ekseni çevresinde döndükçe, magnetik alan da sarsıntıya uğrar ve yakaladığı elektrik yüklü parçacıklarla birlikte aşağı kayar.

Uydular ve Halkalar

Jüpiter’in kendi yerçekiminin oluşturduğu basınç, bir nükleer patlama başlatacak kadar geniş olmasa da, gezegen oluştuğunda açığa çıkan korkunç bir ısı doğurmuştur. Günümüzde, yani oluşumundan 4,6 milyar yıl sonra bile, Jüpiter hala, Güneş’ten aldığı ışınımların iki katı ışınım yayar. Daha erken bir dönemde, Jüpiter’in çevresinde uydular oluştuğunda, gezegenin yaydığı ısınım, çok daha fazla olduğundan, oluşan uydular, Jüpiter’e oranla daha kayaçlı bir yapıda ve çok daha fazla buzulludur. Bu süreç Galileo Galilei tarafından 1610’da gözlemlenen ve “Galileo ayları” adı verilen dört büyük uyduda daha belirgindir. Uyduların düzenli dairesel ekvator yörüngeleri, gezegeni çevreleyen küçük parçacıklar bulutundan oluştuklarını düşündürmektedir.

“Galilei ayları”nın yanı sıra, Jüpiter’in on iki uydusu ve birçok halkası vardır. İo’nun yörüngesi içindeki en büyük uydu olan Amalthea’nın düzenli bir biçimi yoktur; uzunluğu yaklaşık 265 km, genişliği 150 km’dir. Yüzeyi karanlık ve kırmızı renktedir; Jüpiter’in magnetosferinin enerji yüklü parçacıklarının sürekli bombardımanı altındadır. Voyager 1, gezegenin yüzeyi ile Amalthea arasında orta noktada ince bir halka görüntülemiştir (1979). Gezegenin sağında, parlak halkadan aşağı doğru uzanan soluk bir halkanın varlığı da saptanmıştır. Bu soluk halka, parlak halkanın tersine, ekvator düzleminden öteye uzanarak, gezegeni çevreleyen bir parçacık bulutu oluşturur.

Jüpiter’in halkalarının yoğunluğu son derece düşüktür. Halkalarda yer alan parçacıkların büyüklüğü, ışığın dalga boyunun büyüklüğüyle orantılı, yani yalnızca birkaç mikrondur. Bu boyuttaki parçacıklar, kendilerini Jüpiter’in içinde bir sarmal haline getiren elektromagnetik etkiler altındadır. Parlak halka çok farklı boyutlarda parçacıklar içerir; bunların arasında Voyager’ın dış halkanın yakınında belirlediği iki uydu da yeralır. Voyager ayrıca, Amalthea ve İo’nun yörüngeleri arasında bir başka küçük uydunun varlığını saptamıştır.

Jüpiter’in sekiz dış uydusu, küçük boyutlu, karanlık cisimlerdir ve büyük ölçüde Trojan göktaşlarını andırırlar. Jüpiter’den iki farklı uzaklıkta yer almaları ya da öbür dört dış uydunun hareketiyle ters yönlü (Jüpiter’in yörünge dönüşünün ters yönünde) hareket etmeleri konusunda doyurucu bir açıklama getirilememiştir.

Mars Gezegeni Yapısı ve Özellikleri

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 22nd, 2008 | by admin | no comments

Mars (eski adıyla Merih), Güneş Sistemi’nin dördüncü gezegenidir. Türkçesi Sakıttır. İsmi Eski Roma’daki savaş tanrısı Mars’tan gelmektedir (Bu Tanrı Eski Yunan Mitolojisinde Ares’e karşılık gelir). Literatürde kullanılan bir diğer ismi de Kızıl Gezegen’dir. Gece temiz bir havada basit bir teleskopla kırmızılığı görülebilir.

Mars’ın 1877 yılında Amerikan astronom Asaph Hall tarafından keşfedilen Phobos ve Deimos adında iki uydusu vardır. Bu uyduların nasıl oluştukları bilinmemekle beraber, Mars’ın kütle çekim alanına kapılmış asteroitler oldukları düşünülmektedir. Bu uyduların isimleri Eski Yunan Mitolojisinde Ares’in Afrodit’ten olma iki oğlu Phobos ve Deimos’tan gelmektedir.

Gel-git etkileri yüzünden, tıpkı Dünya ve Ay gibi her iki uydunun da yalnız bir yüzü Mars’a dönüktür. Phobos Mars’ın çevresinde Mars’ın kendi ekseni etrafında döndüğünden daha hızlı döndüğü için yörüngesi giderek küçülmektedir. Bu nedenle ileriki bir tarihte Phobos Mars’a çarpacaktır. Buna karşın, Deimos Mars’tan yeterince uzakta olduğu için, yörüngesi giderek büyümektedir.
İnce bir atmosferi olan karasal gezegen Mars’ın yüzey şekilleri Ay’daki kraterlerle ve Dünya ‘daki volkanlar vadiler ve çöller ve kutuplarla benzerlik göstermektedir. Olimpus Dağı, mars yüzeyindeki bilinen en yüksek dağdır. En büyük kanyonu iseValles Marineris’dir. Mars’ın coğrafik yapısı dışında, dönüş periodları ve mevsim döngüleri de Dünya’ya benzemektedir.

1965′te Mariner 4′ün Mars yakınındaki gözlemlerinden önce, gezegenin yüzeyinde sıvı halde su bulunabileceği düşünülüyordu. Bu düşüncenin temel dayanağı yapılan gözlemlerde özellikle kutup bölgelerinde denizler ve kıtalar gibi görünen aydınlık ve karanlık bölgeler ve düz çizgiler bulunması ve bunların bazı gözlemciler tarafından su kanalları veya vadi benzeri oluşumların varlığı ve gezegende sıvı halde suyun varlığı olarak yorumlanmasıdır. Daha sonra bu düz çizgilerin gerçek olmadığı ispatlandı ve bunların bir ışık yanılsamasından ibaret olduğu açıklaması getirildi. Ancak halen daha Mars, güneş sistemimizde dünyadan sonra suyun ve belki de yaşamın var olabileceği yegane gezegen olarak görülmektedir.

Mars gezegeni hala bir takım uzay araçlarına ev sahipliği yapmaktadır, bunlar: Mars Odyssey, Mars Express ve Mars Reconnaissance Orbiter’dir. Dünya dışındaki tüm gezegenler içinde bu en yüksek rakamdır.

Venüs Gezegeni Yapısı ve Özellikleri

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 22nd, 2008 | by admin | no comments

Güneş sisteminde Yer ile Merkür arasında yeralan gezegen. Güneş ve Ay’dan sonra en parlak gök cismi olan, gece ilk parlayan, sabah son sönen yıldız olduğundan halk arasında Çobanyıldızı, Çolpan, Çulpan da denen Venüs, 50 km kalınlığında, 400 km/saat hızla esen şiddetli rüzgarların etkisiyle çevresini 4 günde dolaşan kalın bulutumsu bir örtüyle kaplı olduğundan Yer’e en yakın (41 milyon kilometre) gezegen olmasına karşılık, en az tanınan gezegendir. Atmosferin başlıca özellikleri arasında 25 km yükseltiye kadar berrak ve sakin olması, sıcaklığın 500° C’a, basıncın 100 bara yaklaşması ve %95 oranında karbondioksit gazı içermesi sayılabilir. Ekvator çapı 12.104 km, kutup çapı 12.104 km, basıklığı 0, Güneş’e en çok uzaklığı 109.000.000 km, Yer’e en çok uzaklığı 258.000.000 km, Güneş’e en az uzaklığı 107.400.000 km, Yer’e en az uzaklığı da 41.000.000 km’dir.

Venüs 8 sondasıyla yapılan ölçümler, gezegen yüzeyinde sıcaklığın 460° C – 48° C arasında değiştiğini göstermiştir. Güneş ışınları bulutlardan yavaş yavaş sızarak yüzeye ulaşır; gezegenin göğü sürekli kapalı olduğundan, ısı çok küçük ölçülerde ışıyabilir. Üstelik atmosfer, kayaçlar üstünde büyük bir basınç uygular. Sondalar, gezegen yüzeyinde yaklaşık 87,3 atmosferlik bir basınç ölçmüştür. Yüzeyin ilk fotoğraflarını, Venera 9 ve Venera 10 uyduları çekmiş, 1982’de Venera 13 ve Venera 14 renkli fotoğraflar elde etmişlerdir.

Merkür Gezegeni’nin Yapısı ve Özellikleri

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 22nd, 2008 | by admin | one comments

Merkür (Utarit), Güneş sistemi’nin Güneş’e en yakın gezegenidir. Büyüklük açısından 8 gezegen arasında sekizinci sırayı alır. Adını Roma mitolojisinde ticaret ve yolculuk tanrısı ve tanrıların habercisi olarak bilinen Merkür’den alır. Çıplak gözle izlenebilen 5 gezegenden biri (diğerleri Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn) olarak eski çağlardan beri insanoğlunun dikkatini çekmiştir. Yer benzeri ya da ‘kaya’ yapılı gezegenler sınıfına girmektedir. Güneş’e yakınlığı nedeniyle yeryüzünden izlenmesi güçtür ve hakkında bilinenler sınırlıdır. Uydusu bulunmamaktadır.

Merkür, Güneş’e uzaklığı yaklaşık 46 milyon ile 70 milyon kilometre arasında değişen oldukça eliptik bir yörünge izler. Plüton’dan sonra Güneş sistemi’nin gezegenleri arasında gözlenen en yüksek dışmerkezlik değerine sahip bu yörüngenin milyonlarca yıllık bir çevrim içinde zaman zaman daha da basıklaşarak dışmerkezlik derecesinin günümüzdeki 0,21′den 0,5 düzeyine dek yükselebildiği sanılmaktadır.

Tüm gezegenlerin yörüngelerinde gözlenen günberi noktasının yer değiştirme hareketinin, Merkür yörüngesi sözkonusu olduğunda klasik mekanik kuramının öngördüğünden daha hızlı olduğu fark edilmiştir. Bu farklılık Einstein’ın görelilik kuramı ile açıklanabilmiş ve bu kuramı destekleyen bulgulardan biri chg olarak kabul edilmiştir.

Merkür, Güneş sistemi’nin iç gezegenler olarak adlandırılan diğer dört üyesi gibi katı bir yapıya sahiptir. 5,43 g/cm³ olan yoğunluğu Yer ile karşılaştırılabilecek denli yüksektir ve Yer’den sonra Güneş Sistemi’nde karşılaşılan en büyük değerdedir. Merkür Güneş’e yakınlığı nedeniyle güneş ışınlarının güçlü etkisi altındadır ve sıcak bir gezegendir. Yüzey ısısı uzun süren Merkür günü sırasında 450 °C üzerindeki düzeylere çıkabilirken, etkili bir atmosferin yokluğu nedeniyle gece -170 °C’ye kadar düşmektedir. Gezegenin koyu bir yüzeyi vardır. Yüzeyin 0,11 albedo değeri vardır, yani üzerine düşen güneş ışınlarının ancak yaklaşık onda birini yansıtır.

Merkür (Mariner 10 dan çekilmiş)Merkür yüzeyinin en dikkat çeken özelliği tüm gezegen üzerine dağılmış irili ufaklı çarpma kraterleridir. İlk bakışta Ay yüzeyine benzetilebilecek bu görünümün, daha dikkatli bir incelemede birçok farklılıklar içerdiği anlaşılır. Ay’da olduğu gibi kraterlerin yoğun bir şekilde iç içe geçtiği alanlar arasında, krater yoğunluğunun çok düşük olduğu, yumuşak engebeli geniş düzlükler yer alır. Bu bölgeler kraterlerin sık olduğu bölgelere göre daha alçakta yer alırlar ve Ay’daki ‘deniz’lere benzer şekilde, büyük çarpmalar sonucunda gezegen içinden yüzeye çıkan lav akıntıları ile oluştukları sanılır. Gerek bu oluşumların, gerekse büyük kraterlerin çoğunun, Güneş Sistemi içinde büyük çarpışmaların sürdüğü 4,5 ile 3,8 milyar yıl öncesini kapsayan dönemde meydana geldiği düşünülür. 3,8 milyar yıl öncesinden günümüze kadar, Güneş Sistemi büyük çarpışmaların sıklığının azaldığı, nisbeten sakin bir döneme girmiştir. Merkür üzerindeki en büyük çarpışma izi, 1300 km. çapındaki Caloris Havzasıdır. Bu dev lav denizi 100 km. çapında bir gökcisminin çarpması ile gezegenin manto tabakasından yüzeye çıkan sıvılaşmış materyel ile oluşmuş, bu arada şok dalgalarının gezegen boyunca yayılarak diğer yüzünde odaklanması sonucunda Caloris Havzasının tam karşı kutbunda 500.000 km.2 lik bir alan son derece engebeli bir hal almıştır. Ayrıca düzlükler üzerinde yüzlerce kilometre uzunluğunda ve yüksekliği 2-3 km.yi bulan kırıklar dikkati çeker. Bunlara, gezegenin soğuması sırasında küçülen hacminin neden olduğu sanılmaktadır. Kırıkların bazı kraterlerin içinden de geçmeleri krater oluşum döneminden daha sonra meydana geldiklerini düşündürür. Gezegen yüzeyinin en dışta kalan birkaç metre kalınlığındaki kısmının, Ay yüzeyindekine benzer biçimde çok küçük göktaşlarının milyarlarca yıldır süren bombardımanı sonucunda ince bir toz haline gelmiş regolit tabakası olduğu varsayılır. Aynı Ay’da gözlendiği gibi az sayıdaki genç kraterin, ışınsal olarak kendilerini çevreleyen parlak beyaz çizgilerin ortasında yer aldığı görülür. Bu çizgiler, çarpma sırasında ‘kirli’ regolitin üzerine sıçrayan taze materyel ile ilişkilidir.

Merkür’ün yüzeydeki kurtulma hızı gezegenin düşük kütlesi nedeniyle Yer’in ancak % 40′ı kadardır. Bu düzeydeki bir çekim gücü, gezegen yüzeyindeki 400 °C’yi aşan sıcaklıklar karşısında gazların uzaya kaçmasına engel olamayacak denli güçsüzdür. Bu nedenle Merkür’ün çoğunlukla orta ağırlıktaki elementler içeren (oksijen, sodyum, potasyum) son derece seyrek bir atmosferi bulunmaktadır. Bu atmosfer durağan olmaktan çok, Merkür’ün konumunda etkisi güçlü olan güneş rüzgarı ve yüksek yüzey ısıları nedeniyle gezegen yüzeyinden koparılan ve kısa sürede uzay boşluğuna kaybedilen atomlardan oluşmuş, sürekli yenilenen bir yapıdadır. Bu şekliyle, Merkür atmosferini Yer’in egzosferi ile karşılaştırmak olasıdır.

Merkür’ün küçük boyutuna oranla önemli sayılabilecek bir manyetik alanı bulunmaktadır. Ekseni Merkür’ün dönüş eksenine 11° eğimli, kutupları Yer’in manyetik kutuplarına göre ters yerleşmiş durumda, yani kuzey manyetik kutbu gezegenin coğrafi güney kutbuna komşu olan ve gezegen yüzeyinde Yer manyetik alanının % 1′i kadar güçlü bu alan, Merkür çevresinde küçük bir manyetosfer oluşturmaya yeterlidir. Manyetosfer, Güneş rüzgarı adı verilen ve güneş kökenli hızlı parçacıkların oluşturduğu plazma akımının, gezegenin manyetik alanın etkisi ile saptırılarak engellendiği bölgedir. Manyetosferin en dışında, plazma akımının yavaşlayarak hızının ses hızının altına indiği ve yön değiştirdiği bir şok dalgası gözlenir. Merkür’ün manyetik alanı güneş rüzgarı ile gelen parçacıkları yakalayıp gezegen çevresinde tutacak kadar güçlü olmadığı için, Van Allen kuşakları yoktur.

Küçük bir gezegen olan Merkür’ün çekirdek sıcaklığının bir manyetik alan oluşturmak için gerekli olan sıvı demir kütlesini barındırmaya izin vermeyecek kadar düşük olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle, bugün gözlenen manyetik alanın gezegen içindeki aktif bir manyetik dinamo tarafından sağlanmak yerine, çok önceleri mıknatıslanmış olan katı haldeki çekirdek tarafından sürdürüldüğü görüşü ortaya atılmıştır.

Gözlem koşullarının güçlüğü, Merkür’ün teleskopla ayırdedilebilen yüzey yapılarının hareketlerine dayanarak dönüş periyodunun hesaplanmasını zorlaştırmıştır. 1960′lı yıllara gelinceye dek gezegenin kendi ekseni etrafında dönüşünün, Güneş çevresindeki hareketi ile ‘kilitlenmiş’ şekilde 88 günde tamamlandığına inanılıyordu. Gezegenin bir yüzünün sürekli karanlıkta kalarak çok düşük sıcaklıkta bulunması ile sonuçlanacak bu durum, 1962 yılında radyo gökbilim tekniklerinin Merkür’ün gece yüzünde sıcaklığın hiçbir zaman -160 °C’nin altına düşmediğini ortaya koyması ile tartışmalı hale geldi. 1965 yılında radar incelemeleri, gezegenin dönüş hızının yaklaşık 59 günlük bir devir ile uyumlu olduğunu gösterdi. İtalyan gökbilimci Giuseppe Colombo bu sürenin Merkür’ün yörünge periyodunun 2/3 ü kadar olduğuna dikkati çekerek, gezegenin alışılmamış bir dönüş-yörünge kilitlenmesi olabileceğini bildirdi. Bu, Mariner 10 uzay sondasının 1974 yılında Merkür’ü ziyareti sırasında doğrulandı. Bugün, Merkür’ün kendi etrafındaki dönüşünü 58,65 günde tamamladığı bilinmektedir. Yörünge ve dönüş periyodlarının bu şekilde 3:2 oranındaki senkronizasyonu, gezegenin oldukça eliptik yörüngesinin yol açtığı önemli yörünge hızı değişimleri ile daha uyumlu görülür. Bu şekilde, 1:1 oranındaki bir kilitlenmenin özellikle günberi dönemindeki hızlanma sırasında yol açacağı librasyon hareketleri ve buna bağlı güçlü gel-git etkileri ve iç gerilimler önlenmiş olmaktadır.

Merkür’ün bu dönüş biçimi ilginç sonuçlar doğurur. Gezegen kendi ekseni etrafında bir dönüşünü tamamladığı 58,65 günlük süre içinde Güneş çevresindeki dönüşünün de üçte ikisini gerçekleştirdiği için, güneşin görünür hareketi çok daha yavaş olmaktadır. Merkür’ün herhangi bir noktasında güneşin iki doğuşu arasında geçen süre dünya ölçülerine göre 176 gündür; diğer bir deyişle gezegenin bir günü iki yılına eşittir. Bunun yanı sıra aşırı eliptik yörünge nedeniyle değişen yörünge hızı, gezegenin güneş çevresindeki açısal hızının bazen kendi etrafındaki açısal hızı aşmasına, yani güneşin görünür hareketinin ters yöne dönmesine yol açar; gezegenin bu eliptik çizgi üzerinde güneşe yaklaşıp uzaklaşmasıyla güneşin görünür boyutunun da değişmesi tabloya eklendiğinde Merkür üzerinde geçen bir günün öyküsü iyice renklenir:

Caloris Havzası, güneşin meridyenden yani öğle noktasından geçişi ile günberi geçişinin aynı zamana geldiği bir konumdadır. Merkür’ün her iki yılında bir, bu bölge öğle ile yaz ortasını bir arada yaşayarak gezegenin (ve Güneş Sistemi’nin) en sıcak yeri olur. Caloris Havzası’ndaki bir gözlemci güneşin doğudan yükseldikçe büyüdüğünü ve doğudan batıya doğru hareketinin yavaşladığını görür. Güneş en yüksek noktayı geçtikten ve alçalmaya başladıktan kısa bir süre sonra durur ve geriye doğru hareket etmeye başlar. En yüksek noktadan bu kez ters yönde ikinci geçişinde en büyük görünür çapa ulaşır ve batıdan doğuya alçalırken yeniden küçülmeye başlar. Bir süre sonra tekrar yavaşlayarak durur ve doğudan batıya alışılmış hareketine döner. Batı-doğu doğrultusundaki bu geriye hareket dünya ölçüleriyle birkaç gün sürmüştür. Güneş öğle çizgisinden üçüncü kez geçer ve batıya doğru alçalırken küçülmeye devam eder. Güneş battığında bir Merkür yılı dolmuştur. İkinci yıl Caloris Havzasının gecesi boyunca geçer, güneş doğudan yükselmeye başladığında yeni bir yıla girilmiştir.

Caloris Havzasının 90 derece doğusunda bulunan bir gözlemci için gün çok farklı başlar. Büyük ve sıcak bir güneş doğudan yavaşça yükselmeye başlar, ancak bir süre sonra durarak yeniden alçalır, batarken en büyük çapa ulaşır, dünya ölçüleriyle 2 gün sonra tekrar doğar ve yükseldikçe görünür büyüklüğünün azaldığı gözlenir. Öğle çizgisinden geçerken en küçük halini almıştır, batıya doğru alçaldıkça tekrar büyümeye başlar. Batıdan battıktan kısa bir süre sonra aynı noktadan tekrar en büyük şekliyle doğduğu gözlenir, batı ufkundan bir süre yükseldikten sonra yeniden alçalır ve bir Merkür yılı boyunca görünmemek üzere batar.

Güneşin Yapısı ve Özellikleri

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri | April 22nd, 2008 | by admin | no comments

güneşGüneş sisteminin merkezinde yeralan, en yakın yıldız, Dünya’dan ortalama 149.591.000 km uzaklıkta, 1,39 milyon km çapında, ışık saçan dev bir gaz küresi olan Güneş’in en önemli bileşeni hidrojendir; yaklaşık % 5 oranında helyum ve daha ağır elementleri içerir. 1,99×10(33) erg/saniye hızıyla enerji üretir. Bu enerji, en çok, görünür ışın ve kızılaltı ışınım olarak uzaya yayılır ve Yer’de yaşamın sürmesinin başlıca nedenidir.

Çapları bin kat daha büyük ve kütleleri birkaç yüz kat daha ağır olan bilinen en büyük yıldızlara karşılaştırılınca, Güneş, astronomi sınıflandırmasında cüce yıldız sınıfına girer. Ama kütlesi ve yarıçapı, Gökadamız’daki (samanyolu) bütün yıldızların ortalama kütlesine ve büyüklüğüne yakındır; çünkü birçok yıldız Yer’den daha küçük ve daha hafiftir. Güneş, tayfı, yüzey sıcaklığı ve rengi nedeniyle, astronomlar tarafından kullanılan tayf türleri şemasında “G2 cüce” diye de sınıflandırılır. Yüzey gazlarının yaydığı ışığın tayf şiddeti, 5000 A’ya yakın dalga boylarında en büyüktür; güneş ışığının niteleyici sarı rengi bundan ileri gelmektedir.

Güneş’le ilgili modern çalışmalar, Galilei’nin güneş lekelerine ilişkin gözlemleriyle ve bu lekelerin hareketlerine dayanarak Güneş’in dönüşünü bulmasıyla 1611’de başladı. Güneş’in büyüklüğüne ve Yer’den uzaklığına ilişkin ilk yaklaşık doğru belirleme, 1684’te yapıldı; bu belirlemede, Fransız Akademisi’nin 1672’de Mars’ın Yer’e yaklaşması sırasında yaptığı nirengi (üçgenleme) gözlemlerinden elde edilen veriler kullanıldı. Joseph von Fraunhofer tarafından 1814’te Güneş’in soğurma çizgili tayfının bulunması ve Gustav Kirchhoff tarafından 1859’da bunun fiziksel yorumunun yapılması, güneş astrofiziği çağını başlattı; bu dönemde, Güneş’i oluşturan maddelerin fiziksel durumunu ve kimyasal bileşimini etkili olarak inceleme olanağı doğdu. 1908’de George Ellery Hale, güneş lekelerinin güçlü magnetik alanlarını belirledi; 1939’da Hans Bethe, güneş enerjisinin oluşumunda nükleer füzyonun oynadığı rolü aydınlattı.

Yeni gelişmeler, bilim adamlarının Güneş’le ilgili görüşlerini değiştirmeyi sürdürmektedir. Güneş rüzgarının doğrudan doğruya belirlenmesi 1962’de gerçekleştirilmiş, Güneş’in yüksek hızlı tekrarlanan akıntılarının kaynaklarıysa 1969’da taç (korona) deliklerine ilişkin gözlemlerle belirlenmiştir.

Yeni Gelişmeler

Güneş’in hala çözülememiş birçok gizi vardır. Sözgelimi, güneş enerjisinin en büyük kaynağı olduğu düşünülen proton-proton tepkimesinin, “nötrino” diye adlandırılan belirli sayıda parçacık da üretiyor olması gerekir; ama günümüze kadar yapılan araştırmalarda, kuramın öngördüğünden çok daha az nötrino belirlenmiştir. İleri sürülen köktenci bir önermeye göre, Güneş, beklendiğinden daha az nötrino üretir; çünkü toplam kütlesinin yaklaşık %0,5’ini oluşturan demir-plazma bir çekirdeği vardır. Bazı fizikçilerse, büyük birleşme kuramlarında öngörülen ve bazen evrendeki “kayıp madde” olduğu ileri sürülen zayıf etkileşimli çok büyük parçacıkların (“Wimp”lerin) Güneş’in derinliklerinde var olabilecekleri ve Güneş’in sıcaklığını, nötrinoların olmayışını açıklayacak kadar düşürebilecekleri biçiminde bir kuram geliştirmişlerdir. Başka bir öneriye göre de, Güneş’in çekirdeğindeki elektron türü nötrinolar, yüzeye doğru ilerlerken, günümüzdeki detektörlerle gözlenemeyen muon türü nötrinolara dönüşmektedir.

1960 yıllarının başlarında, ışıkkürenin ışınım salınımları (osilasyon) belirlenmiştir; o tarihten bu yana söz konusu salınımlar, Güneş’in taşınım kuşağını oluşturan belirli tabakalar arasında “ses dalgalarının rezonant yakalanması” diye açıklanmaktadır. ABD Ulusal Güneş Gözlemevi’nin öncülüğüyle, Küresel Salınım Ağı Grubu, bu salınımları yakından araştırmaktadır. Bu tür araştırmalar sayesinde bilimadamları, ışıkkürenin altında gözlenen Güneş tabakalarının yoğunluk, sıcaklık ve hız kalıplarını irdeleme olanağını elde etmektedirler: Bilimadamları, yaklaşık 80 yıllık bir çevrimle Güneş’in çapının, ortalama çapın aşağı yukarı %0,01’i kadar dalgalandığını da gözlemişlerdir. Daha uzun dönemli genleşip büzülmelerin de söz konusu olabileceği düşünülmektedir.

Canon Digital Rebel XSi D-SLR 12.2 Megapiksel

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası | March 3rd, 2008 | by admin | no comments

12.2 MP alıcılı ve 3 inç genişlikli dev ekranlı Canon Digital Rebel XSi D-SLR, bu ekranda görüntüyü sürekli olarak akıcı biçimde gösterebiliyor (live-preview).

D-SLR’ların eksik kalan yönlerinden biri olan bu özellik yeni modellerle birlikte yaygınlaşmaya ve fotoğraf çekenlerin işi daha da kolaylaşmaya başladı. Cihazda yer alan CMOS alıcının türü APS-C. 9 noktalı otomatik odaklama sistemi, DIGIC III imaj işlemcisi, daha büyük vizör, yüksek kapasiteli batarya ve saniyede 3.5 kare çekim modu özellikleri dikkat çekiyor. Bu model SD/SDHC desteği olan ilk Canon D-SLR olma özelliğine de sahip. Gövde kısmı olarak 799$ fiyatla satışa sunulması bekleniyor.
kaynak: pckoloji.com

MetaRAM ile Hız iki Katına Çıkıyor

Categories: Bilgisayar Dünyası, Donanım İncelemeleri, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

Yakında piyasaya çıkacak olan MetaRAM mevcut bellek kapasitesini ikiye katlayacak!
MetaRAM bellek piyasasını nasıl etkileyecek?Fabless yarıiletken şirketi, bugün bilinen normal bellek kapasitesini ikiye hatta üçe katlayacak olan DDR2 MetaSDRAM’in üretimine başladı. Bu belleklerin DIMM mevcut DIMM modülleri üzerinde de çalışabilecek olması önemli bir özelliği.

MetaRAM’in kullandığı yöntemlerden biri bellek yongalarını üç boyutlu olarak dizip istifleyerek bir modül üzerine çok daha fazla yonga yerleştirmek. Bu tip bir yöntem uyumluluk problemi yaratabilirdi, ancak bellek modüllerinde yer alacak bu işlemcilerle okuma ve yazma işlemleri doğru şekilde yönlendirilerek 8 GB kapasite yaratılıyor.

Şirket bu yeni ürünüyle bir hayli iddialı: “Bu belleğin piyasaya çıkmasıyla bellek teknolojisi çok daha hızlı ilerleyecek.” Daha önce de bahsettiğimiz üzere sistemi modifiye etmeksizin, bu bellek teknolojisi mevcut AMD ve Intel sunucularında ve iş istasyonlarında çalışabilecek.

MetaRAM’in CEO’su Fred Weber bu konuda düşüncesini şu şekilde ifade etti: “Ben kariyerimi bilgisayar sistemlerine yeni çözümler getirmeye ayırdım. Çift çekirdekli 64 bit işlemcilerin çıkmasıyla beraber farkettim ki şu anki bellek sistemi adeta bir darboğazda ve bu problemin çözülmesi gerekiyor.”

Sunucu yazılımlarının hızla düşmesiyle küçük çaplı firmalar dahi hızlı şekilde kendilerini en güncel donanımlarla donatıyorlar. Intel’den bir yetkili ise görüşünü şu şekilde savunuyor: “MetaRAM teknolojisi, bir yatırımcı ve stratejik teknoloji işbirlikçisi olarak Intel’in gelişmiş sistemleri yakalamasına şans tanıyor.”
kaynak: chip

Fujitsu’dan 500 GB Harddisk

Categories: Bilgisayar Dünyası, Donanım İncelemeleri, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

MHZ2BT serilerinin bir parçası olan 4200 RPM diskler artan kapasite ihtiyacını ucuza giderecek.
Fujitsu’dan yapılan açıklamada bu tür sürücülerin masaüstü, dizüstü, dijital video kaydedici ve harici disk sürücülerine yüksek hacimde depolama imkanı vereceği belirtiliyor. Ayrıca okuma ve yazma işlemlerinde birimi sadece 1.8W enerjiye ihtiyaç duyuyor ve sözkonusu ürün bu sınıf sürücülerin en iyisi sayılabilir.

Fujitsu Amerika’nın Pazarlama ve Satış bölümünden Lorne Wilson’a göre internet tabanlı videolar arttığından dolayı yüksek kapasite ihtiyacı da buna paralel olarak gün geçtikçe artıyor.
kaynak: chip

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | one comments

Sega, şimdiye kadar üretilmiş, gerçeğe en yakın robot köpeği piyasaya sürüyor.

Sega tarafından piyasaya sürülen Dream Dx isimli köpek, şimdiye kadarki en gerçekçi robot köpek olma unvanını taşıyor. Kuyruğunu sallayıp, ileri geri hareket edebilen köpek sesli komutlara tepki verebiliyor.

“Good boy” denildiğinde kuyruğunu sallayıp sevinen köpek, fiziksel hareketlerinizi de algılayabiliyor. Siz onu sevdiğinizde havlayarak hareketleniyor.

Japonya’da yakında piyasaya sürülecek olan köpeğin fiyatı ise 270 dolar olacak.
kaynak: chip

General Motors: Sürücüsüz Otomobiller Çok Yakında

Categories: Otomobil Haberleri, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

Dünyanın en büyük otomobil üreticisi General Motors şirketi, kendine kendine dahi park edebilen otomobillerin 10 yıl içinde satışa çıkabileceğini bildirdi. GM Başkan Yardımcısı Larry Burns, GM’nin, yedek parça üreticilerinin, üniversite mühendislerinin ve diğer otomobil üreticilerinin, kısa ve uzun mesafeli yolculuklarda devrim yaratacak bir araç üzerinde çalışmakta olduklarını belirterek, ‘Bu bilim-kurgu değil’ diye konuştu.
GM’nin sürücüsüz teknoloji donanımlı araçlarda pahalı olmayan bir bilgisayar çipi ve anten kullanmayı planladığını belirten Burns, bu teknolojinin en önemli kullanım alanınınsa otoyollar olacağını, ancak istendiğinde şehir içinde de sürücüsüz kullanıma geçme seçeneği olması gerektiğini kaydetti.
Burns, sürücüsüz otomobil teknolojisini 2015′e kadar test etmeyi amaçladıklarını, ilk araçlarınsa 2018′de yollara çıkabileceğini belirtti.

GM İcra Kurulu Başkanı Rick Wagoner da ABD’nin Las Vegas kentinde dün akşam başlayan Tüketici Elektroniği Fuarında yarın bu konuda bir konuşma yapacak.

Sürücüsüz otomobil teknolojisinin önünde teknik sorunlardan çok, yasalar, mahremiyet endişeleri, insanların otomobil tutkusu ve kontrolün ellerinden alınması gibi insani engeller bulunuyor.

Teknoloji uzmanları, sürücüsüz aracın hayata geçirilebilmesi için radar donanımlı hız kontrol sistemi, hareket sensörleri, şerit değiştirme uyarı cihazları, elektronik kontrol ve uydu donanımlı dijital harita gibi teknolojilerin uzun süre önce geliştirildiğine işaret ediyorlar.

ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) geçen Kasım’da düzenlediği 100 km.lik sürücüsüz otomobil rallisini, altı ekip arasından kazanan ekibin başkan yardımcısı Stanford Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri ve Elektrik Mühendisliği Profesörü Sebastian Thrun de, GM’nin hedefine teknik açıdan ulaşabileceğini, ancak birçok ülkedeki temel yasalardan ötürü sürücüsüz otomobili hayata geçirmenin daha uzun süre alacağını düşündüğünü belirtti.

Splash Hem Karada Hem Denizde Hem de Havada Gidiyor

Categories: Otomobil Haberleri, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

Hayalleri süsleyen araç, hız tutkunlarına da hitap ediyor. Dünyanın karada, suda ve havada gidebilen ilk otomobili “Splash” İsviçre firması Rinspeed tarafından tasarlandı.

Splash, özel hidrolik ve elektronik bir sistemle harekete geçen katlanabilir kanatları sayesinde su üzerinde uçabiliyor.

BMW Tüm Modellerinde İnternet İmkanını Sunuyor

Categories: Otomobil Haberleri, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

BMW, 2008 model bütün otomobillerinde kullanıcılara “Engelsiz İnternet” opsiyonunu sunmaya hazırlanıyor. Alman otomotiv devi BMW, Ultimate Driving Machine / (Sürülebilecek En iyi Makine) tanımını 2008 model arabalarında genişletmeye hazırlanıyor. BMW, Cenevre 2008 Otomobil Fuarı etkinlikleri dahilinde tanıtacağı sistem, tek bir buton ile bir çok özelliği kontrol etmeye olanak tanıyan iDrive ile kullanılabilecek. Araç içi internet olarak tanımlayabileceğimiz ConnectedDrive opsiyonu sayesinde EDGE bağlantısı üzerinden gerçek Internet deneyiminin müşterilerine sunulacağını belirten firma, bu sistemi kullanan ilk otomobillerin fuarın hemen ardından piyasaya sürülebileceğini duyurdu. World Wide Web diye tanımlanan gerçek Internet deneyiminin ilk defa dört teker içinde aracın bir parçası olarak kullanıldığını belirten firma, sistemin hareket halindeyken sürücü tarafından kullanılmasının engelleneceğini, sürücünün görüntüleyebileceği ekranın ancak ve ancak sabit şekilde durulurken aktif olacağını belirtti. Arka koltukta oturan yolcular için sistemin açık olmasının tehlike arz etmeyeceğini savunan BMW yetkilileri “Olur mu Allah aşkına arkadaşlar, sürücü sırf iki YouTube videosu izlemek için kafasını arkaya mı çevirecek yapmayın lütfen” şeklinde çıkıştılar.

İTÜ Öğrencilerinin Uydusu Uzaya Fırlatılacak

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fevzi Ünal, TÜBİTAK tarafından desteklenen “Piko Uydu Tasarımı Projesi” kapsamında öğrenciler tarafından kenarları 10′ar santimetre olan küp şeklinde bir uydu yapıldığını bildirdi. Uydunun uzayda yerini alması için gerekli başvuruların yapıldığını dile getiren Ünal, şunları söyledi: “Uydumuz, 2008 yılının sonuna doğru Kazakistan’ın Baykonur Uzay Üssü’nden uzay fırlatılacak ve uzaydaki yerini alacak. Uzaydan bize varlığını bildirir bir sinyal gönderecek. Üzerindeki düşük çözünürlüklü kamera ile kaydettiği görüntüleri üniversitedeki haberleşme laboratuvarına gönderecek. Uzaydaki yerini aldığında sadece üniversitemiz için değil, Türkiye için de çok prestijli bir görevi yerine getirecektir. Öğrencilerin yapmış olması bakımından bu uydu Türkiye için bir ilktir. Projenin ticari yönü yoktur.”

PİKO UYDU
İTÜ Uzay Bilimleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Alim Rüstem Aslan da, küçük uyduların mini, mikro, nano ve piko uydular olmak üzere büyüklüklüklerine göre sıralandıklarını belirtti.
Uluslararası Küpsat Projesi’ne 2005 yılında dahil olduklarını ifade eden Aslan, projenin amacının, Kaliforniya Politeknik Üniversitesi ve Stanford Üniversitesi önderliğinde özellikle öğrencilerin uzaya yönelik deneyimlerini gerçekleştirmeleri olduğunu anlattı.

Aslan, bu kapsamda yaptıkları piko uyduyu geliştirdiklerini dile getirerek, yapılan uyduların rozetlerle Kazakistan’dan uzaya gönderildiğini belirtti.

Bugüne kadar çeşitli ülkelerden üniversite öğrencileri tarafından onlarca pSat uydusunun uzaya gönderildiğini, ancak bunların arasından gerçekten çalışan 1-2 tane olduğunu ifade eden Alim Rüstem Aslan, bu tür uyduların ömürlerinin genellikle 6 ay olduğunu bildirdi.
Prof. Dr. Aslan, 2008 yılının sonuna doğru uzaya fırlatılacak olan “ITU-pSat 1″ uydusunun, uzay ortamına dayanıklılık testinden başarıyla geçtiğine işaret ederek, “Uydu 680 kilometre uzağa, yere yakın yörüngeye oturacak. Bir yıl içinde tamamlanan uydu projesinin bütçesi yaklaşık 400 bin YTL” dedi.

Aslan, bundan sonraki amaçlarının kenarları 20 santimetre olan küp şeklinde nano bir uydu yapmak olduğunu belirterek, ekonomik olması için teknolojinin küçük uydulara kaymaya başladığını söyledi.

Güneş Sisteminde 9. Gezegen

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

Japon bilim adamları güneş sisteminde keşfedilmemiş 9. bir gezegen olduğuna inanıyor. Kobe Üniversitesi’nden araştırmacıların bu iddiaları bilgisayar simülasyonlarına dayanıyor. Araştırmacılara göre, Dünya’nın 0,3-0,7 katı kütleye sahip keşfedilmemiş bir gezegenin var olma olasılığı yüksek.

Japon astronomlar, büyük çapta daha fazla araştırma yapılırsa bu gizemli gezegenin en fazla 10 yıl içinde keşfedileceğini belirtiyor.Kobe’nin ekibinin araştırmaları “Astronomical Journal” dergisinde nisanda yayımlanacak.

Güneş Sistemi’nde Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün olmak üzere 8 gezegenin olduğu kabul ediliyor.Uluslararası Astronomi Birliği, 1930′da keşfedilen ve Güneş Sistemi’ne dahil olup olmadığı tartışılan Plüton’u 2006′da gezegen statüsünden çıkarmıştı.

Sony iPod Karşısında Atağa Kalkıyor

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

Sony, değiştirilebilir kapak tasarımları ile daha estetik bir pencereden sunduğu yeni E serisi MP3 çalarları ile Walkman markasını eski şaşalı günlerine döndürme peşinde.

Bir zamanlar Walkman ile taşınabilir müzik pazarının tartışmasız bir numarası olan Sony, iPod’un gelişi ile kaybettiği yerini yenilediği E Serisi ile geri kazanmaya çalışıyor.

Apple’ın, iPod’u estetik kaygıları ön plana çıkararak pazara sunmasına benzer bir pazarlama stratejisi sergileyen Sony, yeni E Serisi MP3 çalarlarını 20′ye yakın renk ve değiştirilebilir farklı tasarımlara sahip kapak seçeneği ile sunuyor.

Yurtdışı satış fiyatı, 12 dolar olan kapak seçenekleri ile gelen yeni E serisi aynı zamanda USB bellek olarak da kullanılıyor. 1GB ila 4GB arasında depolama alanı seçenekleri ile sunulacak olan serideki modellerin yurtdışı satış fiyatı 92 dolar ila 167 dolar arasında değişiyor. OLED ekrana sahip olan ürünler, 30 saate kadar dinlemeye olanak tanıyor.

Windows Vista’da İndirim Başlıyor

Categories: Teknoloji Haberleri, Yazılım | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

Microsoft son dönemde artırdığı korsan yazılımla mücadelesini, Vista fiyatlarında yapacağı indirimle destekliyor.
Microsoft, aldığı kararla Windows Vista işletim sistemi ürünlerinde idirime gideceğini açıkladı. İşletim sisteminin hem terfi hem de kutu ürünlerinde gerçekleşek olan indirimin, yaklaşık olarak, Vista Ultimate’de yüzde 25, Home Premium ürününde ise yüzde 19 oranında gerçekleşmesi bekleniyor.

Microsoft’un, korsan yazılımla yoğun mücadele ettiği bir dönemde gelen ve geleneksel indirimlerine oranla daha yüksek olan indirimin zamanlaması, korsan yazılım kullanıcılarının, lisanslı ürüne geçmesini tetikleyecek bir hamle olarak yorumlanıyor.

IBM Işık Hızına Ulaştı

Categories: Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

IBM, yongalar arasındaki bilgi akışını kablolar yerine ışıkla taşımayı başardı. Yeni teknolojiyle 5.000 video dosyası, 1 ampulun tükettiği enerji kullanılarak 1 saniye içinde transfer edilebilecek

IBM, yongalar içerisindeki bilgi akışını kablolarla yerine ışık ile göndermenin yolunu buldu. Henüz prototip aşamasında olan yeni teknoloji, çok büyük hacimli dosyaların saniyeler içerisinde transfer edilebilmesinin yolunu açıyor.

Yeni teknoloji ile 100 wattlık standart bir ampulün tükettiği enerji kullanılarak, yaklaşık 8 terabyte’a denk gelen, 5.000 yüksek çözünürlüklü video dosyasının 1 saniye içinde transfer edilebilmesini sağlıyor. Işıkla çalışacak yongaların, cep telefonlarından süper bilgisayarlara kadar tüm iletişim ve bilgi teknolojisi cihazlarında devrim yaratacak değişiklikler getirmesi bekleniyor.

Mevcut yonga setlerinden 100 kat daha düşük enerji tüketen yeni teknolojinin, tüketici elektroniğinden süper bilgisayar uygulamalarına kadar geniş bir alanda kullanılacağı öngörülüyor. Yeni teknolijinin, özellikle video servisi sunan sitelere hız katacak, yüksek çözünürlüklü video (HD) uygulamalarındaki bant genişliğini artırma, cep telefonlarının HD içeriğini başka cihaza gerek duymadan, kendi aralarında paylaşma gibi gelişmelerin önünü açacak.

Işıkla çalışan küçük mikroçipler, tüketici elektroniği alanında, örneğin cep telefonlarının yüksek çözünürlüklü tam bir film dosyasını başka herhangi bir cihaza gerek duymadan birbirleri arasında aktarabilmesini sağlayacak.

IBM, süper bilgisayarlarda devam eden tıp, iklim ve moleküler araştırmalara da hız kazandıracak teknolojinin ilk prototip yongasının, 2 yıl içerisinde pazara sunulabilecek düzeyde olduğunu belirtiyor.

Türk Mühendislerden Kurtarma Desteği Helikopteri

Categories: Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri, İcat ve Buluşlar | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

İki türk mühendisi Microsoft Robotics ve haritalama yazılımları kullanarak kurtarma desteği sağlayacak bir helikopter prototipi tasarladı.

Türkiye’nin kuzeybatısında 1999′da yaşanan 7.4 büyüklüğündeki depremde 45 binin üstünde insan ölmüş ve milyonlarca insan evsiz kalmıştı.

Felaket nedeniyle beş gün boyunca yerel otoriteler arasında iletişimde sorunlar yaşanmıştı.

Oğuz Bayrakdar ve Ömer Çelik isimli Türk mühendisler RobotTurk adını verdikleri projeyle doğal afet durumlarında yaşanan iletişim sorununun önüne geçilmesi planlanıyor.

Türk mühendislerin başlangıçta bireysel olarak geliştirdiği proje, kısa zamanda Microsoft Robotics grubunun gözdesi haline geldi. Aynı zamanda İstanbul Belediyesi’nin de desteğini aldı.

RobotTurk (Afet Acil Video Sistemi) projesi, insansız hava araçlarının kameralarla donatılması ve yer kontrol sistemi vasıtasıyla afet yaşanan bölgelerden canlı video yayını yapması ve fotoğraf göndermesi ilkesine dayanıyor.
Bu amaçla tasarlanan helilkoptere, Microsoft Robotics Studio’yla çalışan bir bilgisayar ünitesi olan eBox adlı bir platform yerleştirildi.

Bayraktar’ın helikoptere monte ettiği program, yer istasyonu tarafından yayınlanmış komutların robot tarafından yapılmasına izin veriyor, pilotsuz otomatik uçmayı ve güvenli inişi sağlıyor.

Helikopter Microsoft’un sanal haritasındaki haritalama araçlarının yardımıyla direkt olarak felaket bölgesine ulaşarak komuta merkezine buradan elde ettiği görüntüleri iletebilecek şekilde tasarlandı.

Yer istasyonu helikopterden iletilen videonun akışı, oluşturulması ve kaydedilmesi işlemleri için Windows Server 2008 Media Services’ten yararlanıyor.

Microsoft’tan yapılan açıklamada RobotTurk’ün son kullanıcı tarafından da satın alınabileceği bildirildi.

 

Categories: Arkeoloji, Teknoloji Haberleri | March 2nd, 2008 | by admin | no comments

Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Taner Korkut, Muğla’nın Fethiye ilçesindeki Tlos Antik Kenti’nde bulunan hamamdaki havuzun suyunun, Arşimet teorisi kullanılarak tahliye edildiğinin belirlendiğini söyledi.

Doç. Dr. Taner Korkut, Fethiye yakınlarındaki Tlos Antik Kenti’ndeki kazı çalışmalarına 2005 yılında başlandığını ifade etti. Kazının Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğiyle yürütüldüğünü anlatan Korkut, antik kentin tarihinin şu andaki verilere göre Milattan Önce 2000 yıllarına dayandığını belirtti.

Çalışmalar çerçevesinde geçen yıl yürütülen kazılarda hamam yapısının ortaya
çıkarıldığını bildiren Doç. Dr. Korkut, hamamda en dikkat çekici özelliğin, yapının havuz bölümündeki suyun tahliyesi için kullanılan sistem olduğunu ifade etti.

Doç. Dr. Taner Korkut, sistemin, Arşimet’in suyun kaldırma kuvveti teorisi kullanılarak inşa edildiğine dikkati çekerek, havuza giren kişinin kütlesi kadar suyun, bu tahliye sistemi aracılığıyla yeraltındaki dehlizlere gittiğini vurguladı. Korkut, “Arşimet teorisi bugüne kadar, fizikçiler, matematikçiler tarafından kullanılıyordu.

Ancak bu teorinin ilk kez arkeolojik alanda kullanıldığını belgelemiş oluyoruz. Bu da bize o dönemde yaşayan insanların bilim ve teknik yönden ne kadar ilerlemiş olduğunu gösteriyor” dedi.

Milattan Önce 287-212 yıllarında yaşayan Arşimet, matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendisti. Arşimet, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu bulmuştu.

Yalan Makinesinin İcadı

Categories: İcat ve Buluşlar | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Televizyondan veya gazetelerden, bizde pek olmasa da ABD’de polis sorgulamalarında gerektiğinde bir sanığın yalan makinesine bağlanarak, doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol edildiğini görmüş veya okumuşsunuzdur. Hatta ABD’de FBI veya CIA gibi çok önemli devlet görevlerine alınmaya aday memurlara da bu test uygulanmaktadır.

‘Polygraph’ denilen bir alet ile sanığa 4-6 adet sensör bağlanır. Bu sensörlerden gelen çeşitli sinyaller, dönmekte olan bir kağıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanığın,

o Nefes alış hızı.
o Nabzı.
o Kan basıncı (tansiyonu).
o Terleme miktarı.

kayda alınır. Bazı yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir.

Yalan makinesi testi başladığında, sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu şekilde sanığın verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra gerçek sorular sorulmaya başlanılır ve sinyaller kayda alınmaya devam edilir.

Test süresince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak, hangi sorularda sinyallerin değiştiğini tespit eder. Kalp atışının hızının artması, tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin belirtileridir. İyi eğitilmiş bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan söylendiğini derhal anlayabilir.

Her şeye rağmen, insanların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan, yalan söylerken farklı davranabildiklerinden, bu test mükemmele ulaşmış değildir, bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil kabul edilmez.

Termometrenin İcadı ve Termometre Çeşitleri

Categories: İcat ve Buluşlar | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Herkesin bildiği gibi, termometrenin görevi ısıyı ölçmektir. Başka türlü söylemek gerekirse,soğuğun veya sıcağın ne kadar olduğunu (kaç dereceyi bulduğunu) göstermektir.

Termometre kelimesi,”ısı” anlamına “thermo” ve “ölçü” karşılığı “meter metre” kelimelerinden meydana gelmiştir. Yani bileşik bir kelimedir. İnce cam borudan yapılır. Borunun alt ucu şişkincedir, buraya alkol ya da civa doldurulur.

Bir termometrenin yapı ve görevindeki esas,aynı ısıda, daima aynı dereceyi göstermesidir. Bu alandaki ilk çalışmalar da,Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinden 100 yıl sonra, 1592 yılında Galileo (Galile) adındaki bilgin tarafından yapılmıştır. Galile,gerçekte bir “hava termoskopu” diye tanımlanması gereken bir tür termometrenin yapımını tasarlamış ve bunu başarıyla gerçekleştirmiştir. Galile’nin yaptığı termoskop (ısı gösterici),bir ucunda oyuk bir ampulcük bulunan cam bir tüptü. Dar bir boru görünüşündeki cam tüpün içinde hava vardı. Tüp ve ampulcük,içindeki havanın genleşmesi için ısıtılıyordu. Sonra açık olan uç, su gibi bir sıvının içine sokuluyordu.

Tüpteki hava soğuyunca hacmi büzüşüyor, küçülüyor ve onun yerine, açık uçtan giren su yükseliyordu.Kısacası, ısı değişikliği tüpün içindeki sıvının (suyun) yükselip alçalmasıyla fark ediliyordu. Ancak, burada sadece havanın genleşip büzülüşü sayesinde ısı değişiklikleri görülüyor,fakat ısının ölçülmesi mümkün olmuyordu. Gene de,ısı değişimlerinin atmosfer basıncıyla ilişkisi esası ortaya çıkarılmıştı.

Günümüzde kullanılan modern termometrelerde,ısıyı ölçmek için,hava değişimlerine göre genleşip büzülen bir sıvı kullanılır. Söz konusu sıvı,ince cam boruya titiz bir dikkatle bağlantılı camdan ve çok küçük bir yuvarlağın içindedir. Yüksek ısıyla (sıcakla),sıvı genleşir. Cam boruda yükselir. Alçak ısıyla (soğukla), büzüşür, aşağı doğru çekilir. Cam borunun üstündeki taksimetre (dereceleme),bize ısının ne olduğunu belirtir. Bugün kullanmakta olduğumuz termometreler, 1742 yılında Andres Celsius tarafından bulunmuştur.

Termometreler, genel olarak, ince bir cam tüp halindedirler. Bu tüpün alt tarafında şişkince olan bölümde, cıva deposu vardır. Sıcaklık karşısında genişlemeye uğrayan cava, bir sütun halinde, cam tüp içinde yükselir, önceden tespit edilmiş derece miktarlarına göre, civanın bu yükselmesine sebep olan sıcaklık, tespit edilmiş olur.

Genel olarak Santigrat, Fahrenheit, Reomür olmak üzere üç çeşit termometre vardır. Bunlar, genel yapı bakımından birbirlerinin aynıdır. Değişik olan, üzerlerinde bulunan rakamlardır. Bu da, kaynama derecesinin, her üçünde değişik olarak alınmasından ileri gelmektedir. Suyun donma derecesi, her üç termometrede 0 olduğu halde, kaynama derecesi, Santigratta 100, Fahrenheltta 212, Reomürde 80 olarak kabul edilmiştir.Oiva termometrelerinden başka madensel ve alkollü termometreler de yapılmıştır.
Üzerinde derece çizgileri bulunan ince uzun kısmın içindeki hava boşaltılır, sonra ağzı kapatılır. Böylece ısı arttığı zaman tüpün içindeki sıvı genleşir ve yavaş yavaş yükselir.

CELCİUS DERECELERİ

İsveçli fizikçi Anders Celcius (1701-1744), termometrenin derecelenmesinde «yüzlük» bir sistem önerdi; bugün birçok Avrupa ülkesinde ve Türkiye’de bu sistem kullanılmaktadır. Celcius, önce civalı termometre üzerinde iki nokta saptadı: buzun ergime noktasını 0, kaynama noktasını 100 olarak işaretledi. Sonra 0 ile 100 arasını 99 eşit parçaya böldü; bunlara Celcius dereceleri dendi. Daha sonra yazıcı termometre (sıcaklık değişimlerini otomatik olarak bir kâğıda kaydeder) ile maksimumlu ve minimumlu termometre (belli bir zaman aralığında en düşük ve en yüksek sıcaklıkları kaydeder) yapıldı.

CİVALI VE İSPİRTOLU TERMOMETRELER

Her zaman karşılaşılan sıcaklıkları ölçmek için yeterli olan civalı ve ispirtolu termometrelerin ölçme alanı çok dar ve sınırlıdır. Daha düşük sıcaklıkları ölçmek için tolüen ve pentan gibi değişik sıvılar kullanılır. Yüksek sıcaklıklar gazlı termometrelerle ölçülür. Çok incelik isteyen sıcaklık ölçümlerinde, laboratuvarlarda elektrik dirençli termometreler ve termoelektrik termometreler kullanılır.

AZOTLU TERMOMETRE

Azotlu termometre ile l 600 dereceye kadar olan sıcaklıklar ölçülebilir. Bunun üstündeki sıcaklıkları ölçmek için pirometrelerden yararlanılır. Bu âletin, sıcaklığı ölçülecek cisme değmesine gerek yoktur, yalnızca cismin ışımasını ölçmesi yeterlidir.

TERMOSTAT

Termostat, kapalı bir ortamda termometrenin verilerine dayanarak sıcaklığı sabit tutan bir âlettir. Üzerinde, istenilen sıcaklığı elde etmek için ayarlanabilen bir düğmesi vardır; bir ısıtma aygıtına elektrikle bağlanan termostat,, aygıtın verdiği sıcaklığı arttırmağa ya da azaltmağa yarar.

FAHRENHEİT’İN ESERİ

XVI. yy.da ısı, içi hava dolu bir balonla ölçülüyordu. Ancak atmosfer basıncındaki değişiklikler nedeniyle bunun verdiği bilgi yanlış oluyordu. XVII. yy.da Floransa’da ilk ispirtolu termometre yapıldı. 1721′de Alman fizikçisi Fahrenheit, civalı termometreyi gerçekleştirdi. Bugün Anglo-Saksonların kullandığı termometre derecesi onun adını taşır. Bu termometrede 32°F, buzun ergime noktasını; 212°F ise, suyun kaynama noktasını gösterir.

Makineli Tüfeğin İcadı

Categories: İcat ve Buluşlar | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Hızlı ateşlemeli silahlar on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru gelişmeye başlamıştı. Fransızlar 1870′de mitralyözle ve Birleşik Devletlerde Gatling kendi adıyla anılan tabancasıyla ortaya çıktı. Silahlar İngiliz ordusunun hemen dikkatini çekti ama bu silahlardan edinmede başarılı olamadılar. Bu başarısızlık I. Dünya Savaşı’nda binlerce yaşama neden oldu.

1871′de İngiliz Savaş Dairesi tarafından yeni hızlı ateşlemeli silahların değerini belirlemek üzere bir komite oluşturuldu. Sonuçlar net ve kesindi; tarihte ilk kez insan gücünün yerine silahların ateş gücü konabilecekti. Bu vakte kadar silah sayısıyla asker sayısı eşitti. Savaş alanında kullanılabilen ve askerleri toplu olarak öldürebilen tek silah büyükçe toplardı. Önden doldurmalı toplar için bile bir düzine adam ve birçok at gerekiyordu. Mesaj tanı zamanında gelmişti ve ne kadar önemli olduğu çok açıktı. Birkaç savaşta ne kadar işe yaradıkları ortaya çıkmıştı. Ama tabii ki tamamen görmezden gelinmişti.

Makineli silahların kullanılmasına karşı çıkılmasının nedeni çok ikna ediciydi. Savaş Dairesinin bu konuda öne sürdüğü neden çok fazla mermi gidecek olmasıydı. Dahası, makineli silahların hareketli bir savaş için fazla ağır geldiği sonucuna ulaşılmıştı. (Custer’ı hatırlayın.)

Fazla pahalı ve fazla karışık. En lanet neden ise makineli tüfeğin fazla savunmaya yönelik olduğuydu. Askerlerdeki “saldırgan asker ruhu”nu öldüreceğinden korkuluyordu. Tüm generaller bir askerin sahip olduğu erdemler arasında en üste bunu koyuyorlardı. Silah dairesi sorumlusu John Adye bu makineli tüfeklerin çok sınırlı bir kullanım alanı olduğunu savunuyordu ve ona göre pek yaygınlaşmayacaktı. Bu durumda ordu savaşta yanında götürebildiği sınırlı taşıma olanaklarını daha mantıklı şekilde değerlendirebilirdi.

Boer Savaşı gösterdi ki, iyi yerleştirilmiş askerler makineli tüfekleri olmadan da bir orduyu yenebilirdi. Makineli tüfeklerin savaşın kaderini nasıl değiştirebileceği sorusuyla uğraşmaktansa, o zaman kullanılan ateş gücünün makineli tüfekler kadar zarar verebileceği ve makineli tüfeklere gerek olmadığı sonucuna varıldı.

Sonra Rus-Japon savaşı başladı ve Japonlar Arthur limanı çevresinde mevzilenmiş Ruslara saldırdı. Rus tarafında çok miktarda makineli tüfek vardı. Bu da Savaş Dairesinin, makineli tüfeklerin savunmada bile savaşların kaderini belirlemediği fikrini pekiştirdi. Avrupalı güçlerin burada gözden kaçırdığı nokta Japonların verdiği büyük kayıptı. Japonlar bu savaşta kendini feda ederek saldırma yöntemi olan süngü savaşına bile sıcak bakmaya başlamışlardı.

Makineli tüfeklerin değerini anlayan subaylar da vardı. Ufku geniş yüzbaşı J. F. C. Fuller “Süzülme Taktikleri” adlı makalesinde 1914 Alman saldırı tekniklerini inanılmaz derecede doğru tahmin etmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda saf cesaret ve süngü savaşı makineli tüfeklerin üstesinden gelmişti.

Loos’daki çatışmada İngiliz orduları dört koldan makineli tüfeklerle açılan yaylım ateşine doğru ilerlemiş ve askerlerin yüzde 80′i ölmüştü. Alman tarafı ise hiç kayıp vermemişti. Bu durum her şeyi açıkça ortaya koyuyordu. Ama İngilizler anlamamıştı. Bir yıl kadar sonra Sir Douglas Haig Savaş Dairesi’ne bir mektup yazıp “Makineli tüfekler abartılmış silahlardır. Her mangaya iki silah yeterlidir” dedi. Ancak eğitimlerde askerler süngülü makineli tüfek alımları için bastırdılar. Cesaretin ateş gücüne üstün gelebileceği fikri bir milyon askerin kaybından sonra giderek zayıflamaya başladı.

Cesaret bir asker için önemlidir ancak bunu mantık kurallarının üzerine çıkarmak ve eski tip tüfeklerle askerleri savaşa sokmak sadece ve sadece Birinci Dünya Savaşı’nda ateş hattının çok daha gerisinde durup emirler veren kumandanlara makul geliyordu

Balonun İcadı

Categories: İcat ve Buluşlar | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Buhar sorununu bilimsel yönden geliştirmesinden ötürü Watt, bu devrimlerin kaynağı sayılmalıdır. Ondan önce Newcomen’in makinesi ağır ve zor ilerliyor, teknik yerinde sayıyordu. Watt’ın aracılığıyla bilimin işi ele alması üzerine bu yavaş gidişte birden bir canlanma görüldü. Tekniğin ilerleyişi bir devrim niteliğini aldı, olayların akışı büyük bir hız kazandı. Bilim, insanlık tarihinde üçüncü defa müdahalede bulunuyordu, ama bu müdahalesi, toplumda bundan böyle büyük bir rol oynayacağını kanıtlayacak nitelikteydi.

Şimdilik bütün rolü, yalnızca icat edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla karşılaşılacağı anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı dallarda tekniğin kendisinden önce davranmasına meydan vermeyecek kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün daha elverişli ve hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti. Söz hakkı, usta teknisyenlerin değil, bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen bilim adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda, ilerlemiş bulunduğuna göre, en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti.

Bu döneme kadar “gaz teorisi”ni kuranlar fizikçiler olmuştu; yani gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde durulmuştu. XVII. yüzyılın ortalarına doğru kimyacılar da bu konuya ilgi göstermeye başladılar, o güne kadar yalnız bir tür “hava” var sanılıyordu; o da soluk aldığımız hava; Fransa’da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere’de Cavendish ve Priestley; İsveç’te Scheele; Rusya’da Lomonosov genel olarak kullanılan “hava” teriminin birçok gazları kapsadığını kanıtladılar; 1772′de Priesley, bu konuda yazdığı bir eserinde gazların bir dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır: “ateş havası” (oksijeni kastediyordu.) “sabit hava” (karbonik gaz), “güherçileli hava” (azot bioksidi), “yanar hava” (hidrojen), “flogistikli hava” (azot) vb. Ayrıca bunların yanarlığı, yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; “sabit hava”nın deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz, “yanar hava”nın hafif ve uçucu olduğunu anlatıyordu.

Briestley’in keşiflerinin yarattığı heyecana kapılanlar arasında Etienne Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız da vardı. Tanınmış bir kâğıt fabrikatörünün oğlu olan Montgolfier, Soufflot ile birlikte Paris’te mimarlık öğrenimi gördükten sonra babasının fabrikasında çalışmak üzere ülkesine dönmüştü. Fransa’da bilimsel zekâsını kullanmak, yeni yöntemler keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını buldu.

Deneylere güvenen, zeki, metotlu ve sakin bir insandı. Bu kişiliğiyle de ağabeyi Joseph’in tam karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve parlak bir zekâya sahip olan Joseph (1740-1810), hayalci, iradeli ve ateşli bir gençti. Aslında bu iki zıt yaradılış birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir fikir ortaya attı mı, Etienne onu hemen dengeler, yoluna koyar ve uygulardı. Vivarais dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak, “suni bulut” meydana getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu düşlemek ancak Joseph gibi birinin aklına gelebilirdi. Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler… Buna bir Etienne gülmemişti; çünkü Priestley’in kitabında “havadan daha hafif ve daha ağır ofan gazlar” olduğunu okumuştu. Bunlardan biri, bir zarfa doldurulabilse havada yükselemez miydi?

Bu zarfın atmosferde, hiç değilse kendi yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya kadar yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen deneylere girişerek kağıttan bir kese yaptı, bunu demir parçaları üzerine sülfirik asit dökerek elde ettiği “yanar hava”yla (hidrojen) doldurdu. Kesekâğıdı bir süre uçtuktan sonra düştü. Gaz çok inceydi, kâğıttan geçip havaya karışmıştı. Daha elverişli bir gaz bulmak gerekliydi.

İki kardeş, bu defa nemli samanla yün yaktılar, çıkan gazla doldurulan kese tavana kadar yükseldi. Bu yükselişin nedeni, o günlerde sanıldığı gibi, saman-yün karışımının kimyasal bir özelliğinden ileri gelmiyordu. Isınan havanın daha hafif olduğunu İsviçreli fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o yıllarda kanıtladı.

Bu olaylar sırasında, iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre küplük bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca uçtuğunu ve tavana gidip yapıştığını gördüler. Bu deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir zarf imal etmeye koyuldular. Bu defa, deneylerini açık havada yaptılar. “Balon,” kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı ve 300 metreye yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler kendilerini var güçleriyle çalışmalarına verdiler. Hemen 11.50 metre çapında, 750 metre küp hacminde yeni bir balon imal ettiler. Bu balon ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla astarlanmıştı. 215 kilo geliyor, ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının daha geniş yankılar yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için deneylerini Vivarais Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783′te uygulamaya karar verdiler.

O gün bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada içi boş şekilsiz bir balon durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden biri, resmi kişilere doğru ilerledi. “Sayın meclis üyeleri, bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az sonra göklere yükseldiğini göreceksiniz,” dedi. Kesenin altında samanla yün yaktılar. Seyirciler, kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz bir küre biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi zor zaptediyordu; derken ansızın bıraktılar! Kalabalığın soluğu kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre kadar gittikten sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir bağa ağır ağır düştü.

Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada büyük bir heyecan yarattı. Ezeli düş gerçek olmuş, ağırlık yenilmiş, insan dehası göklerin egemenliğini ele alarak bulutlarla, kuşlarla boy ölçüşür duruma gelmişti. Bilimler Akademisi, böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi. Deneyin masraflarını yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier kardeşleri Paris’e çağırdı; bir yandan da uzmanları deneyin ayrıntılarını hazırlamakla görevlendirdi.

Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı; yapımcı Anne-Jean Robert (1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış Fizikçi Jacques Charles (1746-1823) de girişimin bilimsel yönetimine atandı.

Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan Jacques Charles yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim adamıydı. “Uçan bir makine” meydana getirme işiyle görevlendirildiğinde, bilimsel bir ruhla işe koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki, Robert’in “Mariot Kanunu”ndan haberi olmadığından kusursuz bir küre biçimi vermek için balonu iyice doldurdu. 27 Ağustos 1783′te, Paris halkının yarısının toplandığı Champ-de-Mars’da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle havalanan balon, bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu. İnsan zekâsının bu ‘mucize’si karşısında kalabalık bağırıyor, haykırıyor, kucaklaşıyor, ağlaşıyordu. ne var ki, balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş, patlamış ve Paris’ ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü.

Bu sırada Etienne Montgolfier de, Paris’e gelmiş ve “Montgolfiere” imal etmeye başlamıştı. Bu yine küre biçiminde, altın renkli işlemelerle süslü mavi bir balondu. Altına bir kafes asarak içine bir koyun, bir horoz, bir de kaz koydukları balonu Versay sarayında kral, kraliçe ve saray mensupları önünde salıvermeye karar verdiler. Kararlaştırılan zamandan üç saat önce, sarayın parkları ve civar sokaklar görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu.

Saat ikide halatlar kesildi ve balon ‘yolcularını’ alarak havalanmaya başladı. On dakika sonra da Vaucresson koruluğuna indi. Herkes hayvanların yolculuğu nasıl geçirdiklerini öğrenmek için oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de Rozier, kafesi açınca hayvanlar sağ salim dışarıya fırladılar. Böylece atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için solunuma elverişsiz olmadığı da kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem gözü pek bir insan olan Pilatre’i çok heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni egemenlik alanının kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına gönlü razı gelmiyordu. Bu yeni dünyayı insan keşfe çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı.

Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil, aynı zamanda bir bilim adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine, 20 metre yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon imal etmeye koyuldular. Sıcak havanın girdiği alt deliğin ağzına sorgun ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı meydana getirecek olan saman yığınını buraya doldurdular. Deney günü yaklaştıkça sorumlu kişileri bir korkudur alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir tehlikeye atmasına izin verilecek miydi? XVI. Louis, “Kurban olarak insan verilmek isteniyorsa, ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe!” diye emretti. Pilatre bundan gocundu, “Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi vereceğiz? Hayır, asla bu olmayacak,” diyerek dostlarından D’Arlandes Marki’si François-Laurent’ı kralı ikna etmeye gönderdi.

Deney günü saat 13′te balon gözü pek yolcusunu ve ona katılan D’Arlandes’i de alarak Muette bahçesinden havalandı. Balon ve yolcular 1.000 metre yükseklikten Paris’in üstünde dolaştılar. Sokaklar, balkonlar, hatta damlar insan almıyordu. Balon Butte-aux-Cailles’a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular, yer çekiminin bin yıllık zincirlerini kıran yiğit şövalyelere yaraşır bir zafer alayını artlarına takıp başkente döndüler.

Mors Alfabesi Nedir?

Categories: Bilim Teknik | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Telgraf haberleşmelerinde mesajların bir yerden bir yere iletilmesinde kullanılan işaret sistemi “Mors Alfabesi” diye tanımlanır. Mors Alfabesi, noktaların ve kısa çizgilerin değişik şekillerde yanyana getirilmesiyle uygulanır. Değişik şekillerde yanyana getirilen noktalar ve çizgiler, bildiğimiz alfabedeki harflerden her birinin karşılığı olarak kullanılır. Mesela bir nokta ve bir çizgi (. -), “A” harfinin karşılığıdır.

Mors Alfabesi, Amerikalı bir ressam ve heykelci olan,sanat öğrenimi için İngiltere’ye gelen Samuel Morse (1791-1872) tarafından icat edilmiştir. Amerika’da Charleston’da doğan Samuel Morse,Philips Akademisi ve Yale Üniversitesi’nde ,okumuştu. Zeki ve ağırbaşlı bir gençti. Sanat kadar kimya ve elektrik konularıyla da ilgileniyordu.Elektrik konusunda kendine has fikirleri olan Morse,haberleşme için elektrikten yararlanılabileceği inanandaydı.Haberlerin elektrik vasıtasıyla bir yerden başka bir yere iletilebileceğini düşünüyordu.

İngiltere’den Amerika’ya döndükten sonra, New Haven’de küçük bir dükkana kapanıp yoğun çalışmalara girişti. Yıllar yılı yoksul,yarı aç bir hayat yaşadı.1837 yılında elektromagnetik telgraf buluşunu tamamlamıştı. İcadının “ihtira beratı” nı almak için gerekli çevrelere başvurdu. Sermaye çevreleri, iş adamları,onun buluşunu pratik görmediler. Samuel Morse, icadını kabul ettirmek amacıyla İngiltere’ye, Fransa’ya, Rusya’ya gitti. Her gittiği yerde anlayışsızlıkla karşılanıyor, ilgi görmüyordu. Sonunda büyük çabalar sonucu,1843 yılında Amerikan Kongresi’nden 30.000 dolarlık bir yardım fonu sağlayabildi. VVashington’la Baltimore arasında bir telgraf hattı kurdu ve 1844 yılı Mayıs ayı içinde bu hatta ilk telgraf mesajını gönderdi.

Mors Alfabesinin pratik uygulamasında,gönderici (verici) cihazın başındaki memur, “maniple” diye tanımlanan bir kola, kısa ya da uzun basışlar yapar. Kısa basışlar nokta (. ),uzun basışlar çizgi karşılığıdır. Böylece, yanyana gelen nokta ve çizgilere göre harfler,bunlardan da kelimeler, cümleler oluşur.

İyi bir telgrafçı bir dakikada yaklaşık olarak 120 harf göndermekte ve aynı sayıda harfi kolaylıkla alabilmektedir. Telgraf mesajının alındığı yerde (alıcı cihazda ), rulo halindeki bir kağıt şerit dönmektedir. Bunun karşısında da,verilen işaretlere göre hareket eden bir kalem vardır. Bu kalem, nokta ve çizgileri kağıt üzerinde çizer. Böylece kelimeler,cümleler meydana gelir. Mesajı alan memur da telgrafı bildiğimiz kelimelere dönüştürür.

Başlangıçta tam bir anlayışsızlıkla karşılanan Mors Alfabesi, insanlığa büyük yararlar sağlayan buluşlardan biridir.

Gemiler Nasıl Yüzer?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Yüzme koşulunu sağlayan her cisim suda yüzer. Yüzme koşulu Arşimet’in “suyun kaldırma kuvveti” ilkesine dayanır. Cismin ağırlığı, taşırdığı suyun ağırlığına eşit olmak zorundadır. Cismin ağırlığı, taşan suyun ağırlığından fazlaysa cisim suya batar. Bu ağırlık, taşan suyunkine eşit ya da ondan daha az ise yüzme gerçekleşir.

Gemi ağırlığının, taşan su ağırlığından az olması da belirli bir oran çerçevesinde tutulur. Teknede ağırlık merkezinin yerinin uygun seçilmesi, teknenin su içindeki dengesinin korunabilmesi açısindan gemi mühendislerinin üzerinde uğraştığı tasarım konularındandır. Bu oran aşılırsa, teknenin salınmasında artış olacağı gibi teknenin yan devrilmesine de yol açabilir. Bu durum, yolcuların veya taşınan yüklerin zarar görmesine neden olur.

Lokomotifin İcadı

Categories: İcat ve Buluşlar | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Lokomotifi ilk düşünen, daha doğrusu ilk gerçekleştiren Trevithick oldu. 1801′de inşa ettiği ve kendinden öncekilerden daha başarılı bir sonuç alamadığı buharlı arabası hatırlardadır. Bu başarısızlık buharlı lokomotifin mucitini sarstı; sabırsız, ama hünerli bir kişi olduğundan başka şeyler üzerinde çalışmaya başladı. Ancak, emeklerinin büsbütün boşa gitmesini de istemediğinden, bir süre sonra makinesinin ray üzerinde giden arabaya bağlanmasını madencilere teklif etti.

İcadını yalnız Merthyr-Tydvil Firması kabul etti (1804), fakat bu büyük bir yarar sağlamadı. Araç, beygirin yerini tutmasına tutuyordu ama, ne ondan daha hızlı gidebiliyor, ne de güven verebiliyordu. Perdahlı bir yüzey üzerinde tekerlekli araçla taşıma, ancak hafif yükler için mümkündü. Çünkü belli bir ağırlık aşılınca, kayma yapıyordu. Mühendisler bu sakıncayı giderici çareler aramaya koyuldular. Bu yoğun çalışmalar, kömürün buharlı araçla taşınması işinin gerçek bir ihtiyaç halini aldığını ispatlamaktadır.

Trevithick ve Vivian, artık rahatça lokomotif diyebileceğimiz bu makinenin tekerleklerine çıkıntılar işlemeyi önerdiler. 1811′de John Blenkinsop (1783-1831), ray ve tekerlekleri bir dişli bindirmelik şeklinde imal etmenin gerektiğini ileri sürdü. 1812′de William Chapman (1749-1832), lokomotifi bir yana koyup yol boyunca sabit makineler kurmak, böylece yükü kablolarla ve bu makineler aracılığıyla çekmek gerektiği fikrini ortaya attı. 1813′te Brunton daha da saçma bir fikri, tekerleği bir yana atıp lokomotife atınki gibi ayaklar takılması gerektiğini savunmaya koyuldu. İşin garibi bunları dinleyenler hatta taraftar olanlar da çıktı.

Sonunda havadan sözler etmektense rayda kayma işinin ne olduğunu anlamak için deneyler yapmayı düşünen biri ortaya çıktı: Bu Wylam maden ocaklarında mühendis olan William Hedley idi. Lokomotife belli bir ağırlık verildiğinde tekerleğin raya yapıştığını ve kayma yapmadığını gözlemledi. Bunun üzerine Hedley, bütün ağırlığın yük çekmeye harcanması için çift dingilli bir lokomotif inşa ederek, bu aracın ağır yük taşımaya elverişli olduğunu ispatladı.

Hedley’in lokomotifinin Wylam’da, Blenkinsop’unki Middleton’da başarıyla işleyince yeni yük taşıma aracı dikkati çekmeye başladı. Makineyi görmek için koşanlardan çoğu mühendis ve teknisyenlerdi Bunlardan biri de Killing-worth taşkömürü ocaklarında teknisyen olan Stephenson idi.

Wylam’da 9 Haziran 1781′de doğan George Stephenson’un çocukluğu yoksulluk içinde geçmişti, önce çobanlık yapmış yedi ile on bir yaşları arasında, tarım işçisi olmuştu. Bir süre sonra da babasının çalıştığı maden ocağına kazancı olarak girdi. Görevi, başka birkaç işçiyle birlikte ocağa kömür atmaktan başka bir şey değildi. Buharlı makineye karşı büyük ilgi duymuş ve işleyişini incelemişti. Bu arada aracın değerini takdir etmekle kalmayıp kusurlarını bulmuş, bunları gidermenin çarelerini araştırmaya koyulmuştu, işte çalışmaları bu safhaya vardığında bu konuyla ilgili bilgisinin çok yetersiz olduğunu anladı.

Sıfırdan başlaması ve çok şey öğrenmesi gerektiğini itiraf etmek cahil kişilerde büyük bir zekâ belirtisidir. Bu tekniğin temeli olan bilimi iyice incelemeden ve sindirmeden en o ıfoV Kir teknik aelisme yöntemi ya da bir yenilik ileri sürmenin doğru olmayacağını düşünmesi mucit için takdire değer bir davranıştır.

Stephenson 18 yaşında okuma “yazma öğrenmeye koyuldu. Sonra da gece kurslarına yazılarak matematik, fizik ve mekanik öğrenmeye başladı. Böylece kendi kendini yetiştiren mucitlerin en önemlilerinden birisi oldu. Halk diliyle yazılmış birkaç bilim kitabı okuyup bir konu hakkında az çok bilgi edindiler mi bilgiçlik taslayan insanlara günümüzde de rastlarız.

Stephenson da bu kuralın dışında kalmadı, ama çok zeki bir insan olduğundan Newton mekaniğini yıkmaya varan tasarıları hakkında hayallere kapılmadan önce, yıkmayı kurduğu mekaniği köklü bir şekilde bilmesi gerektiğini anladı. Hemen oğlunun okul kitaplarına sarıldı. Onu, kendisi gibi cahil kalmaması için koleje göndermişti. Kendisi de onun aracılığıyla kolej derslerini izlemeye koyuldu. Newcastle’daki Felsefe ve Edebiyat Derneğinin seminerlerine de katılıyordu. 1820′den başlayarak Edinburg Üniversitesine giden oğlunun teşvikiyle de onunla birlikte üniversitenin kurslarını izlemeye koyuldu.

Bilimsel eğitimi, teknik yeteneklerinin düzeyine yükseldikçe mucit dehası meydana çıkmakta ve şeflerinin dikkatini çekmekteydi. O kadar ki, 1814′te Hedley’in makinesiyle ilgilenip bir benzerini Killingworth’da imal etmeyi önerdiğinde, madende artık bir işçiden çok bir mühendis olarak çalışmaktaydı. Stephenson ilk lokomotifini aynı yıl imal etti. Bu, 4 tekerleğin üzerinde monte edilmiş yatay duran bir silindirdi, iki yanında, bir manivela aracılığıyla tekerlekleri çeviren pistonların işleticisi iki ufak silindir daha bulunmaktaydı.

1816′da Stephenson bu prototipi geliştirdi. Tekerleklerin uyumlu gidişini sağlamak için bunları, birleştirici bir devrim koluna bağladı ve ocağın çekimini artırmak için silindirden çıkan buharın bir bacayla dışarıya atılmasını sağladı. 1817′de yeni bir model sundu. Bunda kazan, bir basmatulumba aracılığıyla sürekli olarak su almaktaydı. 70 ton yükle dolu vagonları 8-10 km. hızla götüren bu son lokomotif Killing-worth demiryolunda on yıl hizmet gördü. Bu başarı Stephenson’un madenden ayrılıp bir lokomotif fabrikası kurmasına yetecek kadar büyüktü ve mucit 1822′de Newcastle’da fabrika açtı.

İlk önemli siparişini 1825′te aldı: Newcastle’ın güneyinde, birbirinden 39 km. uzakta bulunan Stockton-Darlington şehirleri arasındaki demiryolu için üç lokomotif… Hat büyük bir törenle açıldı. 90 ton yük alıp saatte 20 km. hızla gidecek olan lokomotife ‘resmi zevatı’ ve müzikçileri taşıması için bir de vagon bağlandı. İlk yolcu treniydi bu. Treni atlıların izlemesine karar verilmişti, ama o dönemde 40 km. gibi inanılmayacak bir hızla bayırı inerek atları pes ettirdi.

Coulomb Kanunu Nedir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Aynı cins elektrik yüklerinin birbirini ittiğini, farklı cins elektrik yüklerinin birbirini çektiğini biliyoruz…. Coulomb Kanunu ; bu etkileşmenin nelere, nasıl bağlı olduğunu veren deneysel bir kanundur.

Fizikçi Coulomb (Kulon) 1785 yılında yaptığı deneylerde burulma terazisi denilen bir düzenek kullanmış ve elektrik yüklü iki küçük küre arasındaki etkileşme kuvvetini oldukça duyarlı olarak ölçmeyi başarmıştır. Bir dizi deneyden sonra Coulomb, etkileşme kuvvetinin her küredeki yükle doğru, kürelerin arasındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı olduğunu bulmuştur..

Yükleri q1 ve q2, aralarındaki uzaklık d olan iki küçük verilsin.Kürelerin yükü artı, aralarındaki etkileşme kuvveti F olsun. Yapılan duyarlı deneylerde eğer q1 yükü iki katına çıkarılırsa F kuvvetinin de iki katına çıktığı gözlenmiştir. Eğer kürelerin arasındaki uzaklık (d) iki katına çıkarılırsa; kuvvetin, ilk değerinin dörtte birine düştüğü gözlenir..

Bu gözlem F kuvvetinin d uzaklığının karesi ile ters orantılı olduğunu gösterir. F kuvveti q1 , q2 ve  ile doğru orantılı olduğuna  göre bunların çarpımıyla da doğru orantılıdır.

Yük birimi olan Coulomb oldukça büyük bir değerdir. 6,3.10  elektrona  1 C denilmiştir. Coulomb Kuvveti ile iligi olarak dikkat edilecek bir başka nokta da bu kuvvetin, diğer bütün kuvvetlerde olduğu gibi vektörel bir nicelik olmasıdır.

Güneşin Yapısı ve Güneş Patlamaları

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | March 1st, 2008 | by admin | no comments

Güneş: Samanyolu gökadasında bilinen 200 milyar yıldızdan birisi olan Güneş kütlesi sıcak gazlardan oluşan ve çevresine ısı ve ışık yayan bir yıldızdır.

Güneşin çapı dünya çapının 110 katı (1.4 milyon km), hacmi 1.3 milyon katı ve ağırlığı 333.000 katı kadardır. Güneşin yoğunluğu ise Dünyanın yoğunluğunun ¼’ü kadardır. Güneş kendi ekseni etrafında saatte 70 000 km hızla döner. Bir turunu ise 25 günde tamamlar.

Güneş % 75 hidrojen, % 20 helyum ve % 5 de diğer elementlerden oluşur. Güneşte hidrojenin helyuma dönüşmesi sırasında (füzyon - erime birleşme) büyük bir enerji ortaya çıkar. Saniyede 600 milyon ton hidrojen helyuma dönüşür. Buda her saniye Güneşin 4.5 milyon ton hafiflemesine yol açar. Güneşteki füzyon olayı sonucunda kızıl kırmızımsı bir alev 15-20 bin km yükselir ki bu olaya Güneş Fırtınası denir. Bu bilgilere bakarak günün birinde Güneşin çevresine ısı ve ışık yayamayacağını ve dolayısı ile yeryüzünde yaşamın sona ereceğini düşünebiliriz. Ancak bu çok uzun yıllar sonra olacak bir olaydır.

Güneşin yüzey sıcaklığı 6 000 °C ve merkezindeki sıcaklık ise 1.5 milyon °C’dir. Güneşten çıkan enerjinin 2 milyonda birlik kısmı yeryüzüne ulaşır. Güneş’in üç günde yaymış olduğu enerji, Dünya’da bilinen bütün petrol, kömür ve ormanlardan elde edilecek enerjiye eşittir. Güneş ışınları 8.44 dakikada yeryüzüne ulaşır. Güneş Dünyaya en yakın yıldızdır.

Güneş Patlamaları:

Hiç 1.4 milyon kilometre çapında bir mıknatıs gördünüz mü ? Evet bu mıknatıs yaklaşık Dünyanın çapının 110 katı kadar büyüklükte. Sanırım bu soruya cevabınız büyük ölçüde hayır olacaktır ama aslında bahsettiğimiz bu büyük mıknatıs dünyamızda yaşamın oluşmasını ve devam etmesini sağlayan Güneş’ten başka bir şey değildir. Güneş’in de tıpkı bir mıknatıs gibi kutupları bulunmakta ve bu kutuplar arasında çok büyük manyetik kuvvetler oluşmaktadır. Bu manyetik kuvvetler bazen güneşin yüzeyinde siyah noktaların oluşmasına neden olurlar bu siyah noktalar güneş lekesi olarak adlandırılırlar. Bu lekelerin siyah görünmesinin nedeni güneşin yüzey sıcaklığından yani yaklaşık 5500 dereceden daha soğuk olmalarından kaynaklanmaktadır tabi burada soğuk kelimesi biraz anlamsız kalmaktadır çünkü güneş lekelerinin olduğu yerler de yaklaşık 4000 derece civarındadır. Güneş lekelerinin olduğu yerlerde diğer bir güneş etkinliği gerçekleşir ki bu da güneş patlamalarıdır. Patlamalar Güneş’in ürettiği yüksek enerjili ışınım ve atomik parçacıkların aniden boşalması sonucu oluşur. Bu ani ve şiddetli boşalma güneş lekelerinden çıkan parçacıkların manyetik alanlara yakalanmamasından dolayı gerçekleşir. Bu enerji atımını bir hortumdan tazyikli suyun dışarı çıkışı olarak düşünebiliriz. Astronomlar bu patlamaları X-ray ışımalarının şiddetine göre üçe ayırmışlardır buna göre X sınıfı patlamalar en büyük ve şiddetli M sınıfı patlamalar orta şiddetli ve C sınıfı patlamalar ise genellikle M sınıfı patlamalardan sonra meydana gelen küçük patlamalardır. Bu patlamalar sonucunda uzaya güneşin normal zamanda fırlattığından on milyon kat daha fazla sayıda atomik parçacık fırlatılır. Bu parçacıklardan biri olan nötrinolardan bir saniye içerisinde vucudumuzdan milyarlarcası biz hissetmeden geçmektedir. Nötrinolar elektrik yükü ve hatta neredeyse kütlesi olmayan, ışık hızında hareket eden ve çok ender olarak diğer bir maddeyle etkileşime giren temel parçacıklardır.

Güneş etkinliklerinden belkide en tehlikelisi yüzeyden yani güneşin taç tabakasından kütle atımıdır. Bu olay genellikle güneş patlamalarıyla ilgili olsada her zaman aynı şekilde gerçekleşmiyor. Yüzeyden kütle atımı sırasında atomik parçacıklar güneş yüzeyinden sanki bir balon gibi ayrılıyorlar ve hızları saniyede 2000 km’ye miktarları ise 10 milyar tona kadar çıkabiliyor.
Güneş patlamaları ve yüzeyden kütle atımları sırasında uzaya büyük hızlarla bırakılan bu atomik parçacıkların Dünya üzerinde de büyük etkileri bulunmaktadır. Güneş’ten çıkan bu parçacıklar Dünya’ya yaklaşık 8 dakikada ulaşır ve ulaşan bu parçacıklar atmosferin iyonosfer tabakasını etkileyerek uzun radyo dalgalarının iletimini bozup haberleşme uydularının yörüngelerinde değişikliğe sebep olmaktadır. Ayrıca elektrik santralleri de bu parçacık bombardımanından olumsuz yönde etkilenmekte ve devre dışı kalabilmektedir. Nitekim 1989 Mart ayında olağanüstü şiddetli bir güneş fırtınası Kanada Quebec eyaletinde tüm elektrik sistemini 9 saat süreyle felç etmiştir.

Güneş patlamaları, her ne kadar dünya üzerinde olumsuz etkiler yaratsa da bu patlamalar sonucu dünyaya ulaşan parcacıkların atmosfere girerek ordaki diger parçacıklarla etkileşiminden kaynaklanan çok güzel bir doğa olayınada neden olurlar ki bu doğa olayına Aurora yani kuzey ışıkları adı verilir. Kuzey ışıkları genellikle kutup noktasına yakın enlemlerde gerçekleşir. Ülkemizin olduğu enlemlerde oluşmamasının nedeni gelen parçacıkların dünya atmosferine dünyanın manyetik kutuplarından yani kuzey ve güney kutup noktalarından girmesidir. Ancak çok büyük patlamaların neden olduğu kuzey ışıklarının çok az da olsa ülkemizin olduğu enlemlere inme şansı vardır. Kuzey ışıklarının gözlenebildiği enlemlerde değişik renklerin gökyüzünü sanki bir perde gibi süslediği görülebilir.

İlk güneş lekesi milattan önce 325 yılında Yunanlı bilimadamı Theophrastus tarafından fark edilmiştir. Güneş üzerindeki ilk güneş patlaması ise 1 Eylül 1859 tarihinde Richard C. Carrington and Richard Hodgson adlı iki bilimadamı tarafından aynı anda gözlenmiştir. Güneş üzerindeki bu patlamalar 11 yıllık bir döngüyle birbirini takip etmekte ve bu dönem içinde maksimum seviyeye ulaşmaktadır .

Güneş’inde tıpkı dünyamız gibi mevsimleri vardır ama güneşin bir yılı 11 yılda tamamlanır. Bu 11 yıllık döngü içerisinde güneş lekelerinin hızlı bir şekilde arttığı zamanlar güneşin etkinliğinin en fazla olduğu anlardır. Güneş lekelerinin sayısı azaldıkça güneşin etkinliğide azalır. Güneş bu 11 yıllık dönem içerisinde maksimum etkinliğine genellikle bir kere ulaşır. Şu anda içinde bulunduğumuz devre 1996 yılında başlamış olup 2007 yılında sona erecektir. Bu dönem içinde güneş maksimum etkinliğine 2000 yılında ulaşmış ve patlamalar sonucu Dünya çapında iletişim uydularında bazı aksaklıklara neden olmuştu 2000 yılından sonra gitgide etkinliğini kaybeden güneş 2002 yılıyla birlikte tekrar aktif hale geçti ve güneş lekeleri artmaya başladı. Yeniden uyanan Güneş’te sık sık patlamalar olmaya başladı. Bilim adamlarının yaptığı açıklamalara göre içinde bulunduğumuz döngü çift zirveli yani güneşin iki kez maksimum etkinliğe ulaştığı devre olarak tanımlanıyor. Güneş üzerinde şimdiye kadar oluşan en büyük patlama ise 4 Kasım 2003 tarihinde gerçekleşti. Bu patlamanın hızı yaklaşık saniyede 2300 kilometreye ulaştı ama patlamanın olduğu yön dünyaya uzak olduğu için dünyamız bu patlamadan çok fazla etkilenmedi.

Güneş yaşamımız için gerekli ısı ve ışığı sağlayarak dünyayı yaşanır bir hale getiren bizim için çok önemli bir yıldızdır fakat her an güneş fırtınaları bu dengeyi bozabilir ve dünya üzerindeki yaşamı yok edebilir. Güneş üzerinde meydana gelebilecek büyük bir patlama ve beraberinde getirdiği yüklü parçacıklar dünyanın manyetik alanına zarar verek atmosferde ani değişikliklere ve ozon tabakasının delinmesine neden olabilir. İşte o zaman dünyamız güneşten ve uzaydan gelen radrasyona maruz kalıp yok olmanın eşiğine gelebilir. Bizim ise kendimize sormamız gereken soru şu acaba güneşimiz bize ne kadar dost ? Veya daha ne kadar dost kalacak ? Sanırım bu iki soruyada cevap bulmak için beklememiz gerekecek.

Demir ile çelik ferromanyetik malzemelerdir. Manyetik momentler bu malzemelerin içinde raslantısal bir yönelime göre küçük bölgeler halinde sıralanır. Bir dış alan uygulandığında, her bölge momentini alanla aynı sıraya sokma eğilimi gösterir. Bölgelerin çeperleri az çok tersinir bir şekilde yer değiştirir; bu olgu almaşık menyetik alanların için her bölgenin farklı değerler aldığı bir mıknatıslanma biçiminde ortaya çıkar. Histerezis çevrimi de bu durumu temsil eder ve uygulanan alan göre mıknatıslanmanın değşimlerini gösterir. Dar çevrim  “yumuşak”  bir malzemede görülür. Bir mıknatıs veya bilgisayar belleği için  “sert”  malzeme (geniş çevrim) kullanılır; bu malzemeler büyük alan değişimleri halinde sabit mıknatıslanma gösterir.  Ferromanyetik maddeler alan çizgilerini belirli bir yöne sevk etme eğilimdedir. Bu olay elektromıknatıslarda veya teyp okuyucu (veya kaydedici) kafalarda kullanılmaktadır. Çekirdek aralığındaki (devrenin açıklığı) akım şiddetiyle devreyi çevreleyen bobin içindeki akım şiddeti doğru orantılıdır. Böylece, çekirdek aralığı önünden geçen manyetik bandın parçacıklarını akımın şiddeti değiştirilerek az çok yönlendirmek mümkün olur.

Saatin İcadı ve En Eski Saat Türleri

Categories: Bilim Teknik, İcat ve Buluşlar | February 28th, 2008 | by admin | one comments

İnsanoğlu başlangıçtan bu yana zaman denilen anlaşılması zor kavramla uğraşmış, yıldızlara ve güneşe bakarak zamanı anlamaya ve hesaplamaya çalışmıştır. İlk başta insanlar için sadece yağmurun, karın, soğuğun, sıcağın zamanını bilmek yetiyor, mevsimler insanların hayatlarını yönetip, hasat zamanını, göç zamanını, barınma zamanını söylüyorlardı. Gittikçe daha küçük zaman birimlerine ihtiyaç duyan insan, yılı aylara ve haftalara bölmeye başlamışlardır. Zamanın geçişinin en belirgin göstergesi olan gün, güneş doğunca başlıyor ve çalışma süresi aydınlık zamanı kaplıyordu. İnsanların geceyi gündüze benzer kılma çabaları, günü daha küçük zaman birimlerine ayırmayı gerektiriyordu. Dakika ve saniyeler daha çağdaş dönemlerin ürünü olmakla birlikte, insanlar günü birkaç bölüme ayırmaya çalışmışlar ve gittikçe daha küçük zaman dilimlerine ihtiyaç duymuşlardır. Daha küçük zaman birimlerinin tarihi takvimle paralellik gösterir. Yılı ilk olarak birimlere bölen Sümerler, günü de ilk bölenler olmuşlar ve zamanı ölçmeye başlamışlardır. Mısırlılarla devam eden bu çabalar Yunanlılar ve Romalılarla iyice gelişmiştir.

Güneş Saatleri

Zamanı ölçmek için ilk çabalar güneş saatiyle başlamıştır. Bu ilk saatler, yüzyıllar boyunca zamanın ölçülmesi için kullanılan en yaygın araç olmuşlardır. Güneş saatleri, özel olarak hazırlanmış bir milin gölgesinin, Güneş’in görünen hareketine uygun olarak yine özel olarak hazırlanmış mermer, taş veya madeni bir zemin (kadran) üzerindeki hareketine göre zamanın ölçülmesine yarayan araçlardır. Saat, güneşin oluşturduğu gölgeyi ölçer. Bu yüzden güneş saatleri ancak bol güneşli ülkelerde ve gündüzleri kullanılabiliyordu.

Saat sisteminin gelişmesi tamamıyla dinî sebepler yüzündendi. Mısır dilinde saat anlamına gelen “wnwt” aynı zamanda rahiplerin yaptığı dini görev anlamına da geliyordu. Gündüz saatleri, Güneş Tanrısı Ra’nın ilerleyişine göre ölçülüyordu ve rahipler güneşin yolunu izlemek için değişik şekillerde yapılmış güneş saatleri kullanıyorlardı.

M.Ö. 3500′lerde yapılmaya başlayan ve ilk zaman ölçme aracı sayılabilecek obeliskler, aynı zamanda tarla parselasyonunda da kullanılıyorlardı. Uzun, yukarı doğru incelen dörtgen yapının üst sivrisi kare biçimindeki düzlemin ortasında değil kenara kaymış olarak yapılıyordu. Hareket eden gölge, günü ikiye bölerek zamanı gösteriyordu. Yılın değişik zamanlarında gölge uzunlukları işaretlenip en uzun ve en kısa olanı bulunuyor ve böylece yılın en kısa ve en uzun günü de belirlenebiliyordu.

Güneş saatlerinin bir başka çeşidi de T şeklindeki saatlerdir. T biçiminde birbirine bağlanmış iki çubuktan oluşan bu saatlerde kısa çubuğun gölgesi uzun sapın üzerindeki numaralara düşüyordu. Sabahları doğuya doğru, öğleden sonraları ise batıya doğru tutulan saatte, 1′den 10′a kadar sayılar kullanılıyordu. Taşınabilen ilk zaman aracı olan bu saat, M.Ö. 1500′lerde kullanılmaya başlanmıştır. Bu alet, günü 10 parçaya ve sabah ile akşam olmak üzere iki ‘alacakaranlık saatler’ine bölüyordu. T biçimindeki güneş saatlerinde, günün ilk ve son saatlerinde gölgenin sonsuza kadar uzaması ve kadran üzerinde izlenememesi sorun yaratıyordu.

Güneş saati tasarımındaki en büyük gelişme, gündüz saatlerini eşit dilimlere ayırabilmeyi sağlayan yarım küre biçimidir. M.Ö. 300 yıllarında Keldani astronom Berossus’un bulduğu bu tip saatlerde yarımküre içbükey olarak yerleştiriliyordu. Herhangi bir günde gölgenin yarımküre üzerinde izlediği yol, Güneş’in gökyüzünde izlediği yörüngenin kopyası oluyordu. 12 eşit bölüme ayrılmış yarımküre üzerinde yörüngeler çizilip, her mevsimle ilişkili saat başları birer eğri ile birleştiriliyordu.

Sümerlerle başlayıp Mısırlılar ve Babillilerle devam eden güneş saatleri Yunanlılarla daha da geliştirilmiştir. Romalılar ilk güneş saatlerini M.Ö. 1. yüzyılda yapmışlardır. Mimar Vitruvius’un belirttiğine göre, Roma’da çok yaygın olarak kullanılan saatlerin 13 değişik türü bulunuyordu.

O dönemin usta matematikçileri olan Araplar daha yaratıcıydılar. Saatçiliğe çok önem veren Araplar güneş saatlerinin birçok ilkesini geliştirmişlerdir. Arapların ünlü düşünürlerinden Abu’l Hasan, eşit saatlerle hesaplama sistemini bularak, 13. yüzyılın başlarında horoloji tarihinin en önemli adımlarından birini atmıştır.

İlk çağlarda çabuk gelişme gösteren güneş saatleri ortaçağ boyunca 5-16. yüzyıllar arasında pek ilerlememişlerdir. Ancak, 1500-1800 yılları arasında astronomiye paralel olarak hem çeşit hem de kullanışlılık açısından gelişmişlerdir.

En ayrıntılı ve hassas güneş saatleri İslâm güneş saatleridir. İslâmiyet’te namaz vakitlerini bilme isteği güneş saatlerini buna göre ayarlama zorunluluğu getirmiştir. Öğle namazı bir cismin gölgesinin en kısa olmasıyla başlar, gölge o cismin iki misli olduğunda, ikindi namazı başlamış olur. Bu iş için caminin avlusuna bir sopa dikilir. Cismin gölgesinin mevsimlere göre tespit edilmesi ve namaz vakitlerinin buna göre işaretlenmesiyle gelişmiş bir yatay güneş saati elde edilir. Bilinen en eski İslâm güneş saati 868-901 yılları arasında Mısır’da hüküm süren Tolunoğlu Ahmed’in Fustat’ta yaptırdığı camide bulunmaktadır.

Güneş saatlerinde zamanın uzunluğu bir mevsimden ötekine değişiyordu. Mısırlılar günü 24 parçaya bölmüş olsalar da bu şimdikinden farklıydı. Güneşin doğumundan batımına kadar geçen zamanı ona bölüyorlardı, ancak bu birimler yazları daha uzun oluyordu. Geçen yıllarla ve her mevsim kayan gün doğumlarıyla gündüz ve gece saatleri tamamen değişiyordu. Daha sonraları gündüz ve gece süreleri 12 saat uzunlukta hesaplanmış olsa da, bu yine mevsimden mevsime değişmekteydi. Güneş saati karmaşık bir sistemdi ve çok esnekti. Daha basit sistemlere ve akşam saatlerini izlemeye duyulan ihtiyaç, değişik arayışlar getirdi ve insanlar zamanı ölçebilmek için gökyüzüyle ilişkisi olmayan başka araçlara yöneldiler.

Su Saatleri

Güneş saatleri kadar eskiye dayanan ancak, tam zamanı bilinmese de ilk tipleri Mısır’da bulunan su saatleri, dibinde delik olan bir kovanın boşalması ve dolmasıyla zamanı gösterir. Bu saatler, zamana yeni bir bakış şeklini olanaklı kılmıştır. Güneş saatleri belirli bir zamanı gösterirken, su saatleri ne kadar zaman geçtiğini de gösteriyordu. Bu yüzden su saatinin icadı zaman ölçümünün gerçek başlangıcı sayılabilir.

Su saatlerine su hırsızı anlamına gelen “klepsydra” deniyordu. Bu saatleri, ilk olarak Mısırlılar icat etmiş olsalar da, Yunanlılar geliştirmişlerdir. Su saatleri yüzyıllar boyunca mekanik saatlerin bulunmasına kadar kullanılmıştır. Tek çanaktan oluşan su saatlerinde, içi su dolu ve altında bir delik olan çanağın içinden dışarı su boşaldıkça içindeki işaretler zamanın geçişini gösterir. Bu tip saatler daha çok duruşmalarda avukatların konuşma sürelerini belirlemede kullanılmıştır. Birkaç çanaktan oluşan türlerde ise, su bir çanaktan diğerine doluyordu.

Su saatlerinin başka bir çeşidi de dibinde delik olan metal bir kaptan oluşuyor. İçi su dolu böyle bir kap daha geniş bir kabın içine konduğunda yavaş yavaş doluyor ve dibe batıyor. Mısır’dan başka, İngiltere ve Seylan’da da bulunmuş olan bu tip su saatleri, günümüzde hâlâ Kuzey Afrika’da bazı yörelerde kullanılmaktadır. Su saatleri popülerleştikçe daha çok özenilerek yapılmaya başlanmış ve karmaşık mekanizmalar üretilmiştir.

M.Ö. 250′de Arşimet, yaptığı su saatine dişliler ekleyerek gezegenleri ve ayın yörüngesini de göstermiştir. Daha gelişmiş su saatleri M.Ö. 100 ve M.S. 500 yılları arasında Yunan ve Romalı horolog ve astronomlar tarafından yapılmıştır. Bu saatlerde damlama deliğinin aşınmasını ya da tıkanmasını önlemek için delik değerli taşlardan yapılabiliyordu. Su basıncı düzenlenerek akış sabit kılınıyordu. Bazı su saatleri zil çalan, çakıl taşı fırlatan mekanizmalarla donatılmıştı. Hatta bazılarında kapılar açılıp insan figürleri çıkıyor ve bunlar saati haber vermek üzere zil çalıyorlardı.

M.S. 200 ve 1300 arasında Uzak Doğu’da mekanik göksel su saati yapımı gelişmişti. 3. yüzyıl Çin klepsydraları astronomiyle ilgili konuları gösteren değişik mekanizmaları içeriyordu. En karmaşık saat kulelerinden birisi Çin’de Su Sung’un M.S. 1088′de yaptırdığı dev saat kulesidir. Yedi-sekiz metrelik kulede gündüz ve gece her saat başında iki parlak bronz top yine bronzdan yapılmış iki şahinin ağzından bir bronz kabın içine düşüyordu. Kabın dibindeki delik, bronz topun yeniden yerine dönmesini sağlıyordu. Şahinlerin üstünde de günün her saati için bir dizi kapı ve daha yukarıda da yanmamış durumda birer lamba duruyordu. Her saat başında bronz toplar düştükçe bir çan çalıyor ve biten saatin kapısı kapanıyordu. Toplar gece saatlerini belirtmek üzere düştüğünde ise o saatin lambası yanıyordu.

Yunanlı astronom Andronikos’un M.S. 1.yy’da yaptığı Rüzgâr Kulesi, klasik antik çağdan sağlam kalan ender binalardandır. Sekizgen biçimindeki yapıda, mekanik klepsydranın yanında güneş saati, yel değirmeni ve bazı bilimsel araştırmaların yapılmasına yarayacak düzenlemeler ve bir su tankı bulunuyordu.

Su saatleri de sadeliklerine rağmen sorunluydular. Soğuk bölgelerde suyun akışkanlığının azalması, deliğin tıkanması, suyun sabit akmaması gibi sorunlar vardı. Bütün bunlara rağmen su saatleri yüzyıllarca kullanılmıştır.

Kum Saatleri

Kum saatleri zamanın geleneksel sembolüdür. Saatin ilk tasarımı olan yumurta biçiminde cam kaptan akan kum yüzyıllar boyunca sabit kalmıştır. Saatlerde kumun yanında, zaman zaman pudra haline getirilmiş yumurta kabuğu, civa ya da ince toz siyah mermer de kullanılmıştır. Kum saati, Avrupa’da ilk kez 8. yüzyılda bir papazın buluşuyla kullanılmaya başlamıştır. Camcılık becerisi geliştikçe, kumun doldurulduğu ağız da eritilerek kapatılmış ve nemlenerek akışın zorlaşmasının önüne geçilmiştir.

16. yüzyıldan günümüze bu saatler sürekli zamanı ölçmek için değil, belirli bir sürenin başlangıcını ve bitişini göstermek için kullanılmıştır; kiliselerde dua süresi, gemilerde tayfaların nöbet süresi ya da gemilerin hızlarının belirlenmesi.

Belirli sayıda kulaç aralıklarıyla düğüm atılmış ve ucuna bir kütük bağlanmış bir ip denize atılıyor ve bir gemici kum saatiyle belirli zaman dilimleri içinde kaç düğümün suya girdiğini sayıyordu. Eğer belirlenen sürede beş düğüm inmişse, geminin hızı beş deniz mili oluyordu. 19. yüzyıl sonuna kadar yelkenli gemilerde hız belirlemek için bu yöntem kullanılmıştır. Soğuk iklimlerde su saatine göre daha yaygın kullanımı olduğu halde, kum saati gün boyunca zaman ölçümü için çok uygun bir gereç değildi. Bunun için, ya çok büyük yapılması, ya da başında her an birinin beklemesi gerekiyordu. Bazı kum saatlerinde bulunan kadrandaki gösterge, saatin her başaşağı edilişinde bir saat ileri alınıyordu. Yine de, kum saati uzun bir dönem boyunca küçük zaman aralıklarının ölçülmesinde başarıyla kullanılmıştır.

Bugün hâlâ ahçılar yumurta kaynatırken kum saati kullanıyorlar.

Ateş Saati

Zamanın ölçülmesi için değişik yöntem arayışlarıyla yapılan birçok deneme arasında ateş saati de bulunuyor. Petrol lambasının alevi ile çalışan saat mekanizmasında, tüketilen yağın bölmeli bir saydam kapta izlenmesi ya da kısalan mumun gölgesinin, arkadaki bir cetvel üzerindeki boyuna göre saatler belirleniyordu.

Çin, Japonya, ve Kore’de zaman ölçülmesi için ateş kullanımı değişik bir nitelik kazanmıştır. Bu ülkelerde özellikle tapınaklarda ödağacı ve benzeri kokulu nesneler dövülerek toz haline getiriliyor ve sonra da sıkıştırılarak saydam bir tüp içine yerleştiriliyordu. Zaman ölçümü tüp içinde ateşin ulaştığı yere göre yapılıyordu.

Değişik türleri olan ateş saatleri alarm saati olarak bile kullanılıyordu. İstenen saat yerine iple bağlanan iki küçük ağırlık, alev ipi koparınca bakır bir yüzeye düşüp ses çıkarıyordu.

Kral Alfred’in buluşu olan mum saati belki de bütün zaman ölçme araçlarının en basit olanıdır. Bu saat eşit aralıklara bölünmüş bir mumdan oluşuyor. Mum yandıkça zamanın geçişi ölçülebiliyor.

Ateş saatlerinin de doğruluğu her zaman şüpheliydi. Yine de, bütün zaman ölçme araçları gibi kendi sınırları içinde bir amaca hizmet etmişlerdir.

Mekanik Saatler

Zamanın mekanik olarak ölçülmesi yönündeki ilk adımlar din adamlarından gelmiştir. Keşişler dua etmek için kesin saati bilmek zorundaydılar. İlk mekanik saatler, saati göstermek değil duyurmak üzere yapılmışlardı. Bu saatler birer ağırlığa bağlı olarak çalışıyorlardı ve belirli zaman aralıkları ile gonga vuran tokmaklarla donatılmışlardı. Daha önceki yüzyıllarda, eski saat sistemlerinin sesli birer uyarı vermesini sağlama çabaları olumlu sonuçlanmamıştı. Geçen süreyi ufak taş parçacıkları atarak ya da düdük öttürerek belirten karmaşık mekanizmalar üretilmişti.

Güneş saati, su saati ve kum saati, değişik şekillerde süreyi göstermek amacına yönelikti. Mekanik saat ise manastır hayatında belli bir mekanik işlevi yerine getirmek, bir çekiç aracılığıyla ses üretmek ve böylece belirli zaman aralıklarını belirtmek amacını gütmekteydi. O dönemlerde saatlerin çan çalması gerektiğine inanılıyordu. İngilizcede saat anlamına gelen “clock” kelimesi Latince “clocca”dan gelmektedir ve çan anlamındadır. Ancak, daha sonra bu kelime bütün saatleri tanımlamaya başlamıştır.

Mekanik saatler için bulunan mekanizma, ağırlığın asılı olduğu ipi ya da zinciri kısa aralıklarla tutan ve bırakan bir vargel düzenidir ve tüm modern saatlerin de ortak özelliğidir. Böylece, kısa aralıklarla duran ve inen bir ağırlık, saat mekanizmasını günün uzunluğuna ya da kısalığına bağlı olmaktan kurtarıyordu.

Bu mekanizmanın en eski türü “kamalı” olarak biliniyor. Ucuna ağırlık bağlı iki yanından atlamalı olarak tırnaklarla donatılmış bir metal çubuk ve yatay olarak gidip gelen bir milden oluşan mekanizmada, her gidişte bir tırnak salıveren bir düzen oluşturulmuş ve milin ivmesi de dış ucuna takılmış bir ağırlıkla kontrol edilmiş. Ağırlık uzağa çekilince salınım hızlanıyor, yaklaştırılınca da yavaşlıyor. Böylece, başlangıçta dakikaların ve daha sonra da saniyelerin belirlenmesi mümkün olmuştur. Mekanik saatlerin içinde en ünlülerinden olan Giovanni di Dondi’nin tasarımı, ağırlıkla işleyen mekanizmaya bağlı sarkaç ve sekteli rakkas dişlisinden oluşuyordu ve saatte kadran bulunmuyordu.

Gündüz saatlerinin gece saatlerine uymayan saat sistemi, 14. yüzyılda mekanik saatlerin yapılmasına kadar devam etmiştir. Günü eşit saatler halinde bölen ilk saat, Milan’daki Saint Gottard kilisesi saatidir. Yüzyılın ortasına doğru büyük Avrupa şehirlerinin kulelerinde mekanik saatler görülmeye başlanmış ve gittikçe yayılmıştır. Vargel düzeniyle çalışan bu saatler 300 yıl boyunca devam etmiştir.

1500′lerde Nürnberg’de Peter Heinlein’ın zembereği bulmasıyla, büyük ağırlıklar kalkarak taşınabilir küçük saatler olanaklı kılınmıştır. İlk saatlerde kadran, akrep ve yelkovan bulunmuyordu. Okuma yazma oranının düşük olması, saatlere insanların bakıp anlayacağı yazılar koymak yerine çan sesleri konmasını gerektiriyordu. Süreyi görsel olarak göstermek için saatlere kadranı ilk olarak kullanan ve 1344′te 24 dilimlik saati yapan Dondi’dir.

Saat gelişiminde atılan başka bir büyük adım da sarkacın bulunmasıdır. Kilisede papazı dinlerken kürsünün üzerinde sallanan lambanın salınım zamanının sabit olduğunu farkeden Galileo, sarkacın salınım periyodunun, ağırlığına ya da genişliğine değil, uzunluğuna bağlı olduğunu bulmuştur. Galileo, ölümüne yakın, sarkaçla çalışan bir saat tasarlasa da bunu gerçekleştirememiştir. İlk çalışan sarkaçlı saati 1656′da, Galileo’nun ölümünden 14 yıl sonra, Alman astronom Christian Huygens yapmıştır. Huygens’in saati önceleri günde bir dakikadan az hata veriyordu. İlk olarak sağlanan bu hassaslığı, Huygens çalışmalarıyla hatayı günde 10 saniyeye düşürerek, artırmıştır.

Sarkacın bulunmasıyla ilk defa olarak saatlere dakika ve saniye kolları eklenmiştir.1670′lerin ortalarında Huygens’in balans yayını geliştirmesi taşınabilir saatlerin gerçek bir cep saati haline getirilebilmesini sağlamıştır. Yay mekanizmasının bulunması, zamanın hem karada hem de denizde aynı doğrulukta ölçülebilmesini sağlamıştır. Balans yayının geliştirilmesi ile gittikçe küçülen saatler cepte ya da kolda taşınabilmeye başlamış, ilk ucuz cep saatleri ABD’de üretilmiş, kol saatleri ise 1890′larda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta sadece kadınların kullandığı kol saatleri I. Dünya Savaşı sırasında erkekler arasında da yaygınlaşmıştır.

Zamanı karada ve denizde aynı olarak ölçebilen bu yeni saatlerle zaman birimlerinin hassaslığı sorgulanmaya başlanmıştır. Bir saniyenin uzunluğu neydi? Basit bir hesapla saniye dakikanın 1/60′ı, dakika saatin 1/60′ı ve saat te günün 24′te biri olduğu için bir saniye ortalama güneş gününün 86 400′de biri olarak ortaya çıkar. 1820′de zaman aralıkları bu hesaba göre standardize edilmiştir.

Kuvars Saatler

1920′lerde kuvars kristalli saatin bulunması, zaman ölçümünde yeni bir çığır başlatmıştır. Enerjisini bir yıl ya da daha uzun ömürlü pilden sağlayan bu saatlerin kurulmasına gerek yoktur. Kuvars saatler, kuvars kristallerinin piezoelektrik özelliğine dayalıdır. Eğer, yapısal simetri merkezi bulunmayan bir kristale elektrik uygularsanız biçimini değiştirir; ve eğer onu sıkıştırır ya da bükerseniz elektrik üretir. Uygun bir elektronik devreye bağlandığında kristal titreşir ve sabit bir frekansta elektronik saati çalıştırabilecek elektrik sinyali üretir.

Kuvars kristalinin titreşimleriyle 24 saatlik bir gün milyonda bir saniyelik aksamayla belirlenebiliyordu. Ancak, kuvars kristali elektrik akımının etkisiyle bir süre sonra mekanik özelliklerini değiştirdiği için başlangıçta çok hassas olan saatler birkaç ay sonra geri kalmaya başlarlar. Kuvars saatler hassasiyetleri ve fiyatları ile piyasaya hakim olsalar da, daha hassas ve bu hassaslığı uzun süre koruyabilecek saatlere duyulan ihtiyaç arayışları devam ettirmiştir.

Atom Saatleri

Bilim adamları, atomların çok uzun zaman durağan kalabilen rezonanslara sahip olduklarını anladıklarında, hidrojen veya sezyum atomunun daha hassas saatler için potansiyel birer sarkaç olabileceğini buldular. 1930 ve 40′larda radar ve yüksek frekanslı radyo iletişimleri, atomlarla etkileşime girecek elektromanyetik mikrodalgaların üretilebilmesini olanaklı kılmıştır. 1949′da ABD’de NIST laboratuvarlarında amonyağa dayanan ilk atom saati yapılmıştır. 1957′de ise yine NIST, ilk sezyum atom saatini gerçekleştirmiş ve 1967′de atomun doğal frekansı, yeni uluslaraarası zaman birimi olarak tanınmıştır. Buna göre, 1965 yılına kadar bir yılın 31 556 925.974 7′de biri olarak kabul edilen saniye sezyum atomunun rezonans frekansının 9 192 631 770 salınımına eşittir. Bu, sezyum atomunun ileri geri titreşim yapması için geçen süreye karşılık gelir.

Şu anda 1/10 trilyonluk hatayla zamanı ölçebilen atom saatleri de geliştiriliyor. NIST labaratuvarlarında yapılmakta olan yeni sezyum atom saati 300 milyon yıl 14. ondalık haneye, ABD’de Ulusal Standartlar Enstitüsü’nde üzerinde çalışılan cıva iyonu saati ise 30 milyar yıl boyunca 16. ondalık haneye kadar şaşmadan çalışabilecek.

Atom saatinin keşfiyle sağlanan uzun süreli hassaslığın yanında çeşitli olaylar ve süreçler birbiriyle mükemmel bir şekilde senkronize edilebiliyor ve yer tayinleri kesin bir doğrulukla hesaplanabiliyor.

Kesin zamana bağlı modern hayatta her geçen gün daha hassas saatlere ihtiyaç duyuluyor ancak bu hassaslığın sonu nereye varacak, bu bilinmiyor.

Big Bang (Büyük Patlama) Teorisi Nedir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 28th, 2008 | by admin | no comments

Bilim adamları böylesine kompleks bir yapıya sahip olan evrenin oluşumu hakkında tarih boyunca değişik fikirler ve teoriler ortaya atmışlardır. Fakat diğer konulardaki anlaşmazlıklara rağmen günümüzde evrenin başlangıcı konusu, bilim adamları arasındaki tam bir fikir birliği ile “Big Bang” adı verilen teoriye dayandırılmaktadır. Bu teori evrenin 10-20 milyar yıl önce “yoktan var edildiğini” ileri sürmektedir. Yani zamanımızdan 10-20 milyar yıl önce madde ve zaman yokken “Big Bang” adı verilen büyük bir patlama ile aniden madde ve zaman yaratılmıştır. “Big Bang” teorisi ilk olarak 1922 yılında Alexander Friedmann tarafından ortaya atıldı. O güne kadar evrenin durağan olduğunu savunan bilim dünyasının bu yeni teoriyi kabullenmesi hiçte kolay değildi. Çünkü bu teori evrenin, zaman ve maddeden bağımsız olan tüm boyutların üzerindeki bir güç tarafından yaratıldığı anlamına geliyordu. Aynı zamanda “maddenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini” iddia eden materyalist felsefe kökünden çürütülmüş oluyordu. Özellikle materyalist bilim adamları bu teoriyi kabul etmek istemedi. Fakat “Big Bang” gerçeğini görmezlikten gelmek çok zordu. Ünlü astronom Edwin Hubble 1929 yılında yaptığı gözlemler sonucunda evrenin devamlı genişlemekte olduğunu ispatladı, bu ispat Big Bang teorisi için çok büyük bir kanıttı. Hubble’ın bu buluşu teorinin büyük bir bilim kesimi tarafından kabul görmesini sağladı, teoriyi kabullenmek istemeyen ve genişleyen evren modeline uygun değişik teoriler oluşturmaya çalışan bir kaç bilim adamı ise ancak1989 yılındaki “Big Bang” teorisinin kesin zaferine kadar dayanabildiler. Teorik hesaplamalara göre büyük patlamadan arda kalması gereken radyasyonu araştırmak üzere NASA tarafından 1989 yılında fırlatılan CUBE uydusu bu radyasyonu fırlatılışından sekiz dakika sonra belirleyerek “Big Bang” teorisini kesin olarak kanıtladı. Bu kanıttan sonra artarda gelen diğer kanıtlar teoriyi desteklemeğe devam etti. Evrendeki enerjinin bilinen kısmının büyük bölümü yıldızlarda, Hirojenin (H), füzyon sayesinde Helyuma (He) dönüşmesi ile oluşmaktadır. Bu enerji dönüşümü evrenin başlangıcından bu yana devam eden bir süreçtir. Eğer evren sonsuzdan beri var olsaydı hidrojenin tümünün helyuma dönüşmüş olması gerekirdi. Fakat şu an evrende var olan hidrojen, helyum oranı teorik hesaplamalara göre “Big Bang” ‘den bu yana olması gerektiği gibidir. Bu ve benzeri bir çok delil “Big Bang” teorisinin güçlenerek ilerlemesini sağlamaktadır.

Dünyamızın Şekli ve Sonuçları

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 28th, 2008 | by admin | no comments

Dünyamız Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldız sistemlerinden güneş sisteminde yer alır. Bütün gezegenler elips şeklinde bir yörüngede hareket ederler.

AY VE ÖZELLİKLERİ

Ay dünyamızın 1/50’si kadardır. Bu sebeple Ayda yerçekimi azdır (dünyadakinin 1/6’sı kadardır).

Ayda atmosfer yoktur. Bunun sonucunda; hava ve su yoktur. Meteorolojik olay (iklim) görülmez. Meteorlar doğrudan ay yüzeyine düşer. Sonuçta büyük krater çukurlukları oluşmuştur. Günlük sıcaklık farkı fazladır. Bu sebeple mekanik çözülme fazladır. Canlı hayatı yoktur. İç ısısını kaybetmiştir. Bundan dolayı volkanik olay görülmez.

AYIN HAREKETLERİ

1) Kendi ekseni çevresindeki hareketi

2) Dünya çevresindeki hareketi

3) Dünya ile birlikte güneş çevresindeki hareketi

*** Ay hem kendi hem de dünya çevresindeki bir turunu aynı sürede (29,5 gün) tamamladığı için dünyadan ayın sürekli aynı yüzeyi görülür.

Ay günü: Dünyadaki herhangi bir meridyenin ard arda iki kez Ayın karşısından geçinceye kadar geçen süredir. Bu süre 24 saat 50 dakikadır.

Güneş günü: 24 saattir.

*** Ay günü ile güneş günü arasındaki zaman farkından dolayı bir yerde Ay her gün bir önceki güne göre daha geç gözlenir ve gel-git olayı daha geç oluşur.

AYIN EVRELERİ

Ayın aydınlık yüzünün dünyadan görünüşünde bir ay boyunca meydana gelen değişikliklerdir.

Yeniay ve dolunay evrelerinde büyük gel-git yaşanır. Sebebi dünya, ay ve güneşin aynı doğrultuda olmasıdır. İlk ve son dördünde ise küçük gel-git yaşanır.

Güneş tutulması, Ayın Güneş ile Dünya arasına girmesi ve bazı özel koşulların sağlanmasıneticesinde meydana gelir.Tutulmanın olabilmesi için, Ayın, Dünya etrafındaki yörüngesiyle Dünyanın Güneş etrafındaki yörüngesinin kesişim yerlerini belirleyen düğüm noktalarında veya bu noktalar civarında (Yeniay safhasında) bulunması gerekir.

Bilindiği üzere bir yıl içerisinde Ay, Dünya etrafında 12 kez dolanır. Dolayısıyla, eğer Ayın yörünge düzlemi Dünya’nınkiyle çakışık olsaydı, bir yılda 12 kez Güneş tutulması meydana gelebilirdi. Fakat durum böyle değildir. Ayın yörünge düzlemi ileDünya’nınki arasında yaklaşık 5° 9’ lık bir açı vardır. Bu açı nedeniyle Dünya, Ay ve Güneş, Ayın Dünya etrafındaki her dolanımında tam olarak aynı doğrultuda bulunmazlar. Böylece her ay bir Güneş tutulması oluşması engellenmiş olur. Nitekim bir yılda en az iki, en çokbeş Güneştutulması meydana gelebilir.

Ay dünya etrafındaki yörüngesini tamamlarken, dünyanın güneş ve ay arasında kalmasına neden olabilir. Bu durumda ay yüzeyine düşen güneş ışınları dünya tarafından engellenmiş olur. Karanlıkta kalan ay kısa süreli de olsa dünyadan gözlenemez bu olaya ay tutulması adı verilir. Bulutsuz bir gecede çıplak gözle rahatlıkla fark edilebilen bu olay, güneş tutulmasına göre, dünya yüzeyinde daha geniş bir alandan gözlenebilir. Ay tutulmasının dünya yüzeyinden gözlenebildiği alan dünyanın yarısından 24º kadar fazladır.

DÜNYANIN ŞEKLİ VE SONUÇLARI

Dünyamızın Ekvatorda şişkin, Kutuplarda basık olan kendine has şeklineGEOİD denir.

DÜNYANIN BOYUTLARI

*Ekvator çevresi: 40.076 km
*Kutuplar çevresi: 40.009 km
*Ekvator yarıçapı: 6378 km
*Kutuplar yarıçapı: 6357 km
*Karalar yüzölçümü:149 milyon km2(%29)
*Denizler yüzölçümü: 361 milyon km2(%71)
*KYK’de karalar %39 denizler %61
*GYK’de ise karalar %19 denizler %81 dir.

DÜNYANIN ŞEKLİNİN SONUÇLARI

*Ekvatorun uzunluğu tam dairelik bir meridyenin uzunluğundan fazladır.
*Paralellerin uzunluğu kutuplara doğru azalır.
*İki meridyen arasındaki uzaklık kutuplara doğru azalır.
*Güneş ışınlarının düşme açısı kutuplara doğru azalır.
*Yer şekilleri haritaya gerçeğe tam uygun olarak aktarılamaz.
*Aynı anda Dünyanın yarısı aydınlık (gündüz) yarısı karanlık (gece) olur.
*Dünyanın çizgisel dönüş hızı kutuplara doğru azalır.
*Yer çekimi kutuplara doğru artar.

*Dünyanın çizgisel dönüş hızı kutuplara doğru azalır.
*Yer çekimi kutuplara doğru artar.

DÜNYANIN HAREKETLERİ VE SONUÇLARI

*Gece gündüz olayı ardalanır (birbirini takip eder).
*Güneş ışınlarının düşme açısı günün her saatine göre değişir.
*Yerel saat farkları oluşur.
*Günlük sıcaklık farkları oluşur. Buna bağlı olarak meltem rüzgarları oluşur. Mekanik çözülme olur.
*Sürekli rüzgarların esme yönünde sapmalar olur.
*Okyanus akıntılarında sapmalar ve halkalar olur.
*Dinamik basınç merkezleri oluşur. Yönler belirlenir. Fotosentez meydana gelir.

DÜNYANIN EKSENİ ÇEVRESİNDE DÖNÜŞÜNDE DOĞAN HIZLAR

1) ÇİZGİSEL HIZ VE SONUÇLARI (Enleme bağlı)

*Çizgisel hız en fazla Ekvator üzerindedir (1670 km/h) . Bu hız kutuplara doğru azalır. Bunun sonucunda;
*Güneşin doğuş ve batış süresi kutuplara doğru uzar.
*Gece gündüz arasındaki fark kutuplara doğru artar.
*Atmosferin kalınlığı Ekvatorda fazla, kutuplarda azdır.
*Ekvatorda yerçekimi az, kutuplarda fazladır.

2) AÇISAL HIZ VE SONUÇLARI (Boylama bağlı)

Dünyanın açısal hızı;

24 saatte: 360°
1 saatte : 15°
4 dakikada :1° dir.

*** Açısal hız her enlemde aynıdır. Açısal hız sonucunda yerel saat farkları oluşur.

DÜNYANIN YILLIK HAREKETİ VE SONUÇLARI

Dünyanın güneş çevresinde dönerken izlediği yola yörünge, meydana getirdiği düzleme de yörünge düzlemi (ekliptik düzlem) denir. Dünyamızın yörüngesi elips biçimindedir.

ELİPS BİÇİMİNDEKİ YÖRÜNGENİN SONUÇLARI

Dünyamız güneşe bazen yaklaşır, bazen güneşten uzaklaşır. Dünyanın güneşe en yakın olduğu tarih 3 ocaktır. En uzakta olduğu tarih ise 4 temmuzdur.

Dünya güneşe yaklaşınca güneşin çekim kuvveti artar. Böylece dünya güneş çevresinde daha hızlı dönmeye başlar. Sonuçta şubat ayı 28 gündür. Yani K.Y.K ‘de kış mevsimi iki gün kısa olmaktadır.

Dünya güneşten uzaklaşınca çekim kuvveti ve hız azalır. Sonuçta yaz mevsimi K.Y.K.’de iki gün daha uzun olmaktadır.

*** Kısacası elipsoid yörünge mevsim sürelerinin farklı olmasında etkilidir. Dünyamızın yörüngesi daire biçiminde olsaydı; mevsim süreleri birbirine eşit olacaktı.

EKSEN EĞİKLİĞİ VE SONUÇLARI

(Ekvator düzlemi ile ekliptik arasında 23°27′ , yer ekseni ile ekliptik arasında 66°33′ açı olması)

Dönenceler meydana gelir. Dönence: kuzey ve güney yarım kürelerde güneş ışınlarının en son dik geldiği noktalara denir.

Matematik iklim kuşakları oluşur.

Güneş ışınlarının düşme açısı yıl boyunca değişir. Güneş ışınları yıl içinde dönencelere birer kez, dönenceler arasına da ikişer kez dik açıyla düşerler. Dönenceler dışında hiçbir yere güneş ışınları dik olarak düşmez.

Mevsimler oluşur. Dört mevsimin tek yaşandığı kuşak ılıman kuşaktır. Sebebi: güneş ışınlarının düşme açısında yıl boyunca değişikliğin fazla olmasıdır.

Aynı tarihlerde kuzey ve güney yarımkürelerde farklı mevsim yaşanması.

Gece gündüz uzunluğunun sürekli değişmesi.

Güneşin doğuş ve batış konumu ile saatinin değişmesi.

Muson rüzgarlarının oluşması.

Aydınlanma dairesinin sürekli değişmesi.

Kutup bölgelerinde 24 saatten uzun gece ve gündüzlerin oluşması. Örnek: Kutup noktalarında 6 ay gündüz, 6 ay gece yaşanması.

*** Dönence ve matematik iklim kuşaklarının oluşmasında sadece eksen eğikliği etkilidir. Diğerlerinin oluşmasında eksen eğikliği ile birlikte yıllık hareketin de etkisi vardır.

EKSEN EĞİKLİĞİ OLMASAYDI; (Ekvator düzlemi ile ekliptik üst üste çakışsaydı veya yer ekseni ekliptiği dik olarak kesseydi)

*Dönenceler oluşmazdı.
*Mevsim değişmesi olmazdı.
*Güneş ışınları sadece Ekvatora dik gelirdi.
*Aydınlanma dairesi sürekli kutup noktalarına teğet geçerdi.
*Gece gündüz süreleri birbirine eşit olurdu.
*Güneşin doğuş-batış konumu ve saati değişmezdi.

EKSEN EĞİKLİĞİ 20°OLSAYDI:

*Güneş ışınlarının dik geldiği alan daralırdı.
*Kutup kuşağı ve tropikal kuşağın alanları daralırken, ılıman kuşak genişlerdi.
*Yurdumuzda yazlar daha serin, kışlar daha ılık olurdu.
*Kutup ve ılıman kuşakta sıcaklık ortalaması azalırken tropikal kuşakta sıcaklık ortalaması artardı.
*Gece-gündüz arasındaki zaman farkı azalırdı.

*** Eksen eğikliğinin 23°27′ dan daha büyük olması durumunda yukarıdakilerin tam tersi bir durum yaşanırdı.

Kar nasıl oluşur?

Categories: Bilimsel Olaylar | February 28th, 2008 | by admin | no comments

Kar, bulutları oluşturan minicik su tanelerinin çok soğuk hava ile karşılaşması sonucu, çok ince buz parçalarına dönüşmesidir. Bu, o kadar çabuk olmuştur ki, su tanesi yağmur olamadan kara dönüşmüştür. Aslında kış mevsiminde bulutlar hemen her zaman, havadan da hafif olan minik buz parçacıkları içerirler. Ama kar yağması için belli etkenlerin bir araya gelmesi gerekir. Bu etkenler, düşük ısı ve hava akımlarıdır, işte bu ortam, buz parçacıklarının birleşerek kar seklinde yağmasına yol açar.

Bulutlar Nasıl Oluşur?

Categories: Bilimsel Olaylar | February 28th, 2008 | by admin | no comments

Suyun buharlaşması ve güneş ısısı, havada nem oluşturur. Buharlaşmanın miktarı, güneş ısısının derecesi ile su miktarına bağlıdır. Nemin oluşmasında rol oynayan etkenlerden biri de nefes alan varlıklardır. Böylece oluşan su buharı, sürekli olarak yeryüzü ve denizden havaya doğru yükselip orada yoğunlaşarak bulutları oluşturur. Bulutların sınıflandırılması, ilk olarak 1603 yılında Luke Howard tarafından yapıldı. Bu sınıflandırma tüm milletlerce kabul edilmiştir. Sınıflama, bulutların deniz seviyesinden yükseklikleri temel alınarak yapılmıştır. 5 bin-14 bin metre yükseklikte olan sirrus, sirrokümülüs ,sirrostratus, 2 bin-7 bin metre arasındaki bulutlar altokümülüs, altostratüs, nimbostratüs, 2 bin ve daha az yükseklikler ise stratokümülüs ve stratüs adlarını alırlar. Havadaki su buharı yoğunluğu belli bir limitin altına inince, bulutlar, yağmur veya kara dönüşür.

Vücudumuzu Tanıyalım

Categories: Sağlık Bilgisi | February 28th, 2008 | by admin | no comments

Vücudumuz, “hücre” adı verilen ve ancak mikroskopla görülebilen küçük yapı taşlarının bir araya gelmesi ile teşekkül etmiştir. Hücreler birleşerek dokuları, dokular birleşerek organları, organlar birleşerek vücut makinamızı meydana getirirler.

Vücudumuzun bölümleri:
* İskelet Sistemi
* Kas ve Deri Sistemi
* Kan Dolaşım Sistemi
* Sindirim Sistemi
* Solunum Sistemi
* Sinir Sistemi
* Duyu Organları

İnsan vücudunda yaklaşık 100 trilyon hücre vardır. Her dakika bunlardan 300 milyonu ölür. Eğer sürekli olarak yenilenmeselerdi, bütün hücreler 330 gün içinde ölecekti. Su, vücudun %69′unu teşkil eder. Normal bir insanda yaklaşık 47 litre su vardır. Teneffüs, terleme ve boşaltım ile her gün 2.4 litre su kaybedilir. Su, vücuttaki çoğu dokunun %20 ile %80′ini ,beyin dokusunun ise %85′ini oluşturur. Eğer 73 kilogramlık bir insanın vücudundaki suyun tamamı çıkarılacak olsaydı, geriye sadece 29 kilogramlık bir vücut kalacaktı.

Su dışında vücutta birçok madde daha mevcuttur. Mesela normal bir vücutta, küçük bir sundurmayı yıkayacak kadar sönmüş kireç, 7 büyük sabun kalıbı yapacak kadar yağ, orta boy bir kavanozu dolduracak kadar şeker, 6 tuzluğu dolduracak kadar tuz, 9 bin kurşun kalem yapacak kadar karbon (13kg), 2 bin 2 yüz tane kibrit yapacak kadar fosfor, 25 milimetrelik bir çivi yapacak kadar demir, bir kaşık sülfür ve 30 gram diğer metaller bulunur.

Rüzgar Nasıl Oluşur?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 28th, 2008 | by admin | no comments

Rüzgar aslında hava moleküllerinin hareketidir. Rüzgarlara;
1- hava,
2- hava basıncı yol açar.
Hava, azot molekülleri (hacim olarak yüzde 78), oksijen (yaklaşık yüzde 21), su molekülleri ve az miktardaki diğer elementlerden oluşur. Bütün bu hava molekülleri hızlı bir şekilde hareket ederken birbirleriyle ve yer seviyesindeki diğer nesnelerle çarpışır.

Hava basıncı ise bu moleküllerin belirli bir alana verdiği kuvvet miktarıdır. Genel olarak ne kadar çok hava molekülü varsa hava basıncı da o kadar yüksek olur. Rüzgar, buna bağlı olarak, basınç değişim kuvvetidir.
Fırtına sistemleri dinamiklerinin ve güneşin farklı derecelerdeki ısısının neden olduğu hava basıncındaki değişiklikler, belirli bir yatay alanda, hava moleküllerini görece olarak daha yüksek hava basıncından daha alçak basınç alanına doğru sürükler.

Hava durumu haritalarında gösterilen yüksek ve alçak basınç bölgeleri arasındaki hava akımları, sık sık karşılaştığımız hafif rüzgarları oluşturur.  Bu rüzgarın ardında yatan basınç farkı, toplam atmosferik basıncın yalnızca yüzde 1′i kadardır. Oysa şiddetli fırtınalar daha büyük ve daha yoğun basınç değişikliklerinin yaşandığı bölgelerde ortaya çıkar.

Arılar Nasıl Bal Yaparlar?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar, Hayvanlar Alemi | February 26th, 2008 | by admin | no comments

Bal arıları bal yapmak için nektar kullanırlar. Nektar % 80 su ve bir çeşit şeker karışımıdır. Eğer bir hanımeli çiçeğini gövdesinden çektiyseniz çiçeği n ucundan damlayan akıcı sıvıyı görmüşsünüzdür işte bu nektardır. Kuzey Amerika’da arılar nektarı karanfil, karahindiba ve meyve ağacı çiçeklerinden toplarlar. Arılar çiçeklerdeki nektarı toplamak için kamışa benzer tüp şeklindeki uzun dillerini kullanır ve bu nektarı karınlarında tutarlar. Arıların aslında iki adet karınları vardır. Bunlardan biri nektarı toplamak için kullandıkları diğeri ise normal olanıdır. Arıların nektarı tuttukları karınları 70 mg nektar barındabilir ve tamamıyla dolduğunda ise arının kendisi kadar ağırlık yapar. . Arıların nektarı depoladıkları karınlarını doldurmaları için 100 ile 1500 arasında çiçeğe konmaları gerekmektedir.

Yağmur Nasıl Oluşur?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 26th, 2008 | by admin | one comments

Yağmurun oluşmasında 2 işlem gerçekleşiyor. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle biran geliyor ki su buharı işinin çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor.

Soğuk hava katmanına rastlayan buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar birleşerek bulutları olusturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Bu da yüz binlerce su damlacığının birleşmesi anlamına geliyor. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlıyor. Bütün bu anlattığımız işlemler ise ortalama 8 gün sürüyor.

Sizlere bir soru; yağan yagmurun süresi neye baglı? Bir bulutun yarısı yağmur olarak yağar bu da tahminen 30 dakika sürer. Ama bulutlar devamlı oluşursa yağmur günlerce yağar.

Peki hava kapalı olduğu halde bazen yağmur yağmaz bunun sebebi ise; su damlalarının sıcak ve kuru bir hava katmanından geçiyor olmasıdır. Burada su damlaları yeniden buharlaşır ve yağmur oluşmaz.

Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, sağanak yağmur yağarken ilk taneler her zaman daha iridir. Bunun sebebi de yağmur damlalarının yeryüzüne inerken soğuk ve nemli hava ile karşılaşmasıdır. Soğuk ve nemli katmandan geçen damlalar buharlaşmadan yeryüzüne inerler. Bu sırada hacim yönünden büyüdükleri gibi havanın nemini de aldıkları için daha da büyürler. Ve sağanak yağmurda ilk taneler daha büyük olur. Arkadan gelen damlalar ise nemi azalmış bir katmandan geçtikleri için ilk tanelerden daha küçüktür.

Yağmurun yağması için su damlalarının belirli bir büyüklüğe gelmesi gerektiğin söylemiştik. Bu da damlaların birbiri ile birleşmesi ile olmaktadır. Bu birleşme 2 türlü olur. Çarpışma ile birleşme ve kristalleşme ile birleşme.

1-Çarpışma İle Birleşme:
Buluttaki su tanecikleri rüzgarın etkisi ile bir oraya bir buraya itilirler. Birbirlerine çarptıkça birleşerek su damlacıklarını oluştururlar. Oluşan su damlacıkları da kümeleşerek su damlalarını meydana getirirler. Bu damlalar belirli bir ağırlığa ulaşınca havadan daha ağır hale gelerek yere yağmur olarak düşerler.

2-Kristallesme Yolu İle Birleşme:
Hava sıcaklığı birdenbire düşerse su tanecikleri donarak buz kristallerini oluştururlar. Bu kristaller yere düşerken daha sıcak bir hava katmanının içinden geçer. Burada eriyip yeryüzüne yağmur olarak iner.

Bu yazımızda sizlere yağmurun oluşmasını anlatmaya çalıştık. Yağmur deyip geçmeyin. Bakın öğrendiniz bile nasıl oluştuğunu!

Categories: Sağlık Bilgisi | February 26th, 2008 | by admin | no comments

İNSANDA İSKELET YAPISI

İnsanda iç iskelet kemikten yapılmıştır. İskelet oluşturan kemikle yapısal olarak üç kısımda incelenir.
1.Uzun Kemikler: Kol ve bacaklarda bulunur. İki ucu şişkin silindirik kemiklerdir. Kemiğin boyuna uzamasını baş kısmı ile gövdesi arasında bulunan kıkırdak doku sağlar. Bir süre sonra kemikleşir. Bundan sonra kemiğin uzaması eklem kıkırdağı tarafından devam ettirilir. En dışta enine büyümeyi ve onarılmayı sağlayan kemik zarı (periost) vardır. Baş kısmında dışta ince tabaka halinde sıkı kemik dokusu ortada süngerimsi kemik doku bulunur. Gövde kısmı tamamen sıkı kemik dokudan yapılmıştır. Ortadaki boşluğu sarı kemik iliği doldurur. Süngerimsi kemik dokuda ise kırmızı kemik iliği bulunur
2.Yassı Kemikler: Kalınlığı eni ve boyundan az olan kemiklerdir. Göğüs, kafatası, kürek ve kaburga kemikleridir. Kemik zarı altında sıkı kemik dokusu ve bunun ortasında süngerimi kemik doku yer alır. Kırmızı kemik iliği ile doludur. Sarı kemik iliğinin yer aldığı bir kanal yoktur.
3.Kısa Kemikler: Eni, boyu ve kalınlığı eşit olan kemiklerdir. Omurga ile el ayak bileklerinde bulunur. Dıştaki kemik zarının altında sıkı kemik, ortasında ise süngerimsi kemik bulunur. Süngerimsi kemiğin içinde ise kırmızı kemik iliği vardır.

İNSAN İSKELETİNİN KISIMLARI:
207 kemikten oluşan insan iskeleti baş, gövde, üyeler olmak üzere üç kısımda incelenir
1.Baş İskeleti: Beyin, beyincik ve sinir merkezlerini içinde bulundurur. Kafatası ve yüz iskeleti olarak iki kısımda incelenir.
a)Kafatası İskeleti: Alın(1), yan kafa (2), ard kafa(1), şakak(2), temel(1) ve kalbur(1) kemiklerinden oluşur. Oynamaz eklemlerle birbirlerine bağlanırlar. Beyin ve beyinciği tamamen kapatarak korurlar. Yalnız omurilik ve sinirlerin giriş çıkışlarını sağlayan delikler vardır.
b)Yüz İskeleti: Tırnakçık(2), elmacık(2), burun(2), sapan(1), boynuzcuk(2), üst çene(2), damak(2), alt çene(1) kemiklerinden oluşur. Oynamaz eklemlerle birbirine bağlanmıştır. Sadece alt çene kemiği yarı oynar eklemlerle şakak kemiğine bağlıdır.

2.Gövde İskeleti: Sinir sistemi ve iç organları korur. Vücudu dik tutar. Gövdeyi oluşturan kemikler, omurga, kaburga, göğüs, omuz ve kalça kemiklerinden oluşmuştur. Omurga, boyundan kuyruk sokumuna kadar uzanan 33 omurun üst üste gelmesi ile oluşmuştur. Her omurda iki yan çıkıntı, bir dikensi çıkıntı, omur cismi, omur deliği, omur yayları ve eklem çıkıntıları vardır. Üst üste gelen omurlar kıkırdak disklerle birbirine bağlanarak omurgayı oluştururlar. Omurlar üst üste geldiğinde omur delikleri birleşerek omurga kanalını oluştururlar. Omurga kanalını omurilik doldurur. Omurga ortalama 75 cm uzunluğunda, dirençli ve bükülgen, uzun, ‘S’ şeklinde bir kemik dizisidir. Omurga bütünüyle ekle alındığında dört eğrilik göze çarpar: Öne doğru dışbükey boyun eğriliği; öne doğru içbükey sırt eğriliği(kifoz); öne doğru dışbükey bel eğriliği (lordoz); öne doğru içbükey sağrı eğriliği. Omurga beş bölgeye ayrılır.
1. Boyun (7)
2. Sırt (12)
3. Bel (5)
4. Sağrı (5)
5. Kuyruk sokumu (4)

Boyun bölgesinin birinci kemiğine atlas kemiği, ikinci kemiğine ise eksen kemiği denir.İç içe geçmişlerdir. Boyunun sağa sola dönmesini sağlarlar. Sırt bölgesi 12 omurdan oluşur. Kaburgalar bir uçları ile sırt omuruna bağlanırlar. Bel bölgesi 5 omurdan oluşur. Vücudun hiçbir kısmıyla bağlantılı olmadığı için kolaylıkla hareket edebilir. Sağrı bölgesi 5 omurdan oluşur. İnsanın dik durması ve yürümesinde etkili olan bölgedir.Kuyruk sokumu 4 omurdan oluşmuştur. Bu omurlar birleşerek tek omur halini almıştır.
Göğüs kemiği vücudun göğüs bölgesinde yer alan üst kısmı geniş, alta doğru sivrilen yassı bir kemiktir. Vücudun göğüs kısmında yer alan 15-20 cm boyundaki bu kemiğe göğüs kemiği denir. Sap, gövde ve hançerimsi çıkıntı olmak üzere üç kısımdan oluşmuştur.
Üzerinde enine ibikler ve kas-bağ bağlantı yerleri bulunur. On iki çift olan kaburgaların ilk yedi çifti göğüs kemiğine, sekiz, dokuz ve onuncu çiftler ise yedinci kaburgaya bağlıdır. Son iki kaburganın uçları serbesttir. Yüzücü kaburgalar denir.
Omuz kemerleri önde köprücük (2), arkada kürek (2) kemiğinden oluşur. Kalça kemeri kalça, oturga ve çatı kemiklerinden oluşur. Kalça kemikleri birbirleriyle ve sağrı bölgesi kemikleriyle birleşerek leğen denilen yapıyı oluşturur. Leğen gövdeye bağlanarak karın bölgesindeki iç organlara alttan desteklik sağlar.

3.Üye İskeleti: Kol ve bacak kemiklerinden meydana gelmiştir. Kas sistemi ile birlikte çalışırlar. Otuz bir kolda, otuz bir bacakta olmak üzere yüz yirmi kemikten oluşur.
a)Kol Kemikleri: Pazı(1), ön kol(1), dirsek(1), bilek(8), tarak(5), parmak(14)
b)Bacak Kemikleri: Uyluk(1), dizkapağı(1), kaval(1), baldır(1), bilek(7), tarak(5), parmak(14)

Bilgisayar Parçaları ve Görevleri

Categories: Bilgisayar Dünyası | February 26th, 2008 | by admin | no comments

İşlemci (CPU- Central Processing Unit) :Ana işlem Ünitesi, Merkezi işlemci ya da kısaca işlemci. Bilgisayarın program komutlarını bellekten aldıktan sonra kodlarını çözen ve karşılışı olan işlemleri yerine getiren merkez birimi. CPU genellikle bilgisayarın beyni olarak tanımlanır. Çünkü tüm işlemler CPU tarafından yapılır. Bu nedenle bir bilgisayarın işlem yeteneği ve hızı işlemcisinin yeteneği ve hızıyla doğrudan ilgilidir.İşlemci bilgisayarın en önemli parçalarından biridir.Hangi tür bilgisayar kullandığınız sorulduğunda genelde işlemcinizin türünü söylersiniz.(Pentium IV 1,8 gibi?)Bilgisayarınızın performansını etkileyen ve hızını belirleyen en önemli faktör işlemcidir.Bunun için bilgisayar alırken işlemcinize çok dikkat etmeniz gerekir. Günümüzde kullanılan belirli sayıda işlemci üreten firma vardır.Bunlardan en bilineni ve yaygın olanı Intel firmasıdır.Intel dünya işlemci pazarının büyük bir çoğunluğunu elinde tutmaktadır.Intel in yanı sıra Amd ve Cyrix gibi işlemci markalarıda mevcuttur.Her ne kadar işlemci piyasasına Intel hakim olsa da Amd ve Cyrix kaliteli ve Intel e eşdeğer kimi zaman daha iyi işlemciler üreterek işlemci piyasasındaki yerlerini korumaktadırlar. İşlemci modelleri her geçen gün değişmekte ve gelişmektedir.Bugün çok moda olan bir işlemci birkaç ay sonra demodeleşmiş olabilir.Bunun nedeni bilgisayar teknolojisinin hızlı gelişimidir.Şu anda piyasada bulunan ve yaygın bir şekilde halen satılmakta olan işlemci türü Pentium IV’lerdir.Pentium IV ile birlikte bir yaygın işlemci modeli ise Celeron’lardır. Celeron’lar ilk üretildiği sıralarda Pentium II’lere eşdeğer olarak üretilmişti. Ama şu andaki Celeron’lar Pentium IV tabanlı olduğu için Pentium IV ‘e daha yakındır.Amd firmasının ürettiği işlemciler de Intel’e kafa tutacak hatta kimi zaman daha iyi seviyede olabilmektedir.Şu anda Amd’nin XP türü işlemcileri Intel’in Pentium IV’leri ile büyük bir çekişme içerisindedir.
Hız : Bilgisayarınızın işlemcisinin hızıdır.Yani Bilgisayarınızın işlemcisinin türünden sonra zikredilen …Mhz (Mega Hertz)’dir.Mesela Pentium IV 2400 Mhz veya Amd XP 2200 Mhz gibi…

Ana kart (Main board) :
Ana kart bilgisayarın en önemli parçalarından biridir.Bilgisayarın hemen hemen bütün parçalarını ana kartın üzerine takılır.Ekran Kartı,ses kartı,tv kartı,fax modem,klavye,mouse…Adında da anlaşılacağı gibi bilgisayarın ana parçasıdır.

Ana kartlar işlemci desteklerine göre değişir.Mesela Pentium III destekli bir ana karta Pentium IV takamazsınız,çünkü bu ana kart Pentium IV teknolojisini desteklemez.Yani her işlemci her ana karta takılmaz.Takacağınız işlemci ana kart ile uyumlu olmalıdır.Bir uyum sorunu da Amd işlemcilerde vardır.Amd işlemcilerin ana kartları Intel işlemcilerinki ile farklıdır.Amd işlemcilerin Amd uyumlu ana kartları vardır.Eğer Amd işlemci kullanılacaksa Amd uyumlu ana kart kullanılmalıdır.
Ana kartlarla ilgili diğer bir önemli nokta tümleşik ana kartlardır.Tümleşik ana kartlar ekran kartı ve ses kartı ana kartın üzerinde olan yani ana kartta sabit olan ana kartlardır.Bu tür ana kartlar çoğu zaman performanslı değildir.Çünkü bu tür ana kartların çoğunluğu ekran kartının ve ses kartının değişimini engeller.Bu sebepten dolayı tümleşik bir ana kart almak yerine bu kartları ayrı ayrı almak daha mantıklıdır.

Bellek (Ram) : Bilgisayarın en önemli parçalarından biri de belleğidir.Bilgisayarınız bilgileri harddisk’inde saklar. Fakat o anda yapılan işlemleri geçici hafıza dediğimiz ve daha hızlı çalışan bellek üzerine kaydeder.Bu bilgileri harddiske kaydene veya bilgisayarınızı kapatana kadar hafızasında tutan birim bellek yani ram’dir.

Bellek bilgisayarın direk olarak performansını etkileyen bir birimdir.Bilgisayarınız ne kadar hızlı olursa olsun belleği düşükse çok yavaş çalışır.Mesela bir Pentium IV en az 128-256 Mb bellek ile çalışmalıdır.Bundan daha aşağı bir bellek bu bilgisayarın yeterli performans göstermesini engeller.
Bellek Mb (Mega Bayt) cinsinden gösterilir.Bilgisayarınızın belleğini açılış menüsün den öğrenebilirsiniz.Açılışta bellek sayılır.Bu sayı 4096 gösteriyorsa 4 mb bellek var demektir.131072 gösteriyorsa 128 Mb belleğiniz var demektir.Belleğinizi açılışta çıkan sayıyı 1024 sayısına bölerek hesaplayabilirsiniz.

Şu anda SD ve DDR bellekler çoğunluktadır.DDR bellekler genelde Pentium IV lerde kullanılır.SD bellekler daha çok Celeron ve eşdeğer sistemlerde kullanılmaktadır.Bir RD bellekler bulunmaktadır.Bu tür bellekler Pentium IV teknolojisi için üretilmiş ve gayet iyi performans sağlayan belleklerdir.Fakat fiyatlarının fazlalığı nedeniyle pek tutulmamaktadır.

Harddisk : Bilgilerinizi kalıcı olarak depolayan birimdir.Harddisk’inizin boyutu ne kadar büyükse siz de o kadar çok veri depolayabilirsiniz.Harddisklerin büyüklükleri mb(megabyte) ve gb(gigabyte) cinsinden ölçülür.1000 mb yaklaşık 1 gb’a eşittir.

Harddiskler çalışırken içerisindeki plakalar dönerler.Bu dönme hızına göre şu anda piyasada iki tür harddisk vardır.5400 rpm ve 7200 rpm (dakikada ki dönme hızları) olmak üzere sınıflandırılır.

Ekran Kartı : Ekran kartı bilgisayarın monitöre görüntü aktarımını sağlayan birimdir.Ekran kartı olmayan bir bilgisayardan görüntü elde edemezsiniz.

Ekran kartlarının geçmişten günümüze bir çok çeşidi olmuştur fakat en son akılda kalanlar PCI ve AGP slotlulardır.Yaygın olarak kullanılan ve daha gelişmiş bir teknolijiye sahip olan da AGP çeşitleridir.Zaten AGP açılımı hızlandırılmış grafik portu anlamındadır.Bu yüzden dolayı günümüzde AGP slotlu ekran kartları tercih edilmektedir.
Ekran kartlarının da bellekleri vardır.Mb cinsinden bellekler ölçülür.(16Mb,32Mb,64Mb…) Bellek artıkça ekran kartının performansı da o kadar artar.Bu yüzden mümkün oldukça yüksek kapasiteli ekran kartı almakta fayda vardır.

Not:Ekran kartı,televizyon kartı ile karıştırılmamalıdır.Ekran kartı sadece görüntüyü monitöre aktarır.Televizyon seyretme olanağı sağlamaz.Televizyon seyretmek için tv-kartına sahip olmanız gerekir.

Disket Sürücü (Floppy Disk) : Bilgisayarın disket okuyucu bölümüdür.Bilgisayar disketleri üzerinde işlem yapmanızı sağlayan disket sürücüler günümüzde 3.5” 1.44 Mb cinsi olmak üzere tek çeşittir.Yani bir disketin büyüklüğü yaklaşık 1.5 Mb ‘tır.

Monitör-Ekran : Bilgisayarın yaptığı işlemleri size yansıtan ve görmenizi sağlayan birim monitör’dür.Her ne kadar fazla detaylı gibi gözükmese de bilgisayarın en önemli parçalarından biridir.Ekran kartı ile uyumu göz önünde bulundurularaktan yüksek çözünürlüklü monitörler tercih edilmelidir.800×600,1024×768 şu an için yaygın olarak kullanılan çözünürlük çeşitleridir.Monitör alırken en azından bu çözünürlükleri destekleyen monitör almaya özen gösterilmelidir.Zaten günümüzde satılan yeni monitörlerin çoğu en az bu çözünürlükleri desteklemektedirler.

Monitörün diğer bir ayırım sebebi büyüklüğüdür.Monitörün büyüklüğü iki köşe mesafesinin inç cinsinden uzunluğudur.Günümüzde yaygın olarak kullanılan türleri 15” ve 17” dir.

Klavye : Bilgisayarın olmazsa olmaz parçalarından biridir.Türkiye’de iki çeşit klavye yaygındır.Biri standart Q klavye(İngilizce’ye uyumlu),diğeri Türkçe için uyarlanmış ve daktilolardaki harf dizilişi ile aynı olan F klavye çeşididir.

Bağlantı noktası bakımından farklılıklar gösterir.Seri,Ps/2,Usb olmak üzere üç çeşit klavye türü vardır.Seri klavyeler genelde eski bilgisayarlarda kullanılan klavyelerdir ve Ps/2 klavyelere göre girişi daha büyüktür.Ps/2 ve USB klavyeler yeni teknoloji bilgisayarlarda kullanılır.Kullanım oranlarına bakılacak olursa en yaygın klavye türü Ps/2 klavyelerdir.

Fare (Mouse) : Artık hemen hemen her bilgisayarda fare kullanmak zorunlu hale gelmiştir.Çünkü Windows kullanan bir bilgisayarın faresiz olması düşünülemez.Farelerde klavyeler gibi seri,ps/2 ve usb olarak sınıflandırılır.Artık günümüzde fare standartları çok yükselmiştir.Kablosuz fareler,optik fareler gibi bir çok yeni fare çeşidi kullanılmaktadır.

Ses Kartı : Adından da anlaşılacağı gibi bilgisayarınızdan ses çıkmasını sağlayan birimdir.Müzik dinlerken,oyun oynarken kaliteli ses almak için mutlaka ses kartı kullanmalısınız.

Günümüz teknolojisinde ses kartları da giderek gelişmektedir.Artık digital ses çıkışlı ses kartları tercih edilmektedir.Bu ses kartları digital speakerlar eşliğinde çok yüksek kalitede ses performansı sağlamaktadırlar.

Fax-Modem : İnternet’e bağlanmanıza ve fax çekmenize yarayan birimdir.Tabi fax-modem kartı internet kullanmanızı sağlayacak tek seçenek değildir.Günümüzde daha değişik sistemlerle de(Kablo Modem,Gprs…v.b) internet’e bağlanabilirsiniz.Fakat şu anda en yaygın olan sistem fax-modem ile yapılan bağlantı sistemidir.
Fax-modem ile internete bağlanmak için bir de telefon hattınızın olması gerekir.Çünkü fax-modemler telefon hatları üzerinden internete bağlanırlar.

Ayrıca Fax-modem’i faks da alıp göndermek için hatta (voice çıkışı olduğu takdirde) telefon şeklinde bile kullanabilirsiniz.

Tv-Kartı : Tv-kartı bilgisayarınızın ekranında televizyon seyretmenizi sağlayan birimdir.Kimi tv-kartlarında radyo dinleme imkanına sahip olabilirsiniz.Günümüzde kullanılan çoğu tv-kartı aynı zamanda radyo dinleme imkanı sağlamaktadır.

Tv-kartlarının Türkiye’deki genel kullanım amacı şifreli kanalları çözmektir.Şifre çözücü programlar sayesinde şifreli kanallar şifresiz hale gelmektedir.Çoğu kullanıcı içinde cazip bir sistem olan bu sistem tv-kartı kullanım oranını büyük ölçüde etkilemektedir.

Ayrıca tv-kartları sayesinde bilgisayarınıza kamera bağlayabilir,görüntü kaydedebilirsiniz.

Kasa : Bilgisayarın hemen hemen bütün parçaları kasanın içine monte edilir ve kasa tarafından muhafaza edilir.Kasa diğer bir anlamda bilgisayarın koruyucusudur.Dışarıdan gelecek her türlü darbeye karşı parçaları korur.

Kasalar At-Atx,slim-mini-midi,P3-P4 türleri gibi çeşit çeşittir.Ama bu saydığım terimlerin çoğu günümüzde pek kullanılmamaktadır.Günümüzde daha çok Pentium IV ler için kullanılan PIV Atx kasalar kullanılmaktadır.

CD-Rom : Bilgisayar üzerinde cd dinlemeye,film izlemeye,oyun oynamaya ve daha bir çok işlemi yapmaya yarayan birimdir.Yaklaşık 700 Mb kapasitesi olan cd ler bir disketin yaklaşık 500 katıdır.

Cd-Rom sürücüler Vcd filmleri izlemek için Vcd player almanıza gerek kalmadan izlemenizi sağlamaktadırlar.Gerekli programlar dahilinde bilgisayarınızda sinema keyfinizi yaşayabilirsiniz.

En düşük hızlı cd-rom tek hızlı cd-romlardır.Günümüzdeki en hızlı cd-rom 56x cd-romlardır.Cd-rom alırken dikkat etmeni gereken husus hızı ve üzerinde play düğmesi olmasıdır.Play düğmesi olamayn bir cd-romda müzik cd’si dinlemek için bir programa ihtiyaç duyulur.Fakat play düğmesi olan bir cd-rom ile herhangi bir programa gerek kalmadan müzik cd’si dinleyebilirsiniz.

CD-Writer : Cd-Rom’lar harddisk gibi veri kaydedemezler.Sadece okuma özelliğine sahiptirler.Bir cd’ye kayıt yapabilmeniz için Cd-Writer cihazına ihtiyaç vardır.Cd-Writer lar hem okuyabilme hem de yazabilme özelliğine sahiptirler.Hızları genelde üç hızla ifade edilir.(52x 24x 52x gibi).Bunlar okuma,yazma ve tekrar yazma hızlarıdır.

DVD-Rom : Günümüzde gittikçe cd-romların yerini dvd-rom lar almaya başlamıştır.Bir dvd yaklaşık 7 cd kapasitesinde oldğu için daha kaliteli film kaydetme ve daha çok yer kullanma olanağına sahiptir.Daha kaliteli film seyretmek için dvd-romları tercih edebilirsiniz.

Kamera (Web-Cam) : Bilgisayar üzerinde hareketli görüntü yakalama olanağı saylayan web-cam’ler günümüzde hızla çoğalmaktadır.İnternet üzerinde görüntülü sohbet etmenize de imkan veren web-cam’ler artık digital fotoğraf makinelerinin bir özelliği olarak sunulmaktadır.Bir web-cam almayı düşünüyorsanız digital fotoğraf makinesi ile tümleşik olanlarından almanızı tavsiye ediyoruz.

Speaker : Bilgisayarınızın ses kartından çıkan sesleri size aktaran birimdir.Speaker’ınız ne kadar güçlü olursa o kadar çok ses alırsınız.Günümüzde digital ses çıkışlı speakerlar daha çok tercih edilmektedir.

Yazıcı (Printer) : Bilgisayarınızdan yazılı doküman almak istiyorsanız bir yazıcınız olması gereklidir.Bilgisayarınızdaki yazıları,çizimleri veya resimleri kağıda döken yazılar günümüzde çeşitlerine göre 4’e ayrılırlar.

Ø Nokta Vuruşlu Yazıcılar
Ø Püskürtmeli Yazıcılar
Ø Laser Yazıcılar
Ø Çiziciler
Nokta vuruşlu yazıcılar yavaş yazan ve çok gürültülü yazıcılardır.Fakat fiyat yönünden daha cazip olduğu için tercih edilebilir.Ayrıca fatura çıktısı alan kullanıcılar tarafından da tercih edilmektedir.

Püskürmeli yazıcılar şerit yerine mürekkep dolumlu kartuş kullanan yazıcılardır.Günümüzde yaygın olan yazıcı çeşidi mürekkep püskürtmeli yazıcılardır.Kalite yönünden çok iyi performans sağlayabilen hatta fotoğraf kalitesinde baskı yapabilen yazıcılardır.
Laser yazıcılar daha çok profesyonel alanlarda kullanılan yazıcılardır.Diğer yazıcı türlerine göre daha kaliteli ve daha hızlı baskı yapabilen yazıcılardır.Fakat diğer yazılara göre çok daha pahalıdır.

Çiziciler(Plotter) daha çok mühendislik,mimarlık gibi alanlarda kullanılır.Bilgisayarınızdaki çizimleri kağıda dökmeye yarayan birimdir.

Tarayıcı (Scanner) : Tarayıcılar bilgisayarınıza görüntü aktarmaya yararlar.Herhangi bir resim veya dökümanın görüntüsünü bilgisayarınıza tarayıcılar aracılığıyla aktarabilirsiniz

Bilgisayar Tarihi

Categories: İcat ve Buluşlar | February 24th, 2008 | by admin | no comments

Tarihsel olarak en önemli eski hesaplama aleti abaküstür; 2000 yildan fazla süredir bilinmekte ve yaygin olarak kullanilmaktadir. Blaise Pascal, 1642�de dijital hesap makinesini yapmistir; yalnizca tuslar araciligiyla girilen rakamlari toplama ve çikarma islemi yapan bu aygiti, vergi toplayicisi olan babasina yardim etmek için gelistirmistir. 1671�de Gottfried Wilhelm von Leibniz bir bilgisayar tasarlamistir; 1694 yilinda yapilabilen bu araç özel disli mekanizmasi kullanmaktaydi; toplama, çikartma, çarpma ve bölme islemi yapabiliyordu. Pascal ve Leibniz tarafindan yapilan ilk bilgisayarlar yaygin olarak kullanilmamistir.
Charles Xavier Thomas dört islemi (toplama, çikartma, çarpma, bölme) yapabilen ilk ticari mekanik hesap makinasini 1820� de gelistirmistir. Charles Babbage fark makinasi adini verdigi otomatik mekanik hesap makinesinin küçük bir modelini 1822�de gerçeklestirmistir. 1823�de buharla çalisan tam otomatik modelini yapmistir; bu araç sabit talimat programiyla kumanda ediliyordu. Herman Hollerith 1890 yilinda delikli kart sistemiyle çalisan bilgisayari gelistirdi. Bu delikli kartlar, bellek deposu olarak kullanilabiliyor, ayrica bilgisayara programlar ve veriler bu kartlarla verilebiliyordu, böylece islem hizi oldukça artmis ve hatalar da azalmistir.

Howard Hathaway Aiken�in yönettigi bir ekip 1937 yilinda Mark-1 adi verilen ilk otomatik dijital bilgisayari yapmayi basardi. Elektromekanik rölelerle çalisan bu bilgisayar dört islemin yani sira logaritma ve trigonometri fonksiyonlarini çözen özel (alt) programlari vardi. Bu bilgisayar da delikli kart sistemiyle çalisiyordu. Yavasti; bir çarpma islemi 3-5 saniyede yapilabiliyordu. Buna ragmen otomatikti ve uzun islemleri tamamlayabiliyordu. Mark-1, Aiken�in yönetiminde tasarlanan ve yapilan bilgisayar dizilerinin ilkioldu.Bubilgisayarlabugünküanlamdabilgisayardönemibaslamistir.

Ikinci Dünya Savasinda ordu için hizli bilgisayarlara ihtiyaç duyulmasiyla bu alandaki çalismalar tekrar hizlandi. J.Presper Eckert, John W.Mauchly ve çalisma arkadaslari, elektron tüplerini kullanarak ilk elektronik dijital bilgisayar olan ENIAC�i 1945 yilinda yapmayi basardilar. Bu bilgisayar yine delikli kart sistemini kullanmistir; 167 m² yer kapliyor ve yaklasik 180 kWh elektrik harciyordu; ayrica tasarlanmis oldugu belirli programlari çalistirmada verimliydi. Bunlara ragmen ENIAC ilk basarili yüksek hizli elektronik bilgisayar kabul edilir. Von Neumann�in teorik çalismalari sonucunda ilk programlanabilir elektronik bilgisayarlar kusagi 1947 yilinda ortaya çikti. Bunlarin islem hizlari çok daha büyüktü ve en önemlisi RAM bellek kullanabiliyordu. Bu bilgisayarlar makine diliyle programlaniyordu. Bu grup bilgisayarlar, ilk ticari uygunluga sahip olan EDVAC ve UNIVAC serilerini kapsar. Ticari amaçli ilk bilgisayar UNIVAC-1adiyla 1952yilinda piyasaya sürüldü.

Elektrik-elektronik alanindaki hizli gelismeler ve bilgisayarlarin ticari amaçla kullanilmaya baslanmasi, bilgisayar alanindaki çalismalari ve gelismeleri inanilmaz ölçüde artirarak günümüze kadar gelinmistir. Özellikle 1960�li yillardan sonra gerek bilgisayar yapim teknolojisinde, gerekse bilgisayar programlama dilleri açisindan büyük gelismeler yasanmistir. Bu arada bilgisayarlarda entegre devreler kullanilmis, hizlari ise hayal edilemeyecek seviyelere ulasmis, boyutlari çok küçülmüs, fiyatlari da herkesin alabilecegi kadar ucuzlamistir. 1980�li yillarda PC (Personel Computer)�lerin üretilmesiyle artik bilgisayarlar evlere dahi girmistir. Son yillarda bilgisayarlar ceplere sigacak kadar küçülmüstür.

Bilgisayar, elektrik enerjisiyle çalışan elektronik bir makinedir. Kendisine verilen bilgileri alır, saklar, üzerinde işlemler yapar. Gerektiğinde bu bilgileri yazıcı gibi birimlerle çıktı olarak verir. En basit tanımla bilgisayar, kendisine verilen bilgileri kullanarak yeni bilgiler elde eden makinedir.

Bir bilgisayar iki temel birimden oluşur.

Birincisi, Donanım: Bilgisayarın gözle görülen birimlerden olup klavye, ekran, maus, yazıcı, kablolar, kasa, elektronik devreler ve benzeri kısımlardan oluşur. Bir bilgisayarın donanım sistemini oluşturan temel birimler şunlardır: Aritmetik ve mantık birimi, kontrol birimi, bellek, giriş ve çıkış birimleridir.

İkincisi, Yazılım: Bilgisayarın donanımını kullanabilmek ve bilgisayarı çalıştırabilmek için kullanılan programlar topluluğudur.

Bilgisayarın elektronik birimleri kasanın içinde bulunur. Kasaların bazıları dik, bazıları da yatay olarak tasarlanmıştır. Kasanın, bilgisayar parçalarının yerleştirebileceği büyüklükte olması gerekir.

Bilgisayarın tarihçesine baktığımızda; dört temel işlemi gerçekleştirmek amacıyla kullanılan abaküs, basit bir alet olmasına rağmen, bilgisayarın başlangıcı olarak ifade edilir. Bilgisayara veri girişi işlemlerinde, günlük hayatta kullanılan harf ve rakam gibi sembollerden yararlanılır. Bilgisayar bunları kendi anlayacağı şekle dönüştürür, bilgisayarda kapasite depolama birimi byte olarak ifade edilir.

Fransız Pascal, 1642 senesinde vergi tahsildarı babasına, yardımcı olacağını düşündüğü bir makine geliştirdi. Küçük tekerlekler biraz çevirilince, toplama veya çıkarma işlemleri otomatik olarak yapılabiliyordu. Ancak geçimlerini saatler alan hesap işlerinden kazanan kâtipler, Pascal�ın makinesini bir rakip olarak gördüler ve ona hiç iltifat etmediler.

Bir süre sonra Alman matematikçisi Wilhelm, bu makineye çarpma ve bölme işlemlerini yapabilme yeteneğini kattı. Wilhelm�e göre değerli insanlar, tıpkı esirler gibi hesaplama işinde saatler kaybetmeye layık değillerdi.

1948 yılında transistörlerin kullanımıyla bilgisayarların ağırlıkları azaltılmaya, hacimleri küçültülmeye, bellek kapasiteleri ve hızları artırılmaya başlanmıştır.

1963 yılından sonra birden fazla transistörün birleştirilerek entegre devrelerin bulunması, bilgisayarın gelişimini daha da hızlandırmıştır. Bilgisayar alanında kısa sürede yaşanan bu önemli gelişmeler sayesinde, tonlarca ağırlıkta, yavaş işlevi yapabilen modellerden, milyonlarca işlemi çok kısa sürede yapabilen, lap-top (elde taşınabilen) ve hatta cebe girebilen modeller geliştirilmiştir. 1946 yılından sonra bilgisayarları dört kuşak olarak ele alabiliriz.

Birinci Kuşak Bilgisayarlar: 1946-56 yılları arasında vakumlu tüpler kullanılan bilgisayarlardır.

İkinci Kuşak Bilgisayarlar: 1957-63 yılları arasında tüplerin yerine transistörlerin kullanıldığı bilgisayarlardır.

Üçüncü Kuşak Bilgisayarlar: 1964-79 yılları arasında kullanılan entegre devrelerin kullanıldığı bilgisayarlar.

Dördüncü Kuşak Bilgisayarlar: 1980�den sonra transistörlerin yerine mikrociplerin kullanıldığı bilgisayarlardır. Bu gün kullandığımız bilgisayarlar bu kuşağa aittir. Ancak her gün yenilikler eklenmekte, bilgisayarların çalışma hızı ve kapasitesi arttırılmaktadır. Bu yıllarda Amerikan ve Japon teknolojilerinin elektronik ve küçültme alanındaki ürünü olan ev bilgisayarları ortaya çıktı.

Güneş Tutulması Nasıl Meydana Gelir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 24th, 2008 | by admin | one comments

Güneş tutulması, Ay yeniay evresindeyken Dünya ile Güneş arasında bulunduğu zaman gerçekleşir. Bu durumda Güneş diskinin örtüldüğünü (tutulduğunu) ve Ay’ın gölgesinin yer yüzeyine düştüğünü görmekteyiz. Her 29.5 günde bir Ay yeniay evresinde bulunmasına rağmen ayda bir kez tutulma gerçekleşmemesinin nedeni; Ay’ın yörüngesinin, Dünya etrafında dolanırken belirli bir açıya sahip olmasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla, yeniay evresinde Ay yörüngesi üzerinde hareket ederken Ay’ın gölgesi Dünya’nın ya üstüne ya da altına düşmektedir. Yılda en az iki kez Dünya-Ay-Güneş’in doğrultusu Güneş tutulmasına izin verecek biçimde konumlanmaktadır. Böylece, Ay’ın gölgesi Dünya yüzeyinin belirli bölgeleri üzerine düşer ve bu bölgelerde Güneş tutulması izlenebilir.

Parçalı tutulmaların gerçekleştiği bölgelerde Güneş’in sadece belirli bir kısmının Ay tarafından örtüldüğü görülmektedir. Tam tutulmada ise Güneş diski Ay tarafından tamamen örtülür. Dünya yüzeyi üzerinde Ay’ın gölgesinin tutulma esnasında izlediği yola Tam Tutulma Hattı denir. Bu hat yaklaşık olarak 16,000 km uzunluığunda ve 160 km genişliğine sahiptir. Tam Güneş tutulmasını izleyebilmek için tutulma hattı üzerinde bulunmanız gerekir. Güneş tam tutulması ancak 1-4 dakika kadar çok kısa bir süre boyunca görülebilmektedir.

Ay Tutulması Nasıl Gerçekleşir

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 24th, 2008 | by admin | no comments

Ay kendi yörüngesinde dolanırken, kimi zaman Dünya’nın gölgesine girer. Buna Ay tutulması denir. Ay tutulması, dolunay zamanında ve ayın düğüm noktalarına yakın olması durumunda meydana gelir. Ay’ın Dünya’nın gölgesine girmesi ile Güneş’ten aldığı parlaklığı kaybetmesi neticesinde görülür. Güneş karşı düğüm noktasında veya ona yakın olmalıdır. Bu şartlar altında Dünya’nın gölgesi Ay’a düşer. Bu 1.360.000 km uzanan gölge konisi ay uzaklığından yaklaşık 8800 km geniştir. Ay saatte 3456 km hareket ettiği için, ortalama Ay tutulmasının zamanı yaklaşık 40 dakika ile bir saat arasında değişir. Ay tutulması, yeryüzünün ayın ufuk çizgisinin üzerinde olduğu herhangi bir bölgesinden gözlenebilir.

Ay’a karşı olan Dünya yüzeyine çarpan güneş ışınları Dünya’nın atmosferi tarafından kırıldığı için, Ay tutulmasında Ay tamamen kaybolmaz. Dünya etrafında kırılan ışıklarda mavi renk yutulduğu ve kırmızı renk yansıtıldığı için, Dünya’nın gölgesi kırmızı renkte görülür. Bu zayıf ışık kalıntıları görünürlüğü mahalli atmosferik şartlara bağlı olarak Ay’ı tuhaf bir bakır renginde ortaya çıkarır.

Dünya, Ay ve Güneş’in bazı değişik durumları Kısmi Ay Tutulmasını sağlar. Bu durumlarda Ay’ın üzerine Dünya’nın tam gölgesi değil, kısmi gölgesi düşer.

Ay tutulması genellikle yılda iki kere ortaya çıkar. Bazı özel durumlarda ay tutulmasının hiç ortaya çıkmadığı veya üç defa ortaya çıktığı da olabilir.

Fisyon Nedir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 24th, 2008 | by admin | no comments

Fisyon adı verilen tepkime, evrendeki en kuvvetli güç olan “Güçlü Nükleer Kuvvet” ile bir arada tutulan atom çekirdeğinin parçalanmasıdır. Fisyon tepkimesi deneylerinde kullanılan ana madde “uranyum”dur. Çünkü uranyum atomu en ağır atomlardan biridir, bir diğer deyişle çekirdeğinde çok yüksek sayıda proton ve nötron bulunur.
Fisyon deneylerinde bilim adamları uranyum çekirdeğine, büyük bir hızla nötron göndermişler ve bunun sonunda çok ilginç bir durumla karşı karşıya kalmışlardır. Nötron uranyum çekirdeği tarafından soğurulduktan (yutulduktan) sonra, uranyum çekirdeği çok kararsız duruma gelmiştir.

Burada çekirdeğin “kararsız” olması demek, çekirdek içindeki proton ve nötron sayıları arasında fark oluşması ve bu nedenle çekirdekte bir dengesizliğin meydana gelmesi demektir. Bu durumda çekirdek, meydana gelen dengesizliği gidermek için belli miktarda enerji yayarak parçalara bölünmeye başlar. Ortaya çıkan enerjinin etkisiyle de çekirdek, büyük bir hızla içinde barındırdığı parçaları fırlatmaya başlar.
Deneylerden elde edilen bu sonuçlardan sonra “reaktör” adı verilen özel ortamlarda, nötronlar hızlandırılarak uranyum üzerine gönderilir. Yalnız, nötronlar uranyum üzerine gelişigüzel değil, çok ince hesaplar yapılarak gönderilmektedir. Çünkü, uranyum atomunun üzerine gönderilen herhangi bir nötronun uranyuma hemen ve istenilen noktadan isabet etmesi gerekmektedir. Bu yüzden bu deneyler belli bir olasılık göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmektedir. Ne kadar büyük bir uranyum kütlesi kullanılacağı, uranyum üzerine ne kadarlık bir nötron demeti gönderileceği, nötronların uranyum kütlesini hangi hızla ve ne kadar süre bombardıman edeceği çok detaylı olarak hesaplanmaktadır.

Tüm bu hesaplar yapıldıktan ve uygun ortam hazırlandıktan sonra, hareket eden nötron, uranyum kütlesindeki atomların çekirdeklerine isabet edecek şekilde bombardıman edilir ve bu kütledeki atomlardan en azından birinin çekirdeğinin iki parçaya bölünmesi yeterlidir. Bu bölünmede çekirdeğin kütlesinden ortalama iki ya da üç nötron açığa çıkar. Açığa çıkan bu nötronlar kütlenin içindeki diğer uranyum çekirdeklerine çarparak zincirleme reaksiyon başlatırlar. Her yeni bölünen çekirdek de ilk baştaki uranyum çekirdeği gibi davranır. Böylece zincirleme çekirdek bölünmeleri gerçekleşir. Bu zincirleme hareketler sonucu çok sayıda uranyum çekirdeği parçalandığı için ortaya olağanüstü büyüklükte bir enerji çıkar.

Rudolf Diesel Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 24th, 2008 | by admin | no comments

Dizel motorlarını icat eden bilim adamıdır (18 Mart 1858 - 29 Eylül 1913 ). Diesel Paris’de doğdu, babası deri tüccarıydı, Münih Sanat Okulundan mezun oldu, tam bir rönesans adamıydı. Sanat, dilbilimi ve sosyal teorilerde bilgi sahibiydi.

Buhar motorlarına uyguladığı bir takım mekanik değişiklikler sonrası performansdan %10 kazanç sağladı. Bir gün Diesel bazı şeylerin normal olmadığını düşündü: Kav parçalarını ufak bir cam tüpe koydu. Bir piston yardımı ile, Havayı tüpe sıkıştırdı ve kavın yanmasını sağladı. Bu deney sonucu alınan başarılı sonuç O’nu dahada hareketlendirmişti. 1885′de Paris’de bir laboratuvar açtı, 1892′de ilk patentini aldı. 1893′ün Ağustos ayında Almanya’nın Augsburg kasabasına geldi, MAN AG (Maschinenfabrik Augsburg-Nuerenberg)’de 3 metrelik demir silindirli, pistonlu bir düzenteker oluşturdu. Buhar motoru yavaş yavaş yerini termodinamik motora bırakmaya başlıyordu. Diesel buna Atmosferik Gaz motoru adını verdi. 1896′da yeni motor sistemini gururla tanıttı Teoride %75.6 fazla verim alıyordu. Elbette bu teori sağlanamadı. Tek yanmalı motoru geçmiş yüzyılın en heyecan veren buluşlardan biri olmuştu..

Rudolf Diesel’in hayali büyük endüstriye bilgisinden vermekti. Bu hayali fazla uzun sürmedi, gelişmiş endüstri O’nun bilgisinden yararlanmakta geç kalmadı, Diesel’in motorlarına tüm dünyadan talep vardı, O’nun motorları artık gemilerin, elektrik santrallerinin, popaların ve rafinerilerin standart motorları haline gelmişti. 1908′de Diesel ve Saurer firmasından isviçreli bir mekanik 800 rpm hızla çalışan motoru yarattılar. Ancak otomobil endüstrisi Diesel’in motorlarına adapte olmada zorlanıyordu, bu yüzden tercih edilmiyordu. MAN bu konuda ilk oldu, 1924′de, MAN’ın ürettiği bir kamyon direk enjeksiyonlu dizel bir motoru kullanan ilk vasıta oluyordu. Ardından Alman Benz & Cie bu motorları kullanmaya başladı, İlk dizel Mercedes-Benz 1936′da yollara çıktı. Rudolph Diesel Motorun otomobil endüstrisinde yükselişini göremedi. 1913′de İngiltere’de boğularak hayata veda etti.

Barometrenin İcadı ve Kullanım Alanları

Categories: İcat ve Buluşlar | February 24th, 2008 | by admin | no comments

Atmosfer basıncını ölçmeye yarayan aygıttır.
Bu ölçme işlemi, atmosfer basıncının, hesaplanabilen bir başka basınçla dengelenmesiyle dolaylı yoldan gerçekleştirilir. Uygun boyutlarda bir aygıt elde etmek için bu karşıbasınç, özellikle yoğun bir akışkan olan civa sütunuyla uygulanır. Sözgelimi, su kullanıldığında sütunun yüksekliği yaklaşık 10 metreyi bulur. Civalı barometrenin ilkesini, 1643 yılında Torricelli ortaya koymuştur. Yalın bir aygıtta, yani hazneli barometrede, atmosfer basıncı, hazneyi dolduran cıva yüzeyine etkir ve hazne üstüne ters çevrilmiş, belirli çapta bir cam tüpteki civa sütununun basıncıyla dengelenir. Büyük bir kesinlik elde etme amacıyla hazırlanan bu barometreler, genellikle, haznedeki civa düzeyinin değişmez kalmasını sağlayan düzeneklerle donatılmışlardır. Okumalar da, aynı biçimde, sözgelimi, civa düzeyini belirlemek için katetometre kullanılması sayesinde, elden geldiğince kesinleştirilmiştir. Fortin barometresinde güderiden (deve derisinden) yapılmış, hareketli bir hazne bulunur; çeşitli yüksekliklerdeki atmoster basıncını ölçme amacıyla tasarlandığı için, taşınmasına olanak veren aygıtlarla donatılmıştır.
Civalı barometreler duyarlı aygıtlardır. Özellikle, ölçüm yapılan yerdeki ağırlık ivmesinin değeri, gözlenen sıcaklık ve kılcallık (civa, camı ıslatmaz) göz önüne alınırsa, bu aygıtlar son derece kesin sonuç verebilirler. Buna karşılık çok yer kaplarlar ve çok kolay kırılırlar; üstelik basıncın sürekli kaydedilmesine olanak vermezler. Bütün bu sakıncalarına karşın, laboratuvarlarda ve meteoroloji istasyonlarında kesin basınç ölçümlerinde kullanılırlar.
Atmosfer basıncını ölçmede ikinci bir yöntem, esnek metalden bir aygıtın biçimini değiştirmeye dayanır. Biçimin bozulması, ilk yaklaşımda, basınçla orantılı olduğundan, metal bir barometre yapılmış olur. Bunların en yaygın olanı aneroyit barometre ya da Vidie barometresidir.
Düralüminden ya da Alman gümüşünden yapılmış bir ya da daha çok kutudan (Vidie kapsülleri) oluşur. Bu kutuların havası boşaltılmış, ayrıca üst ve alt yüzeyleri, duyarlığı artırmak için dalgalı tutulmuştur. Basınç kuvvetleri bir yayla dengelenir. Biçim değişiklikleri, milimetre-civa ya da milibar cinsinden derecelendirilmiş bir kadran üstünde hareket eden ibreyi, yöneten kaldıraç sistemiyle genişletilir. Aneroyit barometreleri, civalı barometreyle yapılmış ölçümlerle karşılaştırarak, zaman zaman, ayarlamak gerekir. Genellikle, aneroyit barometreden deniz düzeyindeki düşük basınçları okumada yararlanılır. Kaydedici barometre ya da barograf, üst üste konmuş bi dizi Vidie kapsülünden oluşur. Basınç değişiklikleri, 24 saatte ya da 8 günde tam bir devir yapan bir silindir üstüne özel bir mürekkepli kalemle çizilen çizimle gözlenir. Barometre, temel kullanım alanı olan atmosfer basıncının ölçümünün dışında, serbest havalı manometre yardımıyla,  basınç  ölçümlerinide, yükseklik ölçümlerinde ve hava tahminlerinde   kullanılmaktadır.  760 mm’lik civa sütunu yüksekliği, normal basıncı belirtir; deniz düzeyinde ve 45° enlemde basınç  1,013.100000, pascala eşittir. Çok sayıda istasyonda kaydedilen barometre bilgileri, meteoroloji uzmanları tarafından, basınç alanlarının incelenmesinde kullanılır.

Bisikletin İcadı ve Gelişimi

Categories: İcat ve Buluşlar | February 24th, 2008 | by admin | no comments

Bisikletin kökeni ve ortaya çıkış tarihi belirsizdir. 1791′de, Fransa krallık sarayı bahçesinde, kont Sivrac, sağa sola hareket olanağı olmayan sabit iki tekerleğin taşıdığı ve kullananın ayaklarıyla toprağı iterek ilerlettigi tahta çubuktan oluşan, adına da “selerifler” denen bir makineye halka gösterdi. 1816′da fotoğrafın mucidi Niepce ve 1817′de Bade ülkesinin alman barolarından K.F. Drais iki makine yaptılar. Drais’in Laufmaschine denen aygıtı halk arasından “drezin” adıyla tanıtıldı. Bu makine 5 nisan 1818′de Lüksemburg bahçelerinde tanıtıldı; selerifer’e göre üstünlüğü, ön tekerleğinin bir eksen üzerine monte edilmiş olmasıydı; böylece araca yön verebiliyordu. Bu araç bisikletin, hatta iki kişilık bisikletin atasıdır. Drais’in icadı kısa süre sonra İngiltere’de  de taklit edildi ve “dandy-horse” adıyla demirden olanlar ( o tarihe kadar tahtadandı) imal edildi. 1839′da iskoçyalı bir demirci, K.MacMilan, arka tekerleğin göbeğe tutturulmuş bir kola, çubuklarla bağlanmış pedallar taktı. Ancak, 1861′de, fransiz Pierre Michaux ve ikioğlu Ernest ile Henri, bir drezinin ön tekerleğine aracın ilerlemesini sağlamak amacıyla, bir değirmenden çıkardıkları bir kol ve tutamaklar bağlamayı akıl ettiler. Böylece pedal takımı meydana geldi. 1868′de Pierre Michaux, içi dolu kauçuk lastiklerin takılabileceği jantlar icat etti. 1869′da, saatçi Guilmet’nin araştırmlarından yola çıkan Meyer ve ortakları, ilk çağdaş bisikleti yaptılar: her iki tekerleğin çapı birbirine eşitti ve ön tekerlek yönlendirici, arka tekerse merkezi bir pedal sistemi ve zincir aktarması sayesinde haraket ettiriciydi. Tümüyle madeni olan Guilmet bisikleti, kasım 1869′da Pre Catalan’da sergilendi: burası ilk bisiklet sergi salonuydu. Ama buluş ilği görmedi. Gene, ön tekerleğin hareket ettiriciliği ilkesine dönülerek, daha yüksek bir developman (hız) elde etmek için bu tekerleğin çapı büyütüldü Güvenliği arttırmak için yapılan denemelerden sonra, pedal takımı gerçekleştirildi ve aktarma, önceleri dişli çarklar aracılığıyla, sonra zincirle yapıldı. Serbest tekerlek 1896′da, kontrapedal frenleme sistemi 1898′de bulundu; bu arada Dunlop, havalı lastiği icat etti (1888). Çelik telli Bowden freni 1902′de, arkada teker göbeginde bir dizi dişli çark değiştirme 1905′e doğru ortaya çıktı. Bugün kullanılan vites değiştirme mekanızması 1925′te gerçekleştirildi.

Mimar Sinan Hayatı ve Eserleri

Categories: Bilim Adamları | February 24th, 2008 | by admin | no comments

Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. 1511′de Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a geldi. Üç sene sonra mimar olarak Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine katıldı. 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad Seferine Yeniçeri olarak katıldı. 1522’de Rodos Seferine Atlı Sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç Meydan Muharebesinden sonra, gösterdiği yararlıklar sebebiyle takdir edilerek Acemi Oğlanlar Yayabaşılığına (Bölük Komutanı) terfi ettirildi.

1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın İran Seferi sırasında Van Gölü’nde karşı sahile gitmek için Sinan iki haftada üç adet kadırga yapıp donatması ile büyük itibar kazandı. İran Seferinden dönüşte, Yeniçeri Ocağında itibarı yüksek olan Hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Moldavya seferlerine katıldı. 1538 yılında Hassa başmimarı oldu.

Mimar Sinan’ın, Mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar: Haleb’de Husreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesidir. Haleb’deki Hüsreviye Külliyesinde, tek kubbeli cami tarzı ile, bu kubbenin köşelerine birer kubbe ilave edilerek yan mekanlı cami tarzı birleştirilmiş ve böylece Osmanlı mimarlarının İznik ve Bursa’daki eserlerine uyulmuştur. Külliyede ayrıca, avlu, medrese, hamam, imaret ve misafirhane gibi kısımlar bulunmaktadır. Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesinde renkli taş kakmalar ve süslemeler görülür. Külliyede cami, türbe ve diğer unsurlar ahenkli bir tarzda yerleştirilmiştir. Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri olan Haseki Külliyesi, devrindeki bütün mimari unsurları taşımaktadır. Cami, medrese, sübyan mektebi, imaret, darüşşifa ve çeşmeden oluşan külliyede cami, diğer kısımlardan tamamen ayrıdır.

Mimar Sinan’ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Bunların ilki İstanbul Şehzadebaşı Camii ve külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe tarzında inşa edilen Şehzadebaşı Camii, daha sonra yapılan bütün camilere örnek teşkil etmiştir.

Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde, 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır.

Mimar Sinan’ın en güzel eseri, seksen yaşında yaptığı ve ‘ustalık eserim’ diye takdim ettiği, Edirne’deki Selimiye Camiidir (1575).

Mimar Sinan, Mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eskileri restore etti. Bu konudaki en büyük çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573’te Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine, takviyeli duvarlar yaptı ve eserin bu günlere sağlam olarak gelmesini sağladı. Eski eserlerle abidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Camii ve Rumeli Hisarı civarına yapılan bazı ev ve dükkanların yıkımını sağladı.

İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanmasıyla uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususta ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarıyla bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir.

Mimar Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 darül-kurra, 20 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 364 eser vermiştir.

Eserlerinin bir kısmı İstanbul’dadır. Osmanlı ülkesinde damgasını vurmadığı bir köşe yok gibidir. 1588’de İstanbul’da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camii’nin yanında kendi yaptığı sade türbeye gömüldü.

Categories: Bilim Adamları | February 24th, 2008 | by admin | no comments

Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insandir, 17. yüzyılda Osmanlı’da yaşamış Türk bilginidir. 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murat zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında, “Bin Fenli” anlamına gelen Hezarfen olarak anıldığı bilinmektedir. (Hezar, Farsça 1000 sayısını nitelemektedir.)

İlk uçma denemelerinde, 10. yüzyıl Türk alimlerinden İsmail Cevheri’den ilham almıştır. Cevheri’nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı’nda deneyler yapmıştır. Ayrıca, Leonardo Da Vinci’nin uçma konusundaki çalışmalarında kendinden çok önce bu konuda deneyler yapan İsmail Cevheri’den ilham aldığı sanılmaktadır.

1632 yılında lodos bir havada Galata Kulesi’nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazı’nı geçip 6000 m. ötede Üsküdar’da Doğancılar’a inen Hezarfen Ahmet Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda değer simalarından birisidir. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sindeki ifadesinden ibarettir.

Bu olay Osmanlı Devleti’nde ve Avrupa’da büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenildi. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi’ye göre “bir kese de altınla” sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, “Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil” diyerek onu Cezayir’e sürgün etmiştir. Ahmet Çelebi orada 31 yaşında vefat etmiştir.

Charles Darwin Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 23rd, 2008 | by admin | no comments

Charles Darwin 1809’da Birminhan’da hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak doğdu. 16 yaşında tıp eğitimi görmesi için Eidinburgh Üniversitesi’ne gönderildi. Ancak bu konu ilgisini çekmediği için babası ona rahip olmasını ve bu amaçla Cambridge Üniversitesi’de öğrenim görmesini önerdi. Bununla birlikte Charles’i en çok ilgilendiren konu doğa tarihiydi. Cambridge’de öğretim görevlisi olan Joseph S. Henslow’la tanıştı ve daha sonra da dost oldu. Darwin, Henslow’un sayesinde Güney Amerika kıyılarına yapılan resmi keşif gezisine katılma imkanı buldu. Yine bu dönemde Darwin’in doğa bilim görüşlerini etkileyen bir başka şey de Alexander von Humboldt’un kitaplarıdır. Humboldt’un kitapları ona kendi deyimiyle “doğabiliminin soylu yapısına bir katkıda bulunmak” isteğini uyandırdı. Darwin, bu bağlamda 27 Aralık’ta başlayacak ve 5 yıl sürecek bir deniz yolculuğuna çıktı.

Charles Darwin, yolculuk dönüşü zooloji ve jeoloji konusundaki incelemelerini ve yolculuk günlüğünü yayınladı. Bütün bunlar onun kamuoyunda ün kazanmasını sağladı.

TÜRLERİN KÖKENİ

Darwin nihayet bu geziler ve araştırmalardan sonra temel eseri olan Türlerin Kökeni’ni yayınladı. (1843). Bu eserin yazarken Darwin özellikle Thomas Malthus’un Toplumun Gelecekteki Gelişmesine Etkileri Açısından Nüfus Üzerine Bir Deneme eserinden etkilenmişti. Malthus’a göre, bir insan veya hayvan topluluğu, bütün bireyleri yetişkin yaşa gelir ve ürerse çok büyük bir hızla iki katına çıkabilir. Buradan hareketle de Darwin meşhur Doğal Ayıklama tezini geliştiri. Teze göre; “hayvan topluluklarının az çok kararlı bir nüfusu korumalarını, çok sayıda bireyin üreme yaşına gelmeden ölmesine bağlıdır. Ancak kendilerini yaşam koşullarına iyi uyarlayanlar üreyecek yaşa gelebilmektedir. Her şey sanki yaşam zorlukları üremeye yatkın bireyler arasında bir ayıklama yapıyormuş gibi gerçekleşmektedir.

Bu ve bunun gibi bir çok iddia içeren kitap o dönemde bir çok kişinin tepkisini çekmişti. Özellikle dini ve felsefi eleştiriler yapıldı. Tartışmanın en can alıcı bölümlerinden biri, İngiliz Bilimsel İlerleme Derneği’nin 30 Haziran 1860’ta Oxford’da toplanan yıllık oturumunda meydana geldi. Anglikan Piskoposu Samuel Wilberforce bu toplantıda Darwin’in tezine çok sert eleştiriler getirdi.

Bir çok bilim adamı türlerin evrimini kabul etmekle birlikte doğal ayıklama tezine karşı çıktılar. Felsefi karşı çıkışlar ise Darwin’in bu tezinin ırkçılığa varabilecek sonuçlar doğuracağı yönündeydi.

Charles Darwin’in mücadele dolu hayatı 1882’de sona erdi. Geliştirdiği kuramlar halen günümüzde tartışılmaktadır.

Otomobilin İcadından Günümüze

Categories: İcat ve Buluşlar | February 23rd, 2008 | by admin | no comments

1680— Çalışabilen ancak kullanışlı olmayan ilk içten yanmalı motor 1680 yılında Hollandalı Christiaan Huygens ’in yaptığı barutun yanması ile çalışan pistonlu makine oldu. Kapalı bir silindir içinde patlayan barut kayabilen bir pistona etki ederek piston’un hareket etmesini sağlamaktaydı.
1698— İngiliz Thomas Javery ilk buharlı makinayı yaptı
1769— İngiliz James Watt uzun süreli çalışan buharlı makinayı yaptı
1769— Kendi kendine hareket hareket eden ilk araç Fardier İsveçli mühendis ve topçu yüzbaşı
1769 FardierNicolas Joseph Cugnot ( 1725-1804 ) tarafından yapılmıştır.
1787— Oliver Evans Amerikada yolcu taşıyan araç yapmıştır.
1794—İngiliz mühendis Mr. Robert Street , terementin ve hava karışımını bir alevle ateşleyerek çalışabilecek bir motor projesi yaptı. Motor tersine çevrilmiş bir silindir ve hareketli bir pistondan meydana gelmişti.Silindirin alt tarafı veya silindir kafası bir ocakla ısıtılırken üst kısımları suyla soğutulmaktaydı. Bu ilk makinede birkaç damla terebantin esansı yakacak olarak kullanılmakta ve yanmayı temin edecek havayı silindire çekebilmek için piston bir levye vasıtasıyla hareket ettirilerek yukarı kaldırılmaktaydı. Ayrıca piston, silindir kafasına açılmış bir aralığa temas ettirilen harici bir alevin karışımı yakması veya meydana gelen patlama ile de yukarıya hareket edebilmekteydi. Silindirlerin su ceketiyle soğutulması, meydana gelen gayet düşük basınç dolayısıyla pistonun aşağıya dönüşünü temin içindi.Motorun çalışabilmesi için içine hava pompalanması gerekiyordu .Bu buluş bazı sakıncaları nedeniyle uygulama alanı bulamadı ama sonradan bu alanda çalışacaklara ön fikir verdi..
1796—Murdock katı yakıtlardan hava gazı elde etmeyi başarmıştır. Hava gazı özellikle maden kömüründen özel yöntemlerle elde edilir içten yanmalı motorlarda yakıt olarak kullanılan hava gazı bu motorların gelişmesinde önemli rol oynamıştır
1801—İngiltere’de Richard Trevithick buharlı otomobil yapmıştır.
1824— Sonradan içten yanmalı makinelerin, özellikle diesel motorlarının temel ilkeleri, genç bir Fransız mühendisi Sadi Carnot tarafından ortaya atıldı:
a — Yakıtın sıkıştırılmış hava içinde kendiliğinden yanışı . 15/1 oranında sıkıştırılan havanın 300 ºCye kadar ısındığı ve bu durumdaki havanın kuru odun parçalarını yaktığı.
b — Yanmadan önce havanın sıkıştırılması .Carnot, yanmanın atmosferik basınç yerine yüksek basınçta olmasını ve yakıtın sıkıştırma sonunda ilave edilmesini düşündü ve böylece kolaylıkla enjektörü keşfetmiş oldu.
c — Makine silindirlerinin soğutulması . Carnot, devamlı bir işletme için silindir duvarlarının soğutulmasının gerekli olduğunu buldu.Profesör R. Diesel buna inanmadı, fakat çetin çalışmalar neticesinde bu konuda Carnot ile aynı fikre sahip oldu.
d –Egzost gazlarının ısısından yararlanma. Yüz seneden daha fazla bir zaman geçtikten sonra, Carnot un bu buluşundan egzost gazlarını bir kazanın boruları arasından geçirmek suretiyle yararlanma yoluna gidilmiştir. Halen gemilerde ve endüstride bu ilkeden yararlanılarak egzost gazlarının artık ısısından faydalanılmaktadır.Özellikle diesel motorlarıyla donatılmış gemilerdeki yardımcı kazanlar hem akaryakıt ve hem de egzost gazlarıyla çalışacak şekilde yapılmaktadır.
1830—15 – 20 km hızla giden buharla çalışan 14 yolcu taşıyabilen yolcu otobüsleri imal edildi.
1860—İngiliz Parlementosu bütün arabaların iki sürücüsü ve önünde gündüz kırmızı bayrak gece kırmızı fener bulunmasını şart koşan kanun çıkardı. Bu kanun motor gelişim hızını biraz durdurmuştu. 1896 yılında bu yasa kaldırıldı.
1860—İlk petrol kuyularının kazıldığı yıllarda hava gazı ile çalışan ticari bakımdan elverişli ilk motor Belçikalı mühendis Jean Joseph Etienne Lenoir ( 1822-1901 ) tarafından yapılmıştır. Bu motorda hava - yakıt ( hava gazı ) karışımı piston tarafından silindirin içine çekilmekte ve bu karışım bir elektrik sparkı yardımıyla ateşlenmekte ve piston strokunun sonuna itilmektedir. Egzost gazları ise dönüş strokunda dışarıya atılmaktadır. Lenoir in makinesi gayet güzel çalışmakla beraber en önemli sakınca yanmanın atmosferik basınçta oluşu sebebiyle termik verimin yaklaşık olarak %4 civarında bulunuşuydu. Yani hava gazı sıkıştırılmadan ateşlendiğinden motorun devri ve gücü ( sadece 1,5 HP ) istenilen seviyeye ulaşamadığından başarılı sonuç tam olarak elde edilememiştir.
1862—Fransız mühendisi Alphonse Eugene Beau de Rochas ( 1818-1893 ) 4 zamanlı çevrimin esaslarını ortaya koydu. Böylece 1. zamanda emilen yakıt hava karışımının ateşlenmesinden önce sıkıştırılması gerektiği prensibide Rochas tarafından bulunmuş oldu. İçten yanmalı makinelerin verimini yükseltebilmek bakımından aşağıdaki fikirler Beau De Rochas tarafından ileri sürüldü :
a) mümkün olan en büyük silindir hacmi ile en az soğutma yüzeyi,
b)genişlemenin mümkün olan çabuklukta yapılması,
c) genişleme başlangıcında mümkün olan azami basınç .
1867—Alman mühendis Nicholaus August Otto ve Eugen Langen ( 1833-1895 ), Rochas’ın bulduğu prensipleri pratiğe çevirerek dört zamanlı çevrime sahip motoru yapmışlardır.
1875—Viyanalı Siegfried Marcus ( 1831-1898 ) geliştirdiği motorla viyana sokaklarında 12 km hızla gezerken halkın panik yaşamasına sebep olmuş birkaç kaza yapmıştır. 17 suçtan mahkemeye verilen Marcus keşif yapmayı bıraktı.
1876—Nikolaus August Otto ( 1832- 1891 ), uzun yıllardan beri sürdürülen “Güç Kaynağı” arayışına son vererek ilk dört zamanlı gaz motorunu üretti.Otto’nun yaptığı 4 Zamanlı motorda ateşleme alevle yapıldığı için motor devri ancak dakikada 150-200 devire çıkabiliyordu. Kontrollü bir ateşlemesi olmayan bu motor geniş bir uygulama alanı bulamadı. Otto’nun çalışma arkadaşlarından Gottlieb Daimler ( 1834-1900 ) , Ottodan ayrılarak kurduğu atölyede sıcak boru ateşlemesi denilen bir sistemi geliştirdi. Boru sıcaklığı ayar edilerek , motor devrini ve çalışmasını kısmen kontrol altına aldı. Böylece motor devrini 800-1000 d/d’ya çıkarmayı başardı. Bu içten yanmalı motorların otomobillerde kullanılabileceğini ortaya koydu. Fakat motorlarda hala yakıt olarak hava gazı kullanılıyordu. Bundan sonraki çalışmalar havagazının yerine benzinin kullanılmasını sağlamak için ; benzini pülverize ederek hava ile karıştırılması üzerinde yoğunlaştırıldı. Bu amaçla Daimler Almanya’da , Forest Fransa’da çalışmalar yaptılar. Forest , filit tulumbası esasına göre çalışan ilk karbüratörü yaptıysa da başarılı olamadı.Daimler ise , havayı sıvı yakıt içerisine iterek yakıtı zerrelerine ayırıp bu zerreleri de ateşlemeden önce sıcak boru temas ettirerek buhar haline getirmeye çalıştı . Sonunda Daimler bu iki prensibi birleştirerek arkadaşı Wilhelm Maybach ile birlikte bugünkü modern karbüratörlerin esasını teşkil eden ilk şamandıralı karbüratörü yaptı. 1885 yılında Reitwagen adında bir motorlu bisiklet de üretti .Bu çalışmalar devam ederken Alman mühendisi Carl Benz (1844-1929) Daimlerin motoruna kendi bulduğu ilk elektrikli ateşleme sistemini de ekleyerek ticari yönden daha elverişli içten yanmalı motoru üretti.
1877-Otto yaptığı motorun patentini Amerikadan aldı.
1878—İngiliz mühendisi Dugal Clerk iki zaman esasına göre çalışan ilk motoru bulmuştur.Bu motorda dört zamanlı motordaki emme ve egzoz supapları yerine, silindirin yan tarafında bulunan emme ve egzoz pencereleri bulunmaktadır.
1880—Amerika’da George Brayton benzin yakıtlı motor yaptı.
1886—Alman Karl Benz 14,5 Km hız yapabilen satış amaçlı ilk arabayı üretti. At kullanılmadan kendiliğinden hareket edebilen anlamındaki auto+mobile kavramının ortaya atılmasından sonra ilk otomobilin doğumu, bugün Otto motoru olarak bilinen bu motorun geliştirilmesinden tam 10 yıl sonra gerçekleştirildi. Karl Benz 3 tekerlekli otomobili yaparak fabrika etrafında deneme turları atmıştır. Bu esnada karısı ve işçileri heyacan içinde bağıra çağıra peşinden koştukları bilinir. Ancak araç dört turdan sonra bozulmuştur. 9 Ocak 1886 tarihinde Mannheim’li fabrikatör Karl Benz, Berlin’deki imparatorluk Patent Bürosu’na baş vurarak “Gaz motoruyla hareket eden araç” için patent hakkını aldı.Aynı yıl “Kendi kendine hareket eden otomobil” rüyasıyla uğraşan bir başka kişi, Gottlieb Daimler , Stuttgart yakınlanndaki Cannstatt kasabasında önemli bir başarıya imzasını attı: Gottlieb Daimler ilk motorlu otomobilini denedi.Birbirine çok yakın mekanlarda, ancak birbirlerinden habersiz olarak otomobillerini geliştiren Daimler ve Benz buluşlarıyla yeni bir çağın açılmasına, dünyanın tam anlamıyla harekete geçmesine neden oldular.
1890— Herbert Akroyd Stuart Bir kaza sonucunda kızgın bir yere değen gaz yağının hava ile karışarak yandığını gördü. Bu olaydan etkilenerek yaptığı deneylerle motorunu geliştirdi ve patentini aldı. Motorunda yakıt emilen ve hafifçe sıkıştırılan hava içerisine bir memeden gönderilerek patlayıcı ve yanıcı bir karışım oluşturulmaktaydı. Bu karışımın yanabilmesi için cidarları yüksek derecede ısıtılan ve buharlaştırıcı adı verilen bir ön yanma odası vardır. Ana yanma odasına bir kanalla birleştirilen bu oda ilk hareket için dışarıdan alevle ısıtılmaktadır. Bu motorda havanın ısısının sıkıştırma oranıyla arttığı düşünülmediğinden verim düşük olmuştur.
1890—Bir Alman mühendis olan Capıtaine , Akroyd’un motoruna benzeyen bir motorun patentini aldı. Bu motorlar yarım dizel ( kızgın kafalı ) motorların esasını oluşturdu.
1890—İlk otomobillerin çoğu , dişlileri olmadığı için yokuş çıkamıyor , önce durup sonra geriye doğru inmeye başlıyordu .1893’da yapılan Benz Victoria marka arabada bir deri kayışı küçük bir kasnağa bindiren bir kol kullanılmıştı . Bu düzenek tekerleklerin daha yavaş dönmesini ve yüksek manivela gücünün arabayı yokuş yukarı tırmandırmasını sağlıyordu. Zincir çekişli Velo tipi araçtada bu şekilde üç ileri bir geri kasnağı vardı.Çekişin kolaylıkla arka tekerleklere iletilmesi için motor her zaman arkaya ya da sürücünün altına konuyordu.
1892-1897— Münih yüksek teknik okulu mühendislerinden Rudolf Diesel dizel motoru yaptı ve geliştirdi.
1893—Amerikanın ilk başarılı otomobili “duryea” , J.Franck ve Charles Edgar Duryea Tarafından yapılmıştır. Bir rivayete göre ilk karbüratörü Charles Duryea’nın karısının lavanta püskürtme şişesinden ilham alarak yaptığı söylenir. Halbuki Mayback karbüratörü bu tarihten çok daha önce bulmuştu.
1894—Dünya’daki ilk resmi otomobil yarışı, 22 Temmuz 1894′te düzenlenmiş ve Paris-Roven arasında 50 km’lik bir mesafeyi kapsayan bu yarışta 19 otomobil mücadele etmişti. Yarışı Le Petit Journal Gazetesi organize etmiş ve sporcular saatte 18 km/sa. gibi baş döndürücü bir sürat ortalamasıyla yarışmışlardı. İlerleyen yıllarda otomobil sporlarında farklı branşlar gelişmiş ve ilk pist yarışı 1898′de Periqueeux’te düzenlenmiştir.
1898— Fransa Otomobil Kulübü (AFC) Paris’teki Les Tuiliers’in güneşli bahçelerinde ilk otomobil fuarını organize etmiştir. Fuara 269 firma katılmıştır. İlgi çok büyük olmuş 140 bin meraklı ziyaret etmiştir. ACF fuara her firmanın katılmasına izin vermemiştir. Katılmak isteyen otomobilin Paris’ten Versailles’a kadar gidip geri dönebilmesi gerekiyordu.Paris’teki 15 Haziran 1898′de ‘‘Exposition Internationale d’Automobiles’’ adı altında Les Tuileries’in güneşli bahçelerinde başlayan Paris Otomobil Fuarı 1913 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde, başlangıç tarihi sonbahara kaydırıldı. Paris’te en güzel mevsimin sonbahar olduğu konusunda fikir birliği sağlayan organizatörler, ekim ayında karar kıldılar. 656 firmanın katıldığı fuar otomobil sektörünün büyümesinin de habercisiydi. Yılda 5 ila 20 otomobil üreten ‘‘dev’’ firmalar Renault, Peugeot, Darracq ve Berliet fuardan çok memnun kaldılar… 2.Dünya Savaşı Fransız otomotiv dünyasına darbe indirdi. Fuar, 1939 yılından 1946′ya kadar düzenlenemedi. Fakat 1946′da düzenlenen fuar, sektörün ölmediğinin, tam aksine patlamaya hazır bir bomba olduğunun habercisiydi. 1950 ise otomobil dünyasının geleceğinin parlak olduğunu gösteriyordu.
1902—İstenildiğinde benzinli istenildiğinde elektrik motoruyla ilerleyebilen ilk aracı 27 yaşındayken Ferdinand Porsche yapmıştır. 1902 yılında “Mixte-Wagen” adını verdiği aracı tanıtmıştır. Viyanalı bir fayton üreticisi olan Ludwig Lohner ile birlikte çalışan Porsche 4 silindirli bir Daimler motoruna aküler , bir jeneratör ve elektrik motorları ekledi. Bu haliyle Mixte benzinli motor stop edildiğinde bile akülerin çalıştırdığı elektrikli motorla ilerlemeye devam edilebiliyordu.
1902—MAN fabrikalarında Alman deniz kuvvetlerindeki gemilerde kullanılmak üzere dizel motorları yapılıyor
1903—Fransız Gustave LİEBAU ilk emniyet kemerini tasarladı ve patentini aldı
1904—Kısa adı FIA olan Uluslararası Otomobil Federasyonu’nun 1904 yılında kurulmasıyla otomobil sporlarının gelişimi daha da hızlanarak devam etmiştir. Merkezi Paris’te bulunan FIA, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 90′ın üzerinde ülkenin 100′den fazla otomobil kulübü ve birliklerini bünyesinde toplamakta ve 50 milyonun üzerinde sürücüyü temsil etmektedir.
1905—İsveçli mühendis Alfred Büchi egzoz gazlarından yararlanarak çalışan bir türbin vasıtasıyla dört silindirli bir motora aşırı hava yüklemeyi başardı.
1905—İlk 4WS ve 4WD sistemi Latil marka traktöre uygulandı

İlk 4WS ve 4WD sistemi Latil marka traktöre uygulandı1905—İlk tampon takılan araç İngilterenin Kilburn kentindeki Simms Manufacturing Co. tesislerinde üretilen 20 HP gücündeki Simms-Welback marka araçtır. Aynı yıl tamponun patentinin F.R.Simms tarafından alınmasına karşın aslında bu fikir yeni değildi 1897 yılında Moravya’daki İmperial Nesseldorf vagon fabrikasında yapılan çek malı Prasident marka otomobilin önüne tampon konmuş ancak Viyana yakınlarında yapılan denemelerde ilk 10 milden sonra tampon düştüğü için bir daha takılmamıştır
1908—ABD li Henry Ford T modeli adındaki ilk seri üretim otomobili yaptı. İlk üretim bandı fikrinin de babası olan Ford 1913 de günde 1000 araba üretebiliyordu
1912—İki zamanlı ve 12000 BG’de ilk yüksek güçlü dizel motoru yapılıyor
1918—İngiltere’de “ Royal aırcraft establıshment “ fabrikaları mekanik püskürtmeli dizel yakıt sistemini geliştirdi. Böylece yüksek devirli dizel motorları oluşturularak hafif taşıtlarda kullanılmasına zemin hazırlandı.
1919—Avrupanın ilk seri üretim otomobili Type A Citroen tarafından piyasaya verildi. Citroen aynı yıl dünyada ilk organize satış sonrası hizmetleri yapılandırdı.
1920—Voisin firması hidrolik olarak çalışan ABS’nin atası üzerine çalışmalar yaptı.” Frenlemenin tekerlekleri kitlemesini önleyici donanımı ” tanımıylada Almanyada 671925 nosuyla ilk patentini aldı
1923—Dünya’da otomobil yarışları düzenlenmeye başlandığı dönemde Osmanlı Devleti “Sanayi devrimini” kaçırdığı için, Anadolu’da sadece “at arabası” yapılabiliyordu. Bu nedenle ülkemizde otomobil sporunun başlangıcı Batı Avrupa’dan çok sonra oldu. Türkiye’de otomobilcilik, 1923 yılında o günkü ismi Türk Seyyahin Cemiyeti olan Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu (TTOK)’nun kurulmasıyla resmi kimliğine kavuşmuştur. TTOK’nın kurulmasından 4 yıl sonra ülkemizdeki ilk otomobil yarışı TOŞD tarafından, İstanbul Veliefendi çayırında yapılmış ve 30 otomobilin katıldığı bu yarışı Suphi Bey kazanmıştır. 1931 yılında İstinye-Maslak yolunda yapılan tırmanma yarışına Mustafa Kemal ATATÜRK’ün gelip sporcuları kutladığı ve Türk gençliğinin yüksek teknoloji isteyen bu spora eğilmesini istediği bilinmektedir. Daha sonra İstanbul Hipodromunda yarışlar düzenlenmiş ve at yarışlarında olduğu gibi müşterek bahisler yapılmıştır. İlk Türk bayan otomobil yarışçısı olan Samiye Morkaya, o dönemlerde yapılan bu pist yarışlardan bazılarını kazanmıştır.Türkiye’de Avrupa Ralli sistemine uygun olarak düzenlenen ilk yarış da 1954 yılında 4 etap üzerinden koşulan İstanbul-Ankara Rallisi, FIA kurallarına uygun olarak yapılan ilk ralli ise 1968 Trakya Rallisi’dir. Daha sonraki dönemlerde Ege Rallisi, Türk-Yunan Rallisi, Hitit Rallisi, Kocaeli Rallisi ile Uludağ, İzmit-Keltepe ve Ankara-Kızılcahamam Tırmanma Yarışları düzenlenmiştir. 1970 yılında Türkiye Otomobil Kulübü (TOK) Oran Sitesi inşaatı sokaklarında Türkiye’deki ilk pist yarışını organize etmiş, ancak güvenlik nedeniyle Ankara Emniyet Müdürlüğü izin vermeyince otomobiller tek tek zamana karşı mücadele etmiştir. Türk Otomobil Sporlarının dönüm noktası sayılan Günaydın Rallisi ise ilk olarak 1972 yılında düzenlenmiştir. Rahmetli Ali Sipahi’nin girişimleriyle Günaydın Gazetesi tarafından organize edilen yarışlar, gazetenin birinci sayfasından duyurulmuş ve halktan da çok büyük bir ilgi görmüştür. İlk yıllarda sadece yerli üretim otomobillerin katıldığı bu rallilerde o dönem ülkemizde üretim yapan Tofaş, Renault ve Anadol fabrikalarının takımları arasında kıyasıya çekişmeler yaşanmıştır. Taksi şoförlerinden oto boyacılarına ve üniversite profesörlerine kadar çok değişik sosyal seviyedeki insanlar büyük zevk ve sportmenlik içinde yarışmıştır. Hatta 1977 yılında Zonguldaklı bir taksi şoförünün damalı taksi otomobiliyle Türkiye Rallisi’ne katılarak çok iyi zamanlar kaydettiği bilinmektedir. 1979 yılından itibaren “Uluslararası” bir kimliğe kavuşan, önce Balkan Şampiyonası ardından da Avrupa Ralli Şampiyonası’na dahil edilen bu organizasyon halen düzenlenmektedir…
1924—Citroen dünyanın ilk çelik karasörlü otomobili B10’üretti
1924—MAN ‘ın ürettiği bir kamyon direk enjeksiyonlu dizel bir motoru kullanan ilk vasıta oluyordu
1934—Citroen seri olarak önden çekişli araç üretmeye başladı
1938—Citroen Hidropnömatik süspansiyon sistemini icat etti
1938—İsviçreli kamyon üreticisi Saurer ilk turbo motorlu kamyonu üretti
1938— Klima’yı standart olarak kullanıma sunan ilk marka Studebaker Commander’dir
1938—GM tasarımcısı Harley Earl ilk elektrikli cam sistemini Buick y’ye monte etti.
1950— 1894 ile (tarihte ilk kez Paris ile Rouen arasında motorlu yarışın yapıldığı tarih) 1900 yılları arasındaki dönemde “formula” yoktu. O zamanki araçların yarışları basitti. Araçlar arasında itiş gücü (benzinli veya buharlı) ve koltuk adedi ile ayırım yapılıyordu. O zaman, otomobillerde daima iki koltuk vardı ve 1920 lerin sonuna kadar tek koltuklu otomobiller kullanılmadı. Arka dikiz aynasının icadı bu gelişmelere önemli bir katkıda bulundu çünkü teknisyenlerden birisinin görevi kendisini geçmeye kalkan birisi hakkında pilotu uyarmaktı.1907 ile 1939 arasında hemen hemen mümkün olan her türlü formül uygulandı. Asgari ağırlık, azami ağırlık, tüketim ve silindir kutru konularında sınırlamalar getirildi ancak 1939 dan sonra en sık görülen kural motorların silindir kapasitelerinin sınırlanması idi. Bu sınırlama ilk kez 1914 yılında uygulandı. 1904 yılında FIA tarafından tanımlanan ilk “Formula” nın devreye girmesini takiben (ki azami ağırlık sınırlandı) daha küçük otomobiller için kategoriler oluşturuldu ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar “Formula 1″ ismi kullanılmadı. FIA Formula 1 Dünya Şampiyonası 1950 de ortaya çıktı ve FIA Formula 1 Dünya Şampiyonası olarak kabul edilen ilk Formula 1 yarışı 13 Mayıs 1950 de Silverstone’da yapılan İngiltere Grand Prix’idir.
1954 – Döner Pistonlu Motor ( Rotary-Wankel motoru ):1954 senesinde Felix Wankel tarafından geliştirilmiş bir motor türüdür. Bu motorda silindir geometrik elips biçimi şeklindedir. Bu motorun çalışma prensibi kısaca, yakıt odasına sahip blok içinde üçgen şeklinde bir döner pistonun dönerek, silindir içinde değişik yakıt hacimleri ve sıkıştırma oranları meydana getirmesidir.
1957—İlk hız sabitleyicisi ( cruis control ) Imperial marka araçta kullanıldı.
1958—İsveç’teki Volvo Fabrikasında mühendis olan Nils Bohlin Üç noktalı emniyet kemeri olarak bilinen sistemin patentini aldı.
1962—İlk seri üretim turbo motorlu otomobil Chevrolet Corvair Monza tanıtıldı. Daha sonra bu modeli Oldsmobile F85 Jetfire takip etti
1963- Wankel motoru ilk kez NSU Spider marka araçta kullanıldı
1967—İngiliz otomobil firması Jensen İlk ABS’yi otomobillerine uyguladı
1973—Avrupa’da seri olarak turbo motorla üretilen ilk otomobil BMW 2002 oldu.
1978—Modern ilk ABS sistemi BMW 7 serisi ve Mercedes S serisinde uygulandı
1984—Turbo üreticisi Garrett intercooler adını verdiği bir turbo soğutucusu geliştirdi. Bu sayede türbine giren hava soğutularak turbonun performansı artırıldı
1986—Çift turbo takılan ilk araç Porsche 959 oldu
1987—Bosch ilk üretici olarak ABS sisteminin daha gelişmişi olan ASR sistemini piyasaya sürmüştür
1993—Fiat Croma TdiD değişken geometrili turboyla donatılan ilk otomobil oldu. Sistem düşük motor devirlerinde turbonun verimini önemli oranda artırıyordu.
1995—Bosch 1995 yılında FDR sistemini aktif sürüş emniyetini sağlamak üzere üretime almıştır. Özellikle virajlarda ve ani yol değişikliklerinde FDR sistemi, yıldırım hızı ile motor, şanzıman ve frene müdahale ederek aracın savrulmasını önler.
2004—Çift turbo takılan ilk seri üretim dizel motorlu otomobil BMW 535d oldu
2005—Mercedes üç turbolu v6 dizel motorla donatılmış konsepti Vision SLK 320 Cdi’yi Cenevre otomobil fuarında tanıttı.

Bermuda Şeytan Üçgeni Gizemi

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 21st, 2008 | by admin | no comments

Bermuda Şeytan Üçgeni, bulunduğu bölgede başlı başına bir muamma olgusu olmuştur. O bölgede şimdiye kadar sayısını kimsenin bilmediği kadar fazla kayıp vakası yaşanmıştır ve bunlardan geriye tek bir iz bile kalmamıştır. Kimsenin açıklama getiremediği bu esrarengiz fenomen, içinde bilim adamlarının da bulunduğu pek çok insan tarafından “doğaüstü bir takım güçlerin yaptırımı” olarak algılandı ve öyle lanse edildi. Bu açıklamalar arasında kayıp kıta Atlantis’in orada bulunup (bu düşünceyle paralel olarak Atlas Okyanusu ismini almıştır.) Kayıp Kıta’nın hiçbir zaman anlaşılamayan teknolojik ve manyetik kayıp aygıtlarından birinin etkisinden veya o bölgenin defalarca Dünya dışı varlıkların ziyaretlerinde orada yarattıkları manyetik alanın bir etkisi olduğu, hatta Kristof Kolomb’un bile tuttuğu günlüklerde, o bölgede gökyüzünde uçan tanımlamaz cisimlerden bahsedildiği iddia edilmiştir. Bu esrarengiz üçgen ile ilgili olarak yapılan son iddia ise uzun yıllardır devam eden araştırmaların birkaç yıl önce bir sonuç verdiğinin iddia edilmesi ile ortaya çıktı . Bu son iddia ya göre tüm bu gizemli olaylar aslında basit bir doğal gaz cilvesi idi .

Yer altından fışkıran doğal gazlar, sadece yüksek kara parçalarından değil, deniz ve okyanus tabanlarından da çıkarlar. Çünkü deniz tabanları da üstü suyla kaplanmış alçak kara parcalarıdır. Ancak, okyanusların derinliklerindeki bölgelerden çıkmak isteyen doğal gazlar, oradaki çok düşük ısının da etkisiyle katı hâle dönüşürler ve “hidrat” denilen beyaz ve tebeşirimsi bir madde hâline gelirler. Çok derinlere dalabilen robot kameralarının bu bölgedeki karbeyaz okyanus tabanını ve bazı gemi enkazlarinı resimlemesinden sonra konuya şu bilimsel açıklama getirilmiştir: Bu bölge, Gulf Stream denilen sıcak su akıntısının da geçtiği yerdir. Tabanın bazen ısınması yüzünden, bu “tebeşir gazlar” erir ve sudan hafif oldukları için yüzeye doğru yükselirler. O anda, tabandan yüzeye kadar suyun yoğunluğu azalır . O sırada oradan geçen ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü, yoğunluğu düşen su, gemileri taşıyacak kaldırma kuvvetini oluşturamaz. Gazın yükselmesi sona erince yoğunluk tekrar eski haline döner ve geride hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derine gömülmüş olurlar.

Uçakların düşerek kaybolması ise yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan doğal gazlar, havadan da hafif oldukları için yükselmeye devam ederler. Bu kez yoğunluk azalması, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur. Çünkü, motorlardaki benzinin yanması için oksijene ihtiyaç vardır ve düşük yoğunluklu havanın içindeki oksijen miktarı motorların çalışması için yeterli değildir. Böylece uçak da , hızla okyanus tabanına doğru inişe geçer.

Biyodizel Nedir? Faydaları Nelerdir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 21st, 2008 | by admin | no comments

Biyodizel Nedir?

Biyodizel bitkisel yağdan yapılan ve modifiye edilmemiş tüm dizel motorlarda çalışabilen bir yakıttır. Biyodizel soya, ay çiçegi, kolza, hindistan cevizi ve kenevir gibi doğrudan tohumun ezilmesi (saf yağlar) de dahil tüm bitkilerden yapılabilir. Biyodizel ayrıca fast-food restoranlardaki kullanılımış yağlardan da yapılabilir. Hatta donmuş yağ ve balık yağı gibi hayvansal yağlar da biyodizel yakıt yapımında kullanılabilir. Biyodizel “Geleceğe Dönüş” filmindeki gibi bir şey gözükse de bu, dizel motorların icadından bu yana 100 yıldan fazla bir zamandır kullanımda.

Biyodizel modifiye edilmemiş tüm dizel motorlarda çalışır. Diğer alternatif yakıtlarda çalısanlar için motoru dönüştürmeye gerek yoktur. Dizel motor biyodizelle çalışabilir, çünkü havanın önce sıkıştırıldığı, sonra da yakıtın ultra-sıcak, ultra-basınçlı yanma bölümüne püskürtüldüğü sıkıştırma ile başlatma ilkelerine göre çalışır. Yakıt/hava karışımını ateşlemek için bir kıvılcım kullanan benzinli motorların tersine dizel motorlarda sıcak havayı ateşlemek çin yakıt kullanılır. Bu basit işlem sayesinde de dizel motorlar kalın yakıtlarda çalışabilir.

Biyodizel kimyasal olarak dizel yakıtlara benzediği için herhangi bir dizel aracın yakıt deposuna doğrudan biyodizel katabilirsiniz. Bir taşıt yakıtı olarak biyodizel kullanmanın birçok avantajları vardır. Biyodizelde daha az emisyon bulunur, dışa bağımlı olmadan kendi ülke kaynakları ile üretilebilir , motorun performansını etkilemez ve bitkilerden elde edilir. Bitkiler güneş enerjisi ile büyüdüğü için biyodizel güneş enerjili sıvı yakıtlar olarak tanımlanabilir.

Biyodizel gliserinin yağ veya bitkisel yağdan ayrıldığıi transesterleşme adı verilen bir kimyasal süreçle elde edilir. Bu işlem sonucunda geriye iki ürün kalır– metil esterler (biyodizelin kimyasal adı) ve gliserin (genellikle sabun ve diğer ürünlerde kullanılmak üzere satılan değerli bir yan ürün).

Biyodizelin Faydaları

1) Biyodizel tüm geleneksel, modifiye edilmemiş dizel motorlarda çalışır. Biyodizeli kullanmak için herhangi bir motor modifikasyonuna ve “motoru dönüştürmeye” gerek yoktur. Baska bir deyişle “biyodizeli yakıt tankına dökmeniz yeterlidir”.

2) Biyodizel petrol dizelinin depolandığı her yerde depolanabilir. Pompalar, depolar ve taşıma araçları dahil tüm dizel yakıtlı altyapılar herhangi bir değişikliğe gerek kalmadan biyodizel kullanabilir.

3) Biyodizel Sera Etkisinin asıl nedeni olan Karbon Dioksit emisyonlarını % 100 azaltır. Biyodizel bitkilerden geldiği için ve bitkiler de karbon dioksit solunumu yaptığından biyodizel kullanılarak karbon dioksit etkisi azaltılır.

4) Biyodizel tek başına yada istediğiniz miktarda petrol dizel yakıtı ile karıştırılarak kullanılabilir. Biyodizelin % 20 dizel yakıtı ile karışımına “B20,” % 5 karışımına da “B5” adı verilir ve buna göre adlandırılır.

5) Biyodizel normal dizel yakıtından daha da yağlayıcıdır ve motorun ömrünü arttırır, ayrıca yandığında – asit yağmurlarının ana bileşeni olan- sülfür dioksiti üreten sülfürü -yağlı bir üniteyi- değiştirmek için de kullanılabilir. Fransa’da satılan tüm dizel yakıtlarda sülfürün yerine % 5 biyodizel kullanılır.

6) Biyolojik olarak parçalanabildiği ve zehirsiz olduğu için biyodizelin kullanımı güvenlidir. Uluslararası Biyodizel Kuruluna göre “temiz biyodizel, şeker kadar kolay ayrışır, tuzdan daha az zehir içerir.”

7) Biyodizeli taşımak daha güvenlidir. Biyodizelde yaklaşık 300 F derecelik yüksek alevlenme noktası veya tutuşma sıcaklığı vardır. Petrol dizelde ise bu alevlenme noktası 125 F derecedir.

8- Biyodizelle çalışan motorlar sorunsuz çalışır ve kilometrede tükettiği yakıt dizel yakıtta çalışan motorlara benzer. Araç başlatma, ateşleme, güç çıktısı, motor torku de biyodizelden fazla etkilenmez.

9) Petrol dizelli yakıtların hepsinden çıkan pis kokunun yerine biyodizelde patlamış mısır kokusuna benzer hoş bir koku vardır.

Şuan ki dizel motorumda biyodizel kullanabilir miyim?

Biyodizel motorda yada yakıt sisteminde çok az değişiklikle yada herhangi bir değişiklik yapmadan da çalışabilir. Biyodizelde yakıt deposunun iç duvarında ve daha önceki dizel yakıt kullanımından gelen borularda toplanan birikintileri serbest birakabilecek bir çözücü etkisi vardır. Bu birikintilerin serbest bırakılması sonucunda bunlar yakıt filtrelerine inebilir, bu yüzden ilk zamanlarda filtreler daha da sık kontrol edilmelidirler.

Biyodizel insan sağlığı için dizelden daha mı iyi?

Bilimsel araşırmalar biyodizel egzozunun petrol dizelli yakıtlara göre insan sağlığına daha az zararlı olduğunu teyit etmektedir. Saf biyodizel emisyonlarında potansiyel kansere neden olan bileşenler olarak adlandırılan polisilik aromatik hidrokarbonlar (PAH) ve nitrite PAH bileşenlerinin seviyesi daha azdır. Ayrıca tanecikli olarak astım ve diğer hastalıklarla ilgili emisyonlar % 47 daha azdır ve zehirli bir gaz olan karbon monoksit % 48 daha da azaltılmıştır.

Denizaltı Nasıl Çalışır?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 21st, 2008 | by admin | no comments

Denizaltıların batırılmasını sağlayan teknik, ilk geminin yapılışından beri bilinen ve işe yaradığı istisnasız her seferinde kanıtlanan tekniktir, yani geminin içine su soldurmak. İçine su dolunca batmayan bir gemi henüz olmamıştır, asıl problem batan gemiyi su yüzüne geri çıkartmaktır.

Denizaltının batması için suyun kaldırma kuvvetini yenmek gerekir, bunun için de “kontrollü batırma” olarak bilinen bir operasyon gerçekleştirilir. Denizaltılar, iç içe geçmiş iki gemidir. Dışarıdan görünen dış kabukla içeride insanların bulunduğu hacim arasında balast tankları bulunur, bu tanklara doldurulan su ile geminin kütlesi artırılır ve denizaltı batar.

Denizaltı yüzeydeyken bu balast tankları havayla doludur yani bir anlamda geminin yoğunluğu sudan düşüktür, haliyle suyun kaldırma kuvveti baskın çıkar ve gemi yüzer. Denizaltıyı batırmak için balast tanklarının vanaları açılır, içerideki hava dışarı çıkarken tankların içine su dolar. Geminin kütlesel yoğunluğu artıp suyun yoğunluğunu geçtiği zaman denizaltı batmaya başlar. Gemiyi tekrar yüzeye çıkarmak için bu tankların içine hava basılır, basınçlı hava yüzünden tanklardaki su dışarı çıkmak zorunda kalır ve gemi yükselir. Dalış ve yükselişin dilenen açılarla gerçekleşmesi için geminin kuyruğunda bulunan kanatlar kullanılır. İstenen derinliğe ulaşıldığında bu kanatlar sayesinde geminin yüzeye paralel konuma gelmesi sağlanır.

Nükleer olmayan denizaltılar, bir dizel ve bir elektrikli motora sahiptir, ayrıca büyük enerji hücreleri, daha basit anlatımla büyük pilleri bulunur. İçten yanmalı motorlar oksijene ihtiyaç duyduğundan, oksijen de bir denizaltının en kıymetli kaynaklarından olduğundan sadece yüzeye çıkıldığında kullanılırlar. Yüzeydeyken piller şarj edilir ve su altında elektrik gücü kullanılır. Elektrik motorları dizel motorlar kadar kuvvetli değildir ve zaten nükleer denizaltılar da bu yüzden üretilmiştir. Nükleer olmayan bir denizaltı, acil bir durumda yüzeyden fazla uzaklaşmadan dizel motorları ile çalışabilir, gerekli oksijen şnorkellerle sağlanırken egzoz dışarı atılır. Nükleer güçle çalışan gemiler yapılana kadar denizaltılar sadece saldırı veya düşmandan saklanma konumundayken su altında hareket ediyordu, normal zamanlarda sıradan bir gemi gibiydi. Bugün ise denizaltılar su altında su üstündekinden daha hızlı hareket eder. Nükleer bir denizaltı, teorik olarak bir yıl boyunca su altında kalabilir. Nükleer denizaltıların reaktörleri, elektrik elde etmek için kullanılan reaktörlere çok benzer, sadece daha küçüktürler ve kullanılan plütonyum daha yoğunlaştırılmıştır.

Soluduğumuz havada normalde yüzde 78 Nitrojen, yüzde 21 Oksijen, yüzde 0,9 Argon ve yüzde 0,1 Karbondioksit bulunur. Bir insan nefes verdiğinde bunun yüzde 4,5’u Karbondioksittir. Nitrojen ve Argon ile bir alışverişimiz yok ama oksijen bizim için hayati önem taşıyor, havadaki oksijen azalırsa boğuluyoruz bildiğiniz gibi. Bir denizaltının içindeki havanın Oksijeninin tazelenmesi, Karbondioksitinin filtre edilmesi şart. Nefesimizdeki nem için de bir şeyler yapılmalı. Oksijeni basınçlı tanklardan temin edebilir ya da kendimiz yapabiliriz. Bugün tercih edilen yöntem, oksijeni imal etmektir. Bunu da suyun elektrolizi ile ya da kimyasal yollarla yapabiliriz. Denizaltılarda ve uçaklarda oksijen elde etmek için kimyasal yöntemler kullanılır. Sodyum klorid, ısıtıldığında oksijen üretir, 15 kilosu ile büyük bir denizaltının 4 günlük oksijen ihtiyacı karşılanabilir. Kalsiyum hidroksit ile Karbondioksit süzülür. Nem konusu ise mekanik olarak halledilir. Motorlardan çıkan gazlar, toz ve partiküller de filtrelendikten sonra denizaltının içinde bir dağ havası ve çiçek kokusu hakim olur…

Birçok denizaltıda deniz suyunu filtre eden sistemler vardır. İlkokul deneylerini hatırlayın, bu sistemler suyu buharlaştırıp tekrar yoğunlaştırarak içindeki her türlü yabancı maddeden ayırırlar. En büyük denizaltılar günde 150,000 litre su saflaştırabilir, bu suyun çok büyük bir kısmı ise motorları soğutmak için kullanılır.

Mısır Piramitleri ve Gizemleri

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 21st, 2008 | by admin | no comments

Binlerce yil önce yapilan piramitlerde bugün bile hala binlerce sir yatmaktadir.O tarihlerde piramitleri yapan insanlar herhalde metre kavramini bilmiyorlardi.Ve bütün bunlari göz karariyla yapmalarida imkansiz.Bugün bile çok düzenli bir sekilde yapilan gökdelenlerde çok hafif bir sapma sözkonusu olabiliyor.Peki o zamanlar bunlari yapan insanlar ölçüm için ne kullandilar.Saniye mi?Arsin birimi mi?Misir endazesi mi?Bilemiyoruz.Şimdi bu piramitlerde, özellikle Gize bölgesindeki büyük piramitin çesitli oranlarda ölçümlerine bir bakalim.Bunlarin hepsi bir rastlanti mi?Olabilir.Ama bu kadar çok rastlantida insani düsündürüyor!

Piramitlerin Gizemi

Her biri 20 ton olan taşlardan inşa edilmiştir ve bu taşları temin edilebilecek en yakın mesafe yüzlerce kilometre uzaklıktadır. Bu taşların nasıl getirildiği konusunda kesin olmayan farklı varsayımlar bulunmaktadır.

Piramit, kimin adına yapıldıysa, onun bulunduğu odaya, yılda sadece 2 kez güneş girmektedir. (doğduğu ve tahta çıktığı günler)

Mumyalarda radyoaktif madde bulunduğundan mumyaları ilk bulan 12 bilim adamı kanserden ölmüştür.

Piramitlerin içerisinde ultra sound, radar, sonar gibi cihazlar çalışmamaktadır.

Kirletilmiş suyu, birkaç gün Piramit’in içine bıirakırsanız; suyu arıtılmış olarak bulursunuz.

Piramit’in içerisinde süt, birkaç gün süreyle taze kalır ve sonunda bozulmadan yoğurt haline gelir.

Bitkiler Piramit’in içinde daha hızlı büyürler.

Piramit’in içine bırakılmış su, 5 hafta süreyle bekletildikten sonra yüz losyonu olarak kullanılabilir.

Çöp bidonu içindeki yemek artıkları, hiç koku vermeden Piramit içinde mumyalaşır.

Kesik, yanık, sıyrık gibi yaralar büyükçe bir Piramit’in içinde daha çabuk iyileşme eğilimi gösterir.

Piramitlerin bazı odalarının içinde ne olduğu hakkında bir bilgi yoktur; araştırmacıların çoğu, ya içinde kayboldular ya da aynı yerde birkaç tur attılar, fakat içlerini göremediler.

Piramitlerin içi yazın soğuk kışın sıcak olur

Büyük Piramitin açilari,Nil’in delta yöresini iki esit parçaya bölerler.

Gize’deki üç piramit aralarinda bir Pitagor üçgeni olacak sekilde düzenlenmislerdir.Bu üçgenin kenarlarinin birbirlerine göre orani 3:4:5′dir.

Büyük Piramitin tabininin yüzeyi,anitin yarisinin iki katina bölündügünde pi=3,14 sayisi elde edilir.

Büyük Piramitin dört yüzeyinin toplam yüzölçümü,piramit yüksekliginin karesine esittir.

Büyük Piramit,dünyanin kara kitlesinin merkezinde yer aliyor.

Büyük Piramit,dört ana yöne göre düzenlenerek insa edilmistir.

Piramit dev bir günes saatidir.Ekim ortasiyla Mart basi arasinda düsürdügü gölgeler mevsimleri ve yilin uzunlugunu gösterirler.Piramiti çeviren tas levhalarin uzunlugu bir günün gölge uzunluguna esittir.Bu gölgelerin tas levhalar üstinde gözlenmesiyle günün 0,2419 bölümünde yilin uzunlugu yanlissiz olarak saptanabiliyordu.

Büyük Piramit’le dünyanin merkezi arasindaki uzaklik,Kuzey kutbuyla arasindaki uzakliga esittir ve kuzey kutbuyla dünyanin merkezi arasindaki uzakliga esittir.

Piramitin yüksekligiyle,çevresi arasindaki oran,bir dairenin yari çapiyla çevresi arasindaki oranin dengidir.Dört kenarlar dünyanin en büyük ve çarpici üçgenleridir.

Gizde’den geçen boylam,dünyanin denizleriyle anakaralarini iki esit parçaya böler.Bu boylam ayrica,kara üstünden geçen en uzun kuzey-güney yönlü boylam olup,bütün yer kürenin uzunluguna ölçümünde dogal sifir noktasini olusturur.

Büyük piramitin tepesi Kuzey kutbunu,çevresi ekvatorun uzunlugunu temsil eder.Ve iki uzunluk ayni mikyasa uygunluk gösterir.

Gize piramitleri tahmini olarak M.Ö 3000 yıllarında eski krallık döneminde yapıldığı zannedilmekte. Bunlar; Keops, Kefren ve Mikerinos piramitleridir ve isimlerini aldıkları firavunlar tarafından yaptırılmıştır.

Kefren Piramidi Gize piramitleri dünyanın en büyük piramitlerdir. Bunlarla birlikte ve Mısır’da yüzlerce irili ufaklı piramit mevcuttur. Gize piramitlerini diğerlerinden ayıran farkların başında içlerinde yazı bulunmaması ve nasıl yapıldıklarının hala çözüme ulaşmamış olmasıdır.
Keops’un oğlu Kefren için yapılmış piramit 136 metre yüksekliğe sahip.

Kefren piramidinin dış yüzeyinde yer alan kaplamalar bugün sadece tepesinde görülebilmekte.

Gize piramitlerinden İçi ziyaret edilebilen tek piramit olan Kefren piramidinin mezar odası.
Piramitler ile ilgili çeşitli matematiksel bulgular arasında ilginç olanları şunlar: Keops piramidinin yüksekliginin 1 milyarla çarpımı yaklasık olarak güneşle dünyamız arasındaki mesafeyi veriyor. (149.504.000km)

Piramitlerin üzerinden geçen meridyen karaları ve denizleri tam iki eşit parçaya bölüyor. Keops Piramidinin Taban cevresinin, yüksekliğinin 2 katına bölünmesinin pi=3.14 sayısını veriyor.

62 metre yüksekliği ile Gize Piramitleri içerisinde en küçüğü olan Mikerinos Piramidi Kefrenin oğlu için yaptırılmış.

Piramitler hala yapımları esnasında ki gizi korumaktalar. İşçilerin olağanüstü bir çabayla günde 10 metreküp taşı üst üste koyduklarını kabul edersek keops piramidinde yer alan yaklaşık 2.5 milyon metreküp taş, 250.000 gün, yani yaklaşık 664 yılda yerleştirilebiliyor. Oysa piramitler 20 ila 30 yıl arasında bir sürede tamamlanmıştır..

Solucan Delikleri ve Zaman Kavramı

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 21st, 2008 | by admin | no comments

Profesör Stephen W. HAWKING, The Physics of Star Trek (Uzay Yolculugunun Fizigin adli yeni bir kitaba yazdigi ön sözde zamanda yolculugun mümkün olabilecegini söyledi.

Zamanin iki ya da tek yönlü bir yolculuk olup olmadigi konusu, Aziz Augustin’in “zaman geçici bir sey midir, yoksa her zaman mevcut olmus mudur?” sorusunu ortaya atmasindan bu yana 1500 yildir insanlarin kafasini kurcalamayi sürdürüyor.

Bundan 100 yil önce H.G.Wells, The Time Machine (Zaman Makinesi) adli romaninda bu konunun fizikçilerce arastirilmasini önermisti. Mekanda (gerçekte mekan-zaman ya da uzay-zaman) istenen yönde yolculuk yapilabildigine göre, acaba zaman içinde de istenen yönde seyahat edilebilir mi problemi teorik fizikçilerin zihnini kurcaliyor.

Cambridge Üniversitesi’ndeki Isaac Newton kürsüsü profesörü Stephan Hawking, daha önce, eger evrenin genislemesi sona erer ve küçülmeye baslarsa, zamanin geriye dogru isleyebilecegi fikrini ortaya atmisti
Ama bu nasil bilinebilirdi? Çünkü, bu takdirde, düsünce de geriye dogru isleyecekti. Fakat 1980′lerin sonunda, Hawking’in Zamanin Kisa Tarihi adli, yalnizca ciltli baskisi 6 milyon satan kitabin ilk yayinlandigi sirada, tartismalar kizismaya basladi. Hawking yalin ve kati kabullerle zamanda yolculuga izin vermiyordu. Uzayda evrenin çesitli parçalarini birbirine baglayan “solucan delikleri” vardi. Kafalari karistiran da bu de Worm Hole’lardi zaten.

Hawking’in California Institute of Tecnoloy’deki dostu Kip Thorne 1194′te yayinlanan Kara Delikler ve Zaman Bosluklari adli kitabinda, genel relativiteye iliskin öndeyimlerin, uzaydaki bir solucan deliginden zamanda seyahat etmeyi mümkün kildigini öne sürdü. Ancak bunun için deliklerden birini açik tutmak ve buradan bir insani geçirmek gerekecegini yazdi. (Aslinda Philedelphia Deneyi’nde bilinmeden bir kurt deligi açilmis ve savas gemisi bu deligin içinden geçerek…)

“Solucan Delikleri”, Einstein’in varligini öngördügü, varsayimsal uzay bosluklaridir. Eger uzayda bosluklar varsa, zamanda da bosluklar olmaliydi. Ne var ki bu bosluklar atomdan milyar kere daha küçük ve hayal edilemeyecek kadar kisa süre ile varoluyor. Dolayisiyla, bu bosluklardan birini yakalamak, açik tutmak ve insanin geçecegi kadar genisletmek hayli güç olabilir.

Baska bir bilim adami, Princeton Üniversitesi’nden Richard Gott’a göre de, evrenin baslangici olan patlamadan, Big Bang’den arda kalan, sonsuz uzunlukta ve hayli gizemli seyler olan “kozmik ipliklerden” ikisi alinip ayni hizla birbirlerinin yanindan geçmeleri saglanirsa, teorik bir zaman makinesi yapmak mümkün olabilir.

Kurt delikleri “sonsuz ihtimali” temsil eder. Bizim bildigimiz uzayin ötesindir. Sonsuz tünel burada üst üste labirent gibi yumak gibi dolanir. Onlarin içinde zaman yoktur. Imkansiz ve zamansiz bir bölgedir.

Bu atomalti tüneller sayisiz tanedir. Boylari uzar, kisalir, birbiri üzerine dolanan solucanlar gibi hep kipir kipirdir. Birbirlerine hiç dolasmayan 10E-33 cm’lik hortumlardir. Ve her an heryerdedirler. Salinimlariyla maddeye can verirler. Worm Hole’larda zaman olmadigi için dün ve yarin, en uzak ve en yakin, en büyük ve en küçük beraberdir. Zamanin ve mekanin ötesindedirler. Tünellerin kurgusu Geometrik-Dinamik denen iki yasayla yönetilir. Kipir kipir kaynayan bu geometrik biçim, dinamiktir. Tipki Windows’taki egriler ve renkler adli ekran koruyucu gibi. Döner, sallanir, uzar, kisalir, zamansizdir, dinamiktir. Philedelphia Deneyi’nde bu bölgeyi görmeleri muhtemel tayfalarin gözlerindeki dehsete ve saskinliga sasirmamak gerekir. Bu tüneller zaten imkansizi temsil ettikleri için her türlü garabete neden olabilirler. Telepati’den rüyalara, ilhamdan isinlanmaya kadar çözemedigimiz herseyin sebebi olabilirler.
Kurt delikleri hakkinda bu yazilanlardan sonra bir de sunu okuyun;

Misir Piramitlerinde Bulunmus Bir Yazi :

“Ey Insanoglu; bu parsomende yazili olanlari iyi oku
Oku; burada varolmadigin günleri bulacaksin,
Eger Tanrilarin bahsettigi bilgelige sahipsen…
Oku çocugum; çok uzaklardan sana henüz ulasan
Geçmis ve gelecegin sirlarini oku…
Insanoglu ebediyetten bugüne kadar sadece burda yasamadi.
BIRÇOK YERDE, ZAMANDA. DÜNYADA YASADI.
Herbirinin arasinda karanlik perdesi var.
VE SIMDI KAPILAR AÇILACAK VE BASLANGIÇTAN BERI VAROLAN
TÜM KARANLIK TÜNELLER AYDINLANIP; GÖRÜNECEKLER;
Inancimiz bize SONSUZ YASAMI ÖGRETTI; simdi ebediyeti
SONUN VE BASLANGICIN OLMADIGINI ANLADIK
Bu bir SONSUZ DAIRE… Çember yasasina göre;
eger bir sey dogruysa hersey dogrudur.
YARATICI çesitli sekillerle yüzünü gösterdi.
ASLINDA O, BIRDIR. ISTEDI KI; TEK BIR TANRI olarak bilinsin.
Henüz hersey yanlis.
GÖRÜNMEYEN ZAMANLARIN KUDRETI RUHLARIN TÜMÜNÜ BAGLAYACAK
DÜNYA ÖLDÜGÜNDE; SONA GELDIGINDE VE BU ARADA BÜTÜN AYRI
GEÇMISLER ONLARA AÇIKLANMIS olacak.”

Paralel Evrenler

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 21st, 2008 | by admin | no comments

Paralel evrenler

Görülebilir evrenin ötesinde, bu evrene paralel başka evrenler de varmı dır? Mistikler ve filozoflar böyle olduğunu öne sürüyorlar.Bilim adamları ise yakın zamanlara değin böyle bir şeyin olanaksız olduğunu düşünüyorlardı.Fakat bugün fizikçiler paralel evrenlerin olabileceğini matematiksel olarak ortaya koyabiliyorlar.Aşağıda ”üçüncü bir boyutta dizilmiş iki boyutlu evrensel düzlemler” görülmektedir.

PARALEL EVRENLER kavramı, bugün bilimsel terimlerle açıkça bir şekilde tartışılabilmektedir.Bilim adamları içinde bulunduğumuz evrenin varlığını bir takım neden sonuç bağıntılarıyla açıklayabiliyorlar.Aslında bu açıklama, üç boyutlu uzayın tümüyle onun yapısını oluşturan fizik nesnelerden ibaret olduğu esasına dayanır.Bu yaklaşım biçimi ilk bakışta, evrenin var olan her şey demek olacağı anlamına gelebilir.Fakat iki önemli nokta var.Birincisi, bilim adamlarının evren açıklamaları, birtakım soyut kavramları(güzellik ve sevgi gibi) açıklamaktan kaçınır.Oysa her ne kadar fizik bir evrende yaşıyorsak da, bu tür soyut kavramlar bu fizik evren içerisinde önemli bir yer tutarlar.İkinci olarak da bilimin tüm yaklaşımları ve bu konuya ilişkin kabülleri kesinlikle üç boyut ile sınırlanmıştır.

3 koordinat belirtilmelidir

İkinci nokta, paralel evrenler tartışmasının odak noktasını oluşturuyor.Evrenimiz üç boyutlu bir mekandır.Herhangi bir nesnenin konumunu kavrayabilmek için öncelikle onun üç koordinatını belirlememiz gerekir.Bunun en somut örneği havacılıkta görülür.Bir uçağın pilotu, yerdeki hava trafik kontrolörüne havadaki konumunu bildirmek için 3 rakam vermek zorundadır: Bu değerler uçağın havada bulunduğu yerin enlemini, boylamını ve yere olan uzaklığını belirtir.

Peki, üç boyutun ötesi var mıdır? Matematikçiler diğer boyutları idrak etmenin sanıldığı kadar zor olmadığını belirtiyorlar.Diğer boyutlar gerçekten de matematiksel olarak kavranabilir, fakat bu durum üç boyutlu insan beyni için de söz konusu mudur? Tüm kavramlarımızla birlikte üç boyutlu bir mekanda yaşadığımız için bu pek mümkün değildir.Fakat şu örnekler, bunu anlamamıza biraz yardımcı olabilir.

Nokta, kağıt ve masa örnekleri

Uzaydaki tek bir noktayı ele alalım . Bu noktanın herhangi bir yöne doğru uzanan hacmi yoktur.Dolayısıyla bir matematikçi için o nokta boyutsuzdur.Düz bir çizgiyi alalım. O da sadece bir yöne doğru uzar.Genişliği ve yüksekliği yoktur, sadece uzunluğu vardır.Bu bakımdan o çizği de bir matematikçi için tek boyutludur.Bir kağıt parçasını düşünün.Genişliği ve uzunluğu vardır ama derinliği yoktur.Dolayısıyla o da iki boyutludur.Bir masayı ele alalım.Genişliğiyle, uzunluğuyla ve derinliğiyle üç boyutlu bir nesnedir.Örneklerimizi bir kez daha inceleyelim: Boyutsuz, tek boyutlu, iki boyutlu ve üç boyutlu.Burada durmamız için herhangi bir neden var mı? Niçin bundan sonraki boyutları keşfe çıkmayalım?

İki boyutlu evren: Flatland

Tekrar kağıt örneğine dönelim ve bu iki boyutlu dünyada yaşayan varlıkları düşünelim.Flatlandliler (R. Edwin Abbott, Flatland adlı bilimkurgu romanında, iki boyutlu bir evreni ve oradaki yaşamı anlatır.) sadece iki boyutu bilirler: Sağ-sol, ön-arka.Onların tüm hareketleri kağıtın derinliği olmayan yüzeyi ile sınırlanmıştır.(Onlar derinliği sadece kendi boyutlarındaki yerçekimi olarak ölçümleyip duyumsarlar.) Flatlandliler üçüncü boyutla ilgili olarak hiçbirşey bilmezler.Hatta üçüncü boyutu hayal edemezler.    Flatlandlilerin üzerinde yaşadıkalrı bu kağıt parçasının sonsuz bir genişlikte olduğunu düşünün.Bu durumda onlar doğallıkla kendi iki boyutlu evrenlerinin tüm ”var oluşu” oluşturduğunu düşüneceklerdir.Öte yandan kendi evrenlerinin  ”altında” ya da ”üstünde” de başka evrenlerin olduğunu ise asla anlayamayacaklardır.Hatta anlamamanın ötesinde, bu kendilerine söylendiğinde kabul bile etmeyeceklerdir.

Paralel Flatlandler

Bizim üç boyutlu bakış açımızla ise, Flatland evreni asıl gerçekliğin çok çok küçük bir bölümünü oluşturur.Bu arada iki ayrı Flatland evreni  birbirine paralel bir şekilde yer alabilir ve bunların her birinde yaşayan varlıklar derinlik duygusuna sahip olmadıkları için birbirlerinin farkına varamazlar.Bu tür birbirine paralel iki Flatland evreni üçüncü bir boyutta bir araya gelirler, tıpkı bir kitabın sayfaları gibi.

Einstein’ın yaklaşımı

Her ne kadar bilimsel düzeyde şimdilik bir varsayım olarak kabül ediliyorsa da, birtakım bilimsel ön bilgiler öne sürülmemiş olsaydı, paralel evrenler felsefesi bir kavram olmanın ötesinde hiçbirşey ifade etmeyecekti.Paralel evrenler konusuyla ilgili ilk kapıyı açan kişinin Albert Einstein olduğu biliniyor.Einstein’in ünlü genel rölativite teorisinde paralel evrenleri birbirine bağlayan  ”köprülerden” söz edilir.Genel rölativite teorisi çekim, uzay ve zaman konularını kapsayan oldukça karmaşık bir teoridir.Rölativite teorisine göre, bir çekim alanı eğimli bir uzay demektir.Üç boyutlu uzay, dördüncü bir buyuta uzanır.Tekrar Flatland’e dönersek, bu iki boyutlu alem, üç boyutlu uzayın dördüncü bir boyuta açılmasının ne demek olduğunu açıklamaya yardım edecektir.

Hemen yanıbaşımızda yer alan mekanların varlığı olgusu, bizim dördüncü bir boyut tasarımlarımızdan oldukça farklıdır.Her şeyden önce, üç boyutlu beynimizin bu tür bir olguyu kabüllenmesi oldukça zordurBöyle bir yaklaşım ancak iki boyutlu bir paralel evren modeli ile sağlanabilir.Modern bilimsel yaklaşımlar, paralel evrenlerin varlığına, hatta gerekliliğine dikkat çekiyor.Dördüncü bir boyut kavramı paralel evrenlerin nerede olabileceğine ilişkin bazı ip uçları veriyor.Özellikle Einstein ‘ın bu tür evrenlerin karadelikler aracılığıyla nasıl birbirine bağlanabileceğine ilişkin bazı ön bilgiler ortaya koyduğu biliniyor.Aslında paralel evrenler bir dördüncü boyutta aynı uzayda aynı yerdedirler.Fakat araya bir zaman duvarı girmiştir.Paralel evrenler birbirlerine değmeden sonsuz tabakalar şeklinde bir kitabın sayfaları gibi üst üste dizilirler.Paralel evrenler ve kendi evrenimize ait farklı zaman tabakaları(Geçmiş, Şimdi, Gelecek) bu dördüncü boyutta birbirleri içerisine geçerek bir kitabın sayfaları gibi dizilmişlerdir.

Flatland 3 boyutlu oluyor

Flatland’i oluşturan iki boyutlu kağıt tabakasının üzerine ağırlığı olan bir nesne koyalım. İki boyutlu kağıt bu nesnenin ağırlığından ötürü hemen buruşacak ve şekli bozulacaktır.Dolayısıyla iki boyutluluğunu yitirecek, buruşuk bir yüzeyi olmasından ötürü, üçüncü bir boyut, yani derinlik kazanacaktır.Böylece bu yeni üç boyutlu mekanda kütleçekimi denen etki oluşacaktır.Flatland, çukurlaşmasına rağmen yine Flatland olmaya devam edecektir.Fakat şu farkla  ki, Flatlandliler bu kez meyilli bir yüzey üzerinde yolculuk yapacaklardır.Buradaki çukurlaşma, hemen akla bir karadelik getiriyor.Bir karadeliğin Flatland’de olduğu gibi üzerinde durabileceğiniz bir yüzeyi yoktur.Sadece nesneyi daha derinlere çeken olağanüstü bir çekim gücü vardır.Flatland’in bir karadeliğe yaklaştığını varsayalım, ne olacaktır o zaman? Flatland’in iki boyutlı evreni karadeliğin çekim etkisine girdiğinde, giderek küçülmeye ve bükülmeye başlayacaktır.Sanki bir huninin kenarlarından içeriye doğru, bir tünele doğru kayıyor gibi olacaktır.

Einstein-Rosen Köprüsü

Einstein ve yakın çalışma arkadaşı Nathan Rosen’in bu karadelik tünellerini matematiksel olarak kabül ettikleri ve inceledikleri biliniyor.Einstein ve Rosen, bu çalışmalarının sonucunda şaşırtıcı bie şey keşfettiler: Karadelik tünellerinin dibi yoktur.Burada, uçlarından birbirlerine bağlı iki huni söz konusudur.Birleştikleri nokta, tünelin ”boğaz” kısmını oluşturur.Dolayısıyla tünelin bir ucundan giren bir nesne, merkezdeki ya da boğazdaki olağan üstü çekimin etkisiyle, tünelin öbür ucundan dışarı fırlatılır.Öyleyse öbür yanda ne vardır?Öbür yan, yeni bir evrendir, ilkinden tamamıyla farklı bir evrendir bu! İşte bu iki evreni birbirine bağlayan tünele Einstein-Rosen Köprüsü adı verilir.

Dördüncü boyuta açılan tüneller

Einstein ileRosen’in bu konuya ilişkin çalışmaları, üç boyutlu evrenimizde bu türden çok sayıda tünellerin bulunduğunu vurgular.Bu evrensel tüneller dördüncü boyuta açılır.Yani bu da paralel bir evren demektir.Çoğu bilimkurgu yazarı, hatta bazı bilim yazarları, gelecekte uzay yolcularının Einstein-Rosen Köprülerini kullanarak bir evrenden diğer bir evrene( hatta bir zaman diliminden diğerine) sıçrayacaklarından söz ederler.Söz konusu teori güçlü olabilir, bu konuya ilişkin bazı karşı çıkmalar vardır.Albert Einstein ve Nathan Rosen, karadeliklerin, bir evrene, bizim evrenimizden başka bir yere ya da başka bir zamana açılabilecek kapılar olabileceğini öne sürdüler.Kuramsal olarak bu model kanıtlanabiliyor.Bu kuramsal uzay/zaman geçitlerine ‘’solucan tünelleri” adı verilmektedir.Diğer ismiyle   bu geçitlere ”Einstein-Rosen Köprüsü”  denmektedir.Bu geçitler sayesinde evrenin çok uzak noktalarına çok kısa zamanlarda seyahat etmek mümkündür.

Işık hızının aşılması gerekiyor

Sözgelimi Londra Üniversitesi matematik profesörlerinden   John C.Taylor şöyle diyor: ”Bu yerçekimi tarafından uygulanan güçle tek bir evrenin çiftleşmesi bilmecesidir.Bu etki bazı bilim adamlarını öylesine rahatsız etmiştir ki, son zamanlarda merkezden çok uzakta, hemen hemen düz oldukları zaman bu iki dünyanın sonunda birleşmeleri gerektiğini öne sürmüşlerdir.

Fakat biz, bu çok uzaktaki köprünün olması gerekip gerekmediğini bilmiyoruz.Böyle ikiz evrenler hiç görülmemiştir.Ayrıca bunun çok kolayca fark edilmesini de bekleyemeyiz.Çünkü merkezdeki son derece  şiddetli çekim alanlarından ötürü ezilip ölmeden, boğazı aşarak bir evrenden diğerine geçmek ancak ışıktan daha hızlı yolculuk yapmakla mümkündür.Işık hızının diğer tüm maddelere olan üstünlüğü, bir karadeliğin içerisinde bile kutsallığını koruyan bir durumdur.”

Beden dayanabilir mi?

Öte yandan paralel bir evrene geçmek için bir karadeliğin içine giren bir astronotun bedeninin bu giderek artmakta olan olağan üstü çekimine nasıl dayanacağı da ayrı bir sorundur.Çünkü astronotun üzerindeki çekim gücü karadeliğin merkezine yaklaştıkça artar.Eğer astronot karadeliğe dik olarak yani,  ayakları üzerinde güçlü bir çekim, karadeliğin merkezine daha uzak olan başında ise daha az bir çekim gücü söz konusu olacaktır.

Biz daha derine inince çekim gücünün astronotun bedeni üzerindeki etkisinin farklılığı daha da artacaktır.Bu akıl almaz farklılık onun bedenini uzatıp gerebilecek bir güçtedir.Gerçektende karadeliğe giren birisinin giderek artan çekimin etkisiyle boyca gerilip uzaması söz konusudur.

Görülebilir evrenin ötesi

Bugün kozmologlar evrendeki paralel evrenlerin varlığı üzerinde önemli çalışmalar yapıyorlar.Bazı bilim adamları evrenin ya da evrenlerin sadece ”görülebilir evrenden” ibaret olduğunu düşünüyorlar.Kuşkusuz bu görüş   ortaçağdan kalma ben merkezci bir yaklaşımdır.Bu yaklaşımla ne karadeliklerin, ne de paralel evrenlerin sırları çözülemeyecektir.

Diğer boyutlar

Yaklaşık 100 yıl önce Reverend Edwin Abbott, Flatland: Birçok Boyutların Çekiciliği adında bir kitab yazdı. Flatland iki boyutlu bir dünya idi.Burada çok çeşitli geometrik şekillerden oluşan varlıklar yaşıyordu.Flatland’ daki yaşam, gezegenin sakinlerinden biri olan ”kare” nin ilginç bir olay yaşadığı güne kadar son derece sakin ve sessizdi.O gün Flatland’a dış uzaydan bir şey geldi. Bu üç boyutlu vucudu olan bir küre idi.Fakat kare, bu ziyaretçiyi, Flatland anlayışı ile sadece kesit, yani bir ”daire” şeklinde gördü.Küre, karede bazı değişiklikler yaparak onu kendi üç boyutlu dünyasına götürdü.Bir zaman sonra kare, kendi gezegenine döndüğünde kimse ona inanmadı.Toplum dışı kabül edildi ve cezalandırıldı.

2 boyutlu dünyada yaşam

Bir Flatland’lı olamk nasıl bir duygudur? Kuşkusuz bizim dünyamız bize ne kadar gerçek geliyorsa, bir Flatlandlıya da kendi dünyası o kadar gerçek geliyordu.Herhalde o hep aynı düzeyde, ileriye, geriye ya da yanlara gidip geliyor olmalı.Fakat öte yandan ”yukarısının” ve ”aşağısının” onun için hiç hiçbir şey ifade etmediği de kesin. Zaten Flatland dilinde bu tür sözcükler de büyük ihtimalle yoktu.

Üç boyut insanı, kendi evrenine ilişkin bilgileriyle Flatlandlılar ilebir takım oyunlar oynayıp onları şaşırtabilir.Sözgelimi, eline herhangi bir cisim alıp Flatland’ın üzerine tutabilir.Cisme arkadan ışık verip, gezegenin üzerine onun gölgesini yansıtır.Bu şekilde oluşan, hızla şekil değiştiren görüntüler Flatlandlılar için oldukça korkutucu olacaktır.Bu durum kuşkusuz Flatland folkloruna da girecek ve bu ışık oyunlarından, ‘’sürekli şekil değiştiren ve birdenbire kaybolabilen olağanüstü bir yaratık” söz edilecektir.

Uçan daireler 4.boyuttan mı?

Fakat Flatlandlılar, bu tür bir olaya tanık olan arkadaşlarına pek kolay kolay inanmayacaklardır.Gerçek bir olay yaşamış olmasına rağmen onu hayal görmüşlükle ya da yalancılıkla suçlayacaklardır.

İşte, günümüzde çoğu uçandaire gözlemcisinin başına gelenler aşağı yukarı böyledir.Nitekim bazı araştırmacılar uçandairelerin ve içindeki yaratıkların, uzayın dört ve daha fazla boyutlu mekanlarından üç boyutlu dünyamıza yansıyan görüntüler olduğunu düşünüyorlar.Bugün, bu tür boyutların varlığı kabül ediliyor.Fakat sadece bunların nasıl mekanlar olduğuna ilişkin kuramsal tahminlerde bulunuluyor.

Sürekli değişen görüntüler

Flatland üzerinden küre şeklinde bir cisim geçtiği zaman, Flatlandlılar, onun sadece bir kesitini göreceklerdir.Bu, disk şeklinde bir kesittir.Bunun yerine, bir küp ise daha farklı görünümlere neden olur.Aynı şekilde dördüncü boyuttan bizim üç boyutlu dünyamıza gelen herhangi bir cisim ya da yaratık, çok farklı bir şekilde görülecektir.Tıpkı Flatland’da olduğu gibi, o da sürekli şekil değiştirecektir, aniden kaybolacak ya da ortaya çıkacak, hatta küçük parçalara bile ayrıldığı izlenimini bırakacaktır.

Üst düzeyde yaklaşımlar

Einstein, rölativite teorisinde eğimli uzay, zaman yolculukları ve karadelikleri ortaya koyuyor.Bu öngörülerin bazılarının doğruluğu ve geçerliliği onaylanıyor.Fakat bunlar o kadar üst düzeyde yaklaşımlar ki, birçok kişi tarfından tahayyül bile edilemiyorlar.

Reverend Edwin Abbott, Flatland adlı öyküsünde, daha yüksek boyutlardan gelen bir ziyaretçinin iki boyutlu bir dünyada neden olduğu karmaşayı ele alıyor.İki boyutlu Flatland dünyasında yaşayan varlıklar geometrik şekilliydiler.Bir gün üç boyutlu bir dünyadan bir varlık(küre) gelince, Flatlandlılar çok şaşırdılar.Çünkü onların dünyası iki boyutlu olduğu için kürenin sadece kesitini, yani bir daire görüyorlardı.Bu daire küçülüp büyüyerek hep şekil değiştiriyordu.Sonunda kayboldu.Flantland, üç boyutlu uzayda, katlanmış bir mekan olabilirdi.Bu bakımdan   yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi bir Flatlandlı(A) ile bir diğeri(B)aslında birbirlerinden çok uzakta bulunuyorlar(çizimde nokta nokta belirtilen).Eğer A’nın doğal yapısında üçüncü boyutu algılama yeteneği olsaydı B ile karşılaşabilirdi.O zaman bu olay onlar için bir Duyu Dışı Algılama(DDA) olacaktı.

Evrenin sonsuzluğu, üçboyutluluğun ötesi ve karadelikler yüzyıllardır bilim adamlarının ve sanatçıların zihinlerini meşgul etmektedir.Tasarlanan kuramsal modeller kimi zaman çok basit, bazense insan beyninin sınırlarını zorlayacak nitelikte olmaktadır.

İnsanın görüp algılayabildiği Evren, birçok görülmeyen paralel evrenden yalnızca biri olabilir mi?Gizemciler ve filozoflar sık sık böyle olduğunu ileri sürmüşlerdir.Bilim adamlarıysa, yakın zamana kadar bu görüşü araştırıp sınamanın bir yolu olmadığını düşünüyorlardı.Ama artık fizikçiler, başka evrenleri matematiksel olarak ”betimleyebilen” kuramlar geliştirmektedir.Hatta fiziğin bazı dalları, böyle evrenlerin varolduğu varsayımına dayanmaktadır.

Genellikle sanılanın tersine, paralel evrenler kavramı, doğrudan bilimsel terimlerle tartışılabilir.Bilim adamları içinde yaşadığımız evrene genellikle faydacı açıdan bakma eğilimindedirler.Evreni uzayın üç boyutunda yer alan fiziksel nesnelerin tümü olarak tanımlamaktadırlar.Böyle bir önerme, yalnızca üç boyutla sınırlı kalmaktadır.Tartışmalarda özellikle bu noktada odaklanmaktadır.Gerçektende, evrenimiz üç boyutludur: kendi evrenimizde bir nesnenin konumunu belirtmek için üç koordinat düzlemine(x, y,z) ihtiyacımız vardır.Evren aynı zamanda sonsuzdur da.Aşağıdan yukarıya, sağdan sola ve önden arkaya doğru uzanan üç doğru boyunca uzaklıklar ölçüldüğünde, bu doğrular uzayda sonsuzca uzatılabilir.Evrenin hiçbir ucu bulunmamaktadır.

Üç boyuttan daha fazlasıda olabilir mi? Matematikçiler, diğer boyutların anlamını kavramakta ve herhangi bir sayıdaki boyutlarda hesap yapmakta bir güçlük çekmemektedirler.Ama insanın üç boyutlu beyni için, diğer boyutların neye benzeyebileceğini kavramak olanaksızdır.Bir benzetmeden yararlanarak, konuyla ilgili kavramlar bir ölçüde açıklanabilir.Üçten az boyutu düşünüp kavramamız mümkün olmaktadır.Örneğin, uzaydaki tek bir nokta kavramını ele alalım.Nokta, hiçbir yönde bir uzanıma sahip değildir; dolayısıyla, matematikçi açısından noktanın boyutu yoktur.Bir doğru ise yalnızca bir yönde uzanır; uzunluğu vardır ama genişliği ve yüksekliği yoktur.Bir düzlem, örneğin bir kağıt üzerinde yer alan  herhangi bir çizimse, iki boyuta sahiptir.Hem uzunluğu  hem de genişliği vardır ama yüksekliği yoktur.Buna karşılık herhangi bir katı madde üç boyutludur; uzunluk, genişlik ve yüksekliğe sahiptir.

Tam bu noktada durmamız, yeni boyutlar tasarlamamız için bir neden olduğu söylenebilir mi? Kuşkusuz, kuramsal olarak dördüncü bir eksen çizmek mümkündür.Bu, aşağıdan yukarıya, sağdan sola ve önden arkaya uzanan eksenlerin tümüyle dik açı yapan bir doğru olacaktır.Ancak bu doğru, bizim evrenimizde olmayacaktır.;göremeyeceğimiz ve anlayamayacağımız bir boyutta uzanacaktır.Yine de, varolması mümkündür.

Üçüncü Boyut

Bir kağıt parçasının yüzeyinde yaşayan iki boyutlu varlıklar tasarlayalım.Bunlar, Edwin A.Abbott’un tanınmış romanı Flatlanddeki (yassı ülke) iki boyutlu evrenin sakinlerine benzeyecektir.Yassıülkeliler yalnızca iki boyutlu, sağdan sola ve önden arkaya doğru olan uzanımları bilebililer.Hareketleri de kağıdın yüzeyinde yapılabilecek hareketlerle sınırlıdır.Görme algısı için de aynı sınırlılık söz konusudur.Yassıülkeliler üçüncü boyut (aşağıdan yukarıya)hakkında hiçbir şey bilmezler, hatta bunu tasarlayamazlar bile.Bir yassıülkeli, kendisinden sağdan sola ve önden arkaya uzanımlara dik açı yapacak bir çizgi çizmesi istendiğinde, kağıdın yüzeyinde yer almayan böyle bir doğrunun yönünü kestiremeyecektir.Eğer üzerinde yaşadıkları kağıt sonsuz büyüklükteyse, yassıülkeliler de doğallıkla, kendi iki boyutlu evrenlerinin varolan her şeyi kapsadığını düşüneceklerdir.Bu evrenin altında ve üstünde, üçüncü boyutta da bizim üç boyutlu uzayımız olduğunu düşünemezler.Oysa biz, üç boyutlu bakış açımızla, yassıülke evreninin, gerçekliğin ancak küçük bir parçasını oluşturduğunu görebiliriz.İki boyutlu bir evrenden daha fazlasının da varolduğu, bizim için bilinen bir şeydir.Birbirine paralel olan ve birbirinden tümüyle habersiz olarak iki ayrı yassı ülke evreni varolabilir.Aslında, tıpkı bir kitabın sayfaları gibi, herhangi bir sayıda, üst üste yığılmış yassıülke evreni bulunabilir.

Bu benzetmeyi sürdürerek, her biri sonsuz büyüklükte ama dördüncü boyutta birbirinden ayrılmış olarak bulunan birden fazla üç boyutlu evrenin olabileceğini söylemek de mümkündür.Bir yassıülkelinin üçüncü boyutu anlayamaması gibi, insan aklı da böyle bir şeyi sezgisel olarak, doğrudan kavrayamaz; ama bu olasılığın ileri sürülmesini sağlayan çıkarsama da ikna edicidir.Dördüncü bir boyutun(hatta bir beşincinin, altıncının ve daha fazlasının) varolduğundan kuşku duymak için hiç bir mantıksal neden yoktur.Bu durumda, dördüncü boyutta paralel evrenlerin bulunabileceğini de kabul etmek gerekir.

Ancak, her ne kadar paralel evrenlerin varolması mümkünse de, eğer bunlarla etkileşim kurulamaz ya da haklarında hiç bir bilgi edinilemezse, bu düşünce felsefi bir kavram olarak kalmak zorundadır.Ama Einstein’ın genel görelilik kuramı, paralel evrenleri birbirine bağlayan ”köprülerin” olabileceğini ön görmektedir.Genel görelilik, karmaşık bir kuramdır.Çekim gücünü, uzayı ve zamanı içerir ve bunların iç içe geçmiş olduğunu gösterir.Bu kurama göre bir çekim alanı, uzayda bir kıvrılma yaratır.(Einstein’ın genel görelilik kuramına göre, kütlesi olan her cisim uzay-zamanın eğilmesine yol açar.)Üç boyutlu uzay, dördüncü boyutta doğru kıvrılır.Yassıülke benzetmesi, bu yaklaşıma da  açıklık getirebilmektedir.Çekim gücünü ele almak için, yassıülkeyi oluşturan kağıt tabakasının yerine, gerilebilen ve biçim değiştirebilen çok ince bir lastik tabakasını geçirebiliriz(Bu lastik tabaka iki boyutlu bir uzay/zaman çerçevesini temsil eder).Einstein, çekim gücüne sahip ve ağırlığı olan bir nesnenin bulunduğu bir yerde, bu tabakanın buruşacağını ve aşağıya, yani üçüncü boyuta doğru gerilebileceğini ileri sürmektedir.Böyle bir durumda lastik tabaka  çukurlaşarak bir kıvrım yapar ama bu eğrilik ve onu yaratan kütle,  yassıülkeyle tamamen bağlarını koparmaz  yine yassıülke’nin boyutsal çerçevesine bağlıdır.Bundan dolayı yassıülkeliler de bu eğimden aşağıya inebilirler.

Karadeliğe doğru

Aşağıya,  üç boyutlu bir uzaya doğru derinlik kazanımı yönünde çıkıntı yapan, çukur biçimindeki bu yassı ülke kıvrımlarının her birinin en uçta kaçınılmaz birsınırı vardır: kıvrıma neden olan çekim gücünün kaynaklandığı yıldız ya da gezegenin yüzeyi.Ama bu kaynak, bir yıldız ya da gezegen yerine, tüm cisimlerin en büyük çekim gücüne sahip olanı, yani bir karadelik de olabilir.Bir kardeliğin, başka bir cismin üzerinde durabileciği bir yüzeyi yoktur.Çekim gücüyle, herhangi bir cismi sürekli içeriye doğru çeker.Karadeliğin içinde kıvrılma öyle şiddetlidir ki, lastik tabaka tıpkı delinmiş gibi bir biçim değişikliğine uğrar ve yassıülkeden üçüncü boyuta açılan bir tünele dönüşür.Bir karadeliğe düşen şanssız yassıülkeliler de, bu tünelden aşağıya doğru çekilecekler ve kendi evrenlerinden ayrılmak zorunda kalacaklardır.

Albert Einstein ve onunla birlikte çalışmış olan Nathan Rosen, karadelik tünellerini matematiksel olarak incelemişler ve şaşırtıcı bir buluş yapmışlardır: tünel, sonsuzca uzayıp gitmemektedir.Bir noktadan itibaren yeniden genişleyerek, başka bir evrenin parçası  haline gelmektedir.Yani iki ayrı yassıülke evreni, bir Einstein-Rosen Köprüsü’yle birleştirilebilir.Bu köprü bir evrenden bir karadelik halinde düşmekte, burada uzayın biçimi bozulacak bir huniye benzemekte sonra da ters dönmüş bir huni halinde başka bir evrene açılmaktadır; iki evren de dar bir tünelle birbirine bağlanmıştır.Yassıülkeli bir astronot bir karadeliğe düşerse, beyaz delikten geçerek başka bir evrene ulaşacaktır.

Einstein ve Rosen’ın hesapları, bizim üç boyutlu evrenimizdeki bir karadeliğin içinde neler olacağını da betimlemektedir.Burada da dördüncü boyuta açılan benzer bir tünel vardır.Evrenimizdeki bir karadeliğe düşen bir astronot, sonunda başka bir evrene çıkabilecektir.Başka evrenler düşüncesi yalnızca felsefi bir soyutlama değildir; bizim evrenimize dördüncü boyuttan köprülerle bağlıdırlar.

Birçok bilimkurgu yazarı, hatta bazı bilim adamları da, gelecekte astronotların Einstein-Rosen Köprüleri aracılığıyla gerektiğinde bir evrenden diğerine sıçrayacaklarını tasarlamışlardır.Ancak bu kuram oldukça sağlamsa da, pratiğe ilişkin güçlü itrazlarla da karşılaşmıştır.Her şeyden önce, diğer tüm cisimlerle de olduğu gibi, bir karadeliğe yaklaşıldıkça çekim gücü artar.Ayak üstü düşmekte olan bir astronotun ayaklarındaki çekim gücü, başındakinden daha büyük olacaktır.Bu kuvvetler arasındaki fark çok fazla olacağından, astronot daha karadeliğin kenarına, yani dış etkileme sınırına bile varamadan vücüdu gerilip parçalanır.

Bizi evrenin diğer noktalarına iletebilecek yüksek güçteki çekim merkezleri (çekimsel hortumlar/tüneller) galaksilerin merkezinde bulunabilir.Dolayısıyla, evrenler arasında yolculuk yapmak isteyen bir astronot, bunlardan birine ulaşmak için uzayda çok uzun bir yol katetmek zorundadır.30.000 ışık yılı uzağımızda, Samanyolu’nun merkezinde de böyle muazzam ağırlıkta bir karadelik olabilir.Ama eğer yoksa, karadelik araştırmasını sürdüren astronotun, uygun bir galaksi bulmak üzere milyonlarca ışık yılına varan bir yolculuk daha yapması gerekecektir.

Karadeliğe vardıktan sonra da sorunlar bitmemektedir.Einstein veRosen, Einstein’ın çekim gücü kavramına dayanarak, en basit hesapları yapmışlar ama pek çok ayrıntıyı dışarda bırakmışlardır. Ne yazık ki daha sonraki hesaplamalar, bu ayrıntıların son derece önemli olduğunu ortaya koymuştur.Delikte, huninin tünele dönüştüğü iç etkileme sınırında iki yok edici etkiyle karşılaşılmaktadır.Bir karadeliğe düşen astronot yerçekiminin ezici baskısı altında atomlarına ayrışarak dağılır.Buna göre evrenler arası yolculuk imkansız görünmektedir..

Geçmiş ve Gelecek

Karadelik, sadece uzayın geometrisini bozmakla kalmıyor, zamanın akışında da sapmalara neden oluyor. Son hesaplamalardan anlaşıldığına göre, uzay ve zamanın karmaşık yapısı da karadeliğin ”olay ufku” (iç etkileme sınırı) içerisinde çarpıklaşmadadır.Uzay ve zaman çerçevesi bu noktada bükülüp bozulmaktadır.

Kardeliğin ezici çekim gücünü aşarak deliğin diğer tarafına geçmek pek olası görünmesede, bilim adamları, Einstein’ın denklemlerinden yararlanarak, başka evrenleri matematiksel olarak betimlemektedirler.Genel görelilik kuramı, başka evrenlerin varolmasının mümkün olduğunu belirtmekle yetinir.Oysa fiziğin diğer bazı dalları, bunların varolması gerektiğini ileri sürmektedir.

Fiziğin diğer büyük dalını oluşturan kuantum kuramı, maddenin enküçük bileşenlerini ve bunların davranışlarını betimler.Kuantum oldukça karmaşık bir kuramdır;ama  paralel evrenlerle ilişkisi kabaca özetlenebilir.Gündelik yaşamımızı sürdürürken her karar alışımızda çok küçük bir düzeydede olsa, evrenin geleceğini etkilemekteyiz. Her karar bir yol ayrımında yapılanseçime benzer, bütün bir mümkün gelecekler dizisini bir kenara bırakır.Seçilmeyen yolun varolmaya devam etmesi, bir anlamda onun da aynı ölçüde ”gerçek” olması mümkün müdür?Bu yol, kendi evrenimizdeki seçmiş olduğumuz yoldan farklı bir geleceğe sahip olarak, başka bir evrene açılıyor olabilir mi? Her karar alışımızda bir yol daha olmakta ve mümkün bir evren bizim evrenimizden bir ağacın ayrılan dalı gibi kendi zaman şeridini yaratarak ayrılmaktadır.Şu anda da, bizimkiyle ‘yan yana’  pek çok evren olmalıdır.Bunlardan, dördüncü boyutta bize en ‘yakın’ olanları, fazla farklı değildir; yakın geçmişte alınan kararlardan kaynaklanmışlardır.Daha eskiden alınan kararlarsa, bizimkinden giderek farklılaşmış  evrenlerin ayrılmasına yol açmışlardır.

Evreni bir bütün olarak inceleyen kozmologlar, bir süreden beri paralel evrenler olabileceği düşüncesini ciddiye almaya başlamışlardır.Paralel evrenlerin doğa yasaları bizim için tümüyle yabancı olabilir.Hatta kimi paralel evrenlerin bizimkine çok benzeyen çekim yasalarını gerektiren Einstein-Rosen  köprüleri bile, bu evrenleri bizim evrenimize bağlayamaz.Bize kavrayamayacağımız kadar yabancı kalmaktadırlar.Bilim henüz o evrenleri betimleyecek düzeyde değildir.

Modern bilimsel buluşlar, paralel evrenlerin mümkün hatta zorunlu olduğunu ortaya koymuştur. Dördüncü boyut kavramı bunların ”nerede” olabileceğini belirtmekte. Einstein’karadelik üzerine çalışmaları da paralel evrenlerin Einstein-Rosen köprüleriyle nasıl birbirine bağlanabileceğini göstermektedir.Sonsuz sayıda iki boyutlu evrenin görsel olarak  tasarımlanabilmesi gibi, birden fazla üç boyutlu evren de olabilir.Bunların her biri sonsuz büyüklüktedir ama bir dördüncü, hatta beşinci boyutta birbirlerinden ayrılırlar.Bizimkiyle birlikte varolan ayrı bir dünya kavramı, uzayda bir dördüncü boyutu gerektirmektedir.Ama üç boyutlu beynimizin böyle bir kavramı görsel olarak tasarımlaması olanaksızdır.Bilim adamları böyle bir modelden yararlanarak, büyük ölçüde biçim bozulmasına uğramış bir uzay parçasıyla birbirine bağlanan paralel evrenleri kurgulamaktadır.Belkide bu olası paralel evrenler bir kitabın sayfaları gibi birbirlerini dikey bir açıda keserlerken kendi evrenimizin geçmiş ve geleceğine ait zaman/uzay sayfaları’da bizim uzayımıza yatay bir açıda dizili olabilirler.Belkide bu farklı ‘zaman sayfaları’ paralel evrenlerle birlikte aynı doğrultuda birbiri içerisine girmiş bir şekilde 4. boyutta asılı durmaktadır.

Yıldızlararası Tüneller

Bazı bilim adamları karadeliklerin, geleceğin yıldızlararası tüelleri, hatta belki de zaman makineleri olabileceğini iddia etmektedirler..Devamlı dönen bir karadeliğe giren bir uzay gemisi onun karanlıkrında kaybolup gidecektir.Hiç değilse bu uzay gemisini dışarıdan gözleyenler için  durum böyledir.Ama eğer geminin ekibi merkezdeki tekilliğe çekilip ezilip gitmekten kurtulabilirse, belki de gemi tünelde yoluna devam edip, sonunda bir başka galaksi ya da bir başka boyutta farklı bir evrende yeniden ortaya çıkacaktır.Bu kuramlara göre kaşifler bu yeni evrende bir başka tünele dalıp, yine bambaşka bir evrene ulaşabilirler.Sonunda bizim evrenimize de geri dönebilirler.Bu   durumda uzayın herhangi bir noktasında ve geçmiş ya da gelecekte herhangi bir zamanda ortaya çıkabilirler.

kaynak: zamandayolculuk.com/cetinbal/PARALELEVRENLER.HTM

Zaman ve İzafiyet Teorisi

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 20th, 2008 | by admin | no comments

ZAMAN NEDİR?

Zaman, iki hareket arasındaki süredir. Hareket ve maddenin nesnel hali zamanla belirir. Zamanın olmadığı yerde , nesnellikte yoktur! Bu nedenle zaman cismin kesinlikle belirleyici faktörüdür. Hareketin hızı zamanın da hızıdır. Görelilik ve kuantum varsayımlarına göre zaman ile uzay birbirleriyle doğrudan ilişkili ve bağlantılıdır. Zaten zaman ile uzay birlikte anlamlıdır. Biri olmadan diğerinin olması mümkün değildir. Bunu şöyle özetleyelim : elektrik yükünün çevresindeki elektrik alanı , o elektrik yükünün bir bağlantısıdır. Tıpkı bunun gibi geometri ile kinamatik ‘den oluşan eğri yada düz uzay-zaman metrik alanı da özdeğin (maddenin) bir bağlantısıdır. Elektrik yükü olmadıkca, elektrik alanı nasıl olmaz ise ; maddesiz bir ” metrik alan”, eş anlamıyla ” uzay-zaman ” da varolamaz. uzayla zaman, düşünsel tasarımlar değil , maddesel nesnenin içinde bulunan nesnel zaman-uzay madde somutluğundan oluşmuş bir bütündür. Böylece uzayın boyutları kadar zaman boyutunun kendiside uzay boyutlarının bir devamı niteliğinde bir nesnel uzam boyutu olarak varolmaktadır. Madde özünde ışıma kuatlarından oluşma bir yapıdır. Bu ışıma kuantları kendilerini özde zamansal bir varoluş olarak, bir frekans olarak bir zaman yapısı olarak ortaya koyarlar. Zaten Birleşik Alanlar Teoreminin özündeki ana fikir ‘de ışık kuantları düzeyinde elektrik alanı - manyetik alanı ve gravitasyon alanlarını tek bir alan yapısı altında formüllemekten başka bir şey değildir. Bu ise elektro-gravitasyon alanı denebilecek yeni bir alan anlayışını öngörecektir. Eğer elektrik- manyetik ve gravitik alanlar içerisinden zaman kayması -boyut değişimi hadiselerini açıklayabilirsek bir Birleşik Alan Kuramı anlayışına sahibiz demektir.

Einstein izafiyet teorisini ortaya attığından bu yana, fizikçiler dünya üzerinde dört boyut bulunduğunu kabül ediyorlar.(Hatta yerçekiminin kendisi bile üç boyutlu uzayın bir dördüncü boyuta doğru eğim yaparak bükülmesidir.)O zamana kadar bilinen ve kabül gören üç boyut olan uzunluk, yükseklik ve genişliğe ek olan diğer fiziksel boyut ise zaman olarak biliniyor.Matematiksel olarak da kabül gören 4′üncü boyut, diğer üç boyuta eşit değer taşıyor.Ancak insanlar dünya üzerinde üç boyutta, her yönde hareket edebiliyorlar yani, yukarı ve aşağı, sola ve sağa, ileri ve geri. Ancak zamanda sadece ileri doğru hareket edebiliyorlar, zamanda geriye doğru hareket hiçbir zaman gerçekleşmiyor.Fakat fizik kanunlarında, zamanın geriye doğru hareket edemeyeceğini söyleyen bir kural mevcut değil.Zaten Einstein’in bu konuda ispatladığı hareket denklemi de zaman geriye döndürüldüğünde gayet iyi çalışıyor.Ancak henüz hiç kimse zamanda geriye seyahat etmeyi başaramadı.

İzafiyet Teorisi nedir?
Tam Türkçesi ”Görecelik Teorisi” olan izafiyet teorisi üç bölüme ayrılır.Bir bölümü çeşitli hızlardaki araölar veya maddelerde geçen zamanın, uzay-zaman içinde değişik konumlarda bulunan gözlemcilere göre ”göreceli” olduğunu varsayan bir teoridir.Ünlü fizikçi Einstein, sonlu ve eğrisel olduğunu düşündüğü evrenin dört boyutlu olduğunu, dördüncü boyutun zaman olduğunu ileri sürmüştü.Mesela ışık hızına yakın bir süratle giden bir uzay gemisini, dünyada ikizi bulunan birinin kullandığını varsayalım.10 yıllık bir seyahate çıkıp dünyaya geri döndüğünde, uzay gemisini kullanan ikiz, dünyada kendisini bekleyen ikizinden daha genç olarak dünyaya ayak basacaktır.Uzay gemisini kullanan ikiz ışık hızına yakın bir süratle hareket ettiği için, onun saatiyle on yıl , dünyadaki kardeşinin saatiyle 15-20 yıl olabilecektir.

Zaman, değişmeyen değişimler bütünüdür!

Diğer bir tanıma göre: …Pekala, bakın siz insanlar zamanı doğrusal (lineer) biçimde algılıyorsunuz. Zaman aslında doğrusal değildir.Bilmelisiniz ki zaman, uzay gibi eğrilebilir-katlanabilir-genişleyebilir, daraltılabilir bir yapıdır.Zaman çok esnek ve çok boyutlu olan plastiksi bir akımdır(eğer onu doğrusal bir akış gibi görürsek). Ve zaman üstüste bindirilip katlanabilir bir yapıdır. Bir zaman noktası bir frekans yapısında olup başka zaman frekanslarıyla senkonize biçimde örtüştürülüp çakıştırılabilir.Bir bakıma zaman, toplumumuzun onu ölçtüğü gibi doğrusal biçimden çok daha farklı ve karmaşık olan bir şeydir.

”Zaman Makinesi ” romanında bile H.G. Wells, zamanın dördüncü boyut olduğunu ve nasıl balonlarla iki boyutlu yer düzleminden kurtulup bir üçüncüsünde gezebiliyorsak, zaman makinesiyle de dördüncü boyut olan zamanda dolaşılabileceğini söyleyerek zamanın ve yolculuğun esaslarını anlatır.

Zaman kimilerine göre kendi üstüne doğru bir sarmal çizerek geleceğe ve geçmişe uzanan sonsuz bir sarmal yapıdadır(Zaman akımı salyangozun eğri sarmal çizğileri gibi kendi üstüne bükülüp kapanarak sonsuza uzanan çizğilermidir?). Zamanı daha iyi tanımlayabilmek için bir kutu içindeki bir filim rulosunu düşünün. O ruloda birbirinden ayrı kareler(zaman çerçeveleri) içinde görüntüler vardır.Tüm zamanları içine alan ‘’sonsuz şimdi” ye bir rula halinde baktığımızda, böyle ayrı ayrı zaman dilimi çerçevelerinin olduğunu görmek kolaydır.Bununla birlikte eğer onlardaki sürekliliği anlamak isterseniz, dördüncü boyutta duran bu üç boyutlu filim rulosunu bir projektörden geçirmek zorundasınız.Böylece dördüncü boyut üstünde hareket eden bilincinizin bir tür projektör olduğunu söyleyebiliriz ve o filim kareleri ister geçmişinize ait olsun, ister bu yaşamınıza ait olsun ister gelecekteki görüntülere ait yaşamlar olsun, o filim rulosundaki karelerden birine her ne zaman bakarsanız, o çerçeve içindeki donmuş resmi görebilirsiniz.Ancak, sürekliliği görmek isterseniz, filim rulosundaki her bir karenin birbiri ardına başından sonuna dek dördüncü boyut doğrultusunda ilerleyen bilincimizin üstüne yansıtılarak göz önünden geçirilmesi lazım.Fakat zaten tüm zaman kareleri(zaman dilimleri)nin hepsi o filim rulosunda mevcuttur.

[…Bir çok kez ben şimdiden söz ederken, bu ”şimdi” sizin için çok daha ileri bir tarihte yaşanacaktır. Ben bir dördüncü boyut varlığı olarak üçboyutlu olayları hepsi aynı anda oluyormuş gibi görürüm. Yaşanan olaylar dizisi sizin için bir yol boyunca doğrusal bir yer işgal etmiştir. Sizin bu kavramı hemen kavramanızı bekleyemem, ama size bu konuda basit bir benzetme sunabilirim: Eğer elinize bir sinama filminin rulosunu alırsanız, o bakıldığında doğrusal zamanın bir kronolojisini temsil edecektir. Ancak o sizin elinizdeyken, potansiyel zamanın tümü aynı anda sizin elinizdedir; onun tümü şimdi’ dedir.Filmin yirmibeşinci dakikasında ne olabileceği hakkında konuştuğunuzda, onu görmek için yirmi beş dakika beklemeniz gerekmez. Bir başkasının geçmişinin olduğu gibi, geleceğinin o bölümü de şimdi sizin elinizdedir.Bu bakış açısında ”zaman” kapalı dairesel bir realite olarak karşımıza çıkar.]

Zaten kendi evrenimizin boyutları içerisinde zaman fenomeninide içerisine alacak bir Birleşik Alan Kuramı sonucunda üst boyutlara geçebilmek ve başka zaman yada uzay noktalarına geçit verebilecek fizik dinamiklerindede değişmeler yaratabilecek bilgiye sahip olmuş oluruz. Zaman yolculuğunun mümkün olması için klasik anlamda lineer olarak düşündüğümüz sürekli /kesintisiz bir zaman çizğisi anlayışı yerine, zaman çizğisini oluşturan her bir noktasal AN ‘ ın birbiri ardına sıralanmasından oluşmuş kesikli bir zaman çizğisi anlayışını kabül etmeliyiz. Yani zaman akışı sürekli bir akış değil kesikli /titreşimli bir akıştır. Her bir AN bir dalga vuruşunu ifade eder. Aslında zaman ‘ ın fizik yapısıyla ışık enerjisinin fizik yapısı arasında doğrudan benzer bir ilişki vardır. Bu gibi zaman akımının kendiside hem dört boyutlu bir bakış açısında kendi içinde kesiksiz bir bütünlüktür. Hemde üçboyutlu bir bakış açısı içerisinde parçacıklı / kesikli bir akıştır. Bu durum ışıgın bir parçacık akımımı yoksa sürekli bir dalga akımımı olduğu sorusuyla benzer bir tartışma sorusudur. Hatta aynı meselenin bir diğer şeklidir desekte yanlış olmaz. çünkü zaman akımı ışık enerjisiyle fiziksel ve matematiksel bir bağa sahiptir. Hareket, zaman ve mekan içinde tanımlanır. Zaman ise mekanı (uzayda bir noktayı) temsil eden enerji dalgasının dördüncü boyut çizğisi boyunca yer alan önceki ve sonraki salınım değerlerinin bir toplamıdır.Geçmiş - gelecek ve şimdi olmak üzere üç zaman dalgası vardır.

Bu üç zaman dalgası bir dördüncü boyut uzayında yanyana gelirler. Üç boyutlu uzayda ise farklı zaman boyutları iç-içe geçmiş yada üs-üste binmiş frekanslar manzumesi olarak algılanır. Zamanın bir çok tanımı vardır. Peki ZAMAN ‘ın bir alt sınırı, yani elemanter bir zaman varmı dır? Enerjiyi kuantlaştırabildiğimize göre evrendeki sinyallerin maksimum bir hızı olduğuna göre bu gayet mantıklı bir sorudur. En kısa zaman var mıdır? sorusu, sinyallerin yayılma hızının sınırlı oluşu yüzünden, en kısa mesafenin var olup olmadığı sorusuyla aynı şeydir.

En kısa zamana en yüksek frekans tekabül ettiğinden, en kısa zaman sorusu, aynı zamanda enerji kuantumu için bir tavan değeri olası gerekir. Ve bu en yüksek frekans değeri ışık hızında titreşen bir foton noktasını temsil eder.Ve foton lineer hız olarak(ışık hızı) zamanın akış hızıyla eşdeş bir hıza sahiptir eğer bir foton hız frekansı olarak yaklaşık 12,3 x 10 * üzeri 22 Hz / sn ‘lik bir titreşim hızına erişir ve bu frekansın ötesine geçerse bizim boyutumuzu terk eder. Yani bir üst boyuta bir üst hız frekansı denen başka bir zaman akış hızı içerisine girer. Işığa ait dalga boyunun kısalmasıyla ışığın frekansıyla doğru orantılı olan enerji değeri de büyür.Kısaca dalga uzunlığunun giderek kısalması ile enerji değeride giderek yükselir. Ve ışığın en yüksek titreşim hızı olan ışık hızına karşılık gelen yüksek frekans düzeyinde ışık vibrasyonları en yüksek hızda titreşirler ve en yüksek enerji değerine ulaşırlar. Ve bu enerji düzeyi bizim boyutumuzun kuantum enerji düzeyini simgeler. Bu enerji duvarının bir frekans sıçraması ile aşılması ile bir başka kuantum enerji düzeyini ifade eden bir üst boyutun kuantum enerji havuzuna yani üst evrene geçmiş oluruz. Nasıl ‘ki enerjinin kendi içerisinde frekanslar şeklinde kuantum enerji fazları şeklinde geçişler varsa boyutsal düzlemler arasında da enerji yasalarına dayalı bir geçişten bahsedebiliriz. Ve bu yeni boyutta en kısa zamanın genişliği bizim boyutumuzun iki katıdır.Bir foton yada ışık dalgası ışığın hız duvarını üç boyutlu uzayda lineer bir yayılma hızıyla geçemez. Ama bir dördüncü boyut doğrultusunda açılım gösteren ışığın iç titreşim hızı sayesinde yerinde titreşimler şeklinde bir hızlanmayla ışık titreşimleri kendi yayılma hızını(ışık hızını) aşarak bir üst uzaya sıçrayabilir.Böylece üçboyutlu küresel bir enerji havuzu oluştururcasına yayılan ışık dalgası bir dördüncü boyuta doğru saparak ortadan kaybolur. Ve bir foton bu hızı aşarsa kendini geçmiş ve geleceğe doğru yayarak zamanda sıçramalar yapar.

KUANTUM ALAN KURAMI: Bir kaç cümle ile kuantum alan kuramı şöyle anlatılabilir: Kütle ve enerji Einstein ‘ın E= m.c2 formülüne göre birbirine çevrilebilir. Boş uzay gerçekte o kadar da boş değildir( casimir etkisi). Saniyenin 10 milyar kere tirilyonda biri (10* üzeri 22) süresince ortaya çıkıp kaybolan parçacıklarla doludur. İki temel parçacık aralarında kuantum alanını ileten parçacık yani” kuantum alanının kuantumu ”( Aslında bir parçacıgın alansal yapısını yine bir parçacık cinsinden elemanter parçacık kümeleri etkisi ve dağılımıyla açıklamak bir paradokstur) alış verişi yaparak etkileşirler. Bu yorumla boş uzayda bile parçacık karşıt parçacık çiftlerinin sürgit kendiliklerinden oluşup - yokolmaları (vakum çalkalanmaları) açıklanabilmektedir. Kuantum alan kuramında parçacıkların (proton, nötron,elektron,pozitronlar, mezonlar…) kuantum vakumunda nasıl ortaya çıkıp kayboldukları henüz tam olarak anlaşılmış değildir. Ama Einstein’ ın genel görecelik ve Maxwell ‘in elektromanyetik kuramları çerçevesinde salt uzay-zaman levhasındaki mikroskopik noktalarda meydana gelen bükülmelerin atom altı ölçeklerde yeni parçacıkların oluşmasını sağlayabileceğini biliyoruz. Bu bağlamda kuantum kuramının genel görecelik kuramının ayakları üstünde durduğunu söylemek yanlış olmaz. Peki ama salt uzay-zaman levhası nedir. Işığın içerisinden yayıldığı ortam tam olarak nedir. Işık gerçekten bir şey içinde mi yayılır. Yada zaman ve uzayın çizgileri ışığın elektromanyetik alansal çizğilerinin bir ifadesimidir? kuantum alan kuramı; ışık fotonlarının yada dalgalarının yada elektron, proton, nötron.. gibi atom parçacıklarının ortaya çıkış ve kayboluş süreci hakkında tam bir fikir sahibi olmasada bu iki süreç arasında her tür parçacığın saçınıp dağılması esnasındaki devinim süreci boyunca bu parçacıklara ait davranışların bir dizi olasılık hesapları (kuantum dalga fonksiyonu) cinsinden ifade edilmesine yarayan matematiksel bir teknik dildir.

Eğer Zaman ve Işık üzerine tam bir bilğiye sahip olsaydık uzay/zaman da solucan deliklerini, boyut değiştirmeyi, karşıt yerçekimi dalgalarını, zaman kayması fenomenini, zaman yolculuğunu tam olarak anlayabilirdik. Ve uzay gemilerimizi ışık hızı ve üstü hızlarda zaman akımları boyunca yürütebilirdik. Uzay/zaman’ın düz çizğilerini istediğimiz gibi eğip -bükebilirdik. Boşluk dediğimiz alana hayali mikroskoplarımızı yöneltip baktığımızda orda bir ışık frekansı havuzunu görecektik. Mikroskopun görüş gücünü arttırdığımızda karşımıza salt uzay/zaman çizğilerine bürünmüş elektromanyetik bir köpük çıkacaktı ! Ve bu boşlukta bir var olan bir yok olan parçaçık bulutuyla karşılaşacaktık. Bu durumda kendimize sorarız ”bir şeye ne zaman tam olarak parçacık denir ve ne zaman bu parçacıklar boş uzayın bir ögesi olarak ele alınabilir ?” İşte fiziğin tüm gizemi bu atom altı ölçekteki dünyada gizlidir. Tam bu noktada ‘alan’ parçacığa, parçacık ‘ta alan ‘a dönüşür. Ve uzay-zaman çizğileri birbirine karışır. Kuantum köpüğünde, kuantum fiziğinin denklemleriyle genel görecelik denklemleri birbiri içerisinde eriyerek tek bir ”etki kuantumunun” gizli ve derin yapısını anlatan yeni bir denkleme dönüşür.Bu yeni denklemler parçaçıkları; üçboyutlu uzay-zaman kafes çizğilerinin bir dördüncü boyut doğrultusunda kendi üstüne çöküp girdaplaşarak oluşan üçboyutlu küresel ışık vorteksleri olarak tanımlar. Bu durum enerjinin maddesel bir parçacığa dönüşmesidir.Buna göre bir parçacığın yok olması o parçacığı oluşturan ‘kendi üstüne düğümlenen uzay-zaman çizğilerinin’ açılıp serbest kalması anlamına gelir.Bu bir başka anlamda maddenin enerjiye çevrilmesidir. İyi ama bu durum kendi uzay yada zaman boyutumuzun dışına çıkmak anlamına gelmez! Peki bir parçacık orijinal haliyle zaman-uzayın kapalı çizğileri boyunca nasıl yerdeğiştirebilir.Parçacıkla birlikte parçacığı yansıtan uzay-zaman çerçevesini kesip başka bir uzay-zaman çerçevesi ile kaynaştırıp birleştirmek nasıl mümkün olabilir.Belli büyüklükteki bir parçacık için kuantum vakumu dalgalanmaları hissedilmeyecek kadar zayıftır.Böyle bir parçacık kendi çevresindeki uzay-zaman kafesini bozup yönlendirerek kendisini yerçekimsel bir dalga üstünde uzay-zamanın kafes çizğileri boyunca sörf yaparcasına kaydırıp sevk edebilir.

Işığın davranışını anlamak için hiperuzaya ve yüksek boyutlara açılmaktan başka çare yoktur. Benim araştırmalarım göstermiştir ‘ki ışık enerjisi uzayda yer işgal eden ve uzay dan ayrı bir dalga formu değildir. Işık enerjisi uzay dokusu yada alanı denebilecek vakum enerjisinin kendisidir. Yani buna göre ışık, uzayda yayılan bir şey değildir. Işık, zaman akımı boyunca uzaysal enerji dokusunun ”kaynatılarak köpükleştirilip dalgalar biçiminde” geçen zaman içerisinde uzayda yayılıyormuş gibi gösterime sokulan bir zaman dalgalanmasıdır. Işığın yayılması, üç boyutlu enerjinin kendini üst boyuta doğru( kendi boyutunu) açarak kendisini titreşimler biçimde uzatıp-açarak-genişleterek- enerjinin sürdürülen hareketi biçiminde kendisini bir zaman akımı olarak -göstermesinden ibarettir. Zaman akımı ve ışığın yayılması -içsel titreşim döngüsü- arasında bir bağlantı vardır.Bu formüle edilebilirse zaman akımının fiziksel bir gerçek olduğu ortaya konulabilir. Işık enerjisinin iç titreşim modlarına doğrudan bir etki ile fiziksel olarak zaman akımını yavaşlatmak hızlandırmak yada zaman akımının ilerisine ve gerisine doğru uzay/zaman da bükülmeler yaratmak olası hale gelir.

Bu kuramın kuantum biçimindeyse kabaca uzayın her noktasında bir kuantum harmonik osilatörü bulunur. Ve bu ”nokta” zaman ‘ la özdeşleştirilebilecek bir parametredir. Zamanın akım hızı ve bu harmonik osilatörün temel ışık hızıyla özdeş hız frekansı birbirine senkronizedir. Enerji ile zaman ilişkisine dair zamanın, enerjinin üretilme ”ritmi” ne daha doğrusu enerjinin kendi değerini aynen-tekrarlama (yani kendini aynen-yeniden- üretme) frekansına bağlı olduğunu bilmeliyiz. Alan, her yere dağılmış fiziksel bir sistem olduğu için, her noktada aynı dalga frekansı ”f ” geçerlidir; böylece her noktada (uzay-zaman noktası) enerjileri h x f ‘ nin tam sayı katları olan ”alan tanecikleri ” yani fotonlar üretilebilir.Ve alanı yaratanda yada düz uzay/zaman levhasına neden olan şeyde bu her bir nokta arasındaki eşzamanlılık uyumudur. Evrendeki herşey bu ışık titreşimlerinden bu foton noktalarından oluşur. Titreşim frekanslarında milyonlarca değişmeler vardır. Ancak, bilindiği gibi hiç bir şey ışık hızından daha hızlı titreşmez. Işığa ait her bir renk bandı yada frekansı farklı bir hızda titreşir. Bilim adamları ışığı yada evren denen bu elektromanyetik ışık havuzunu birbirinden ayrı bant ve dalga boylarındaki ışıma gamlarından ve hız frekanslarından oluşmuş bir frekans havuzu gibi görüyorlar. Biz bu alana sıfır nokta enerjisi yada kuantum boşluğu adını veriyoruz. Eğer evreni ışık hızı frekansında titreşen tek bir ışık frekansı ve dalga boyu bandı gibi görebilirsek ( tek bir evrensel dalga fonksiyonu= ZAMAN DALGASI = Bir AN ) ve evreni tek bir bütünsel yapı olarak görebilirsek Einstein’ ın salt uzay -zaman alanına ulaşabiliriz.

Böylece zaman ‘ ın akış hızı zaman/uzay salt alanının temel titreşim oranına (frekansına) ve devir adedine bağlı olmuş olur. İşte zaman/uzay salt alanının bu temel titreşim devrindeki harmonik sapmalar salt uzay/zaman geometrisinde boyutsal bir faz değişimi olan uzay/zaman eğriliği olarak karşımıza çıkar bu bağlamda yerçekiminide uzay/zamanla birlikte varolabilen bir fenomen olarak ortaya koymuş oluruz. Bir bakıma yerçekimi zaman içerisinde meydana gelen hafif bir zaman kaymasıdır. Yani yerçekimi denen uzay eğriliği, uzay alanı içerisindeki kuantum vakumuna ait her bir noktanın diğer bir noktayla olan eşzamanlılık uyumunun yitirilerek zamansal bir faz farkınının meydana gelmesi olayıdır.Ve bu da kütleçekiminin kuantum harmonik osilatöründeki titreşimsel bir sapma olarak ortaya çıktığını göstermiş olur. Böylece ”uzay/zaman çizğilerine bağlı bir maddeyi” oluşturan atom-altı zerrelerin elektromanyetik enerjisini hızlandırarak bir tür zaman kayması etkisi denebilecek boyutsal bir faz değişimi yaratabiliriz. Ve böylelikle PHİLADELPHİA DENEYİ’ nde sözü edilen geminin, ”alansal enerjilerin karşılıklı rezonansı ve çatıştırılması ilkesiyle” maddenin (geminin) zaman fazında da bir değişme yaratabilmemiz ve geminin ortadan kaybolması olanaklı hale gelmektedir. Bu deney bir yalan yada bir fantezi ürünü olsada bu düşünce bir gerçektir!

Zamanın zaman yolculuğuna ilişkin niteliğini açıklarken şu iki soru vardır: Birincisi zaman nelerden oluşur sorusu -birbirine kopmaz zincirlerle bağlı tarih örgüsünden mi ya da üstüste veya yanyana konmuş “AN” lardan mı?

Bir dördüncü boyutta üst-üste binen ya da yanyana gelen iki ayrı zaman dilimindeki- iki ayrı olayı -üç boyutlu zihnimizle hayal edebilmek oldukça güçtür.Zaman’ı fiziksel bir uzunluk olarak görebilmeyi başardığımızda onu eğip-bükerek geçmişin ve geleceğin fiziksel noktalarıyla bitiştirebileceğimiz gerçeği ortaya çıkar. Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır, bir boyuttur ya da bir uzamdır derken ‘zaman fenomeninin’ enerji alanlarına bağlı bir titreşimsel ritmin yansıması olduğunu bilmeliyiz.Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının -birbirine devreden zaman titreşimlerinin- uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle senkron hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum.Dev elektromanyetik düzeneklerce ‘uzay-zamanın enerji vakumu’ içerisinde yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizğilerince zamanda ya da mekanda kaymalara uğrayabilirler. Aslında zaman boyutlarının dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda, katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız herşey tüm binalar, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan-içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.Bu bilgi bize kendi zaman boyutumuzu nasıl etkileyerek değiştirebileceğimize dair derin bir öngörü sunar! Sonuçta basit bir anlamda zaman makinesi modeli yüksek güç ve frekanslarda elektromanyetik alanlar üreten bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu araç kendi alansal enerjisiyle ”bir alan frekansı yapısında olan zaman’a” doğrudan etki ederek bir tür frekans bandı yapısında olan zaman dalgaları(boyutu) içerisinde ileri ve geri yerdeğiştirebilir.

Zaman’ın, maddeyi oluşturan enerjinin titreşimsel bir ritmi oluşu, zaman’ın maddeden ayrılmaz olması anlamına gelir.Zaman burada, maddesel oluşumun yapısına karışan bir öğe durumundadır.Öyleyse enerji denetimi ile zaman’ın akışıda(ritmi) denetlenebilir.Ayrıca konuya şöyle bir yaklaşımda da bulunabiliriz; Evren, doğa, insan ve zamanı ayrı ayrı düşünmek yerine, hepsini içiçe düşünmek ve bir bütünün parçaları gibi algılamak gerekir.Öncesiz ve sonrasız zamanı, evrenin yaratılışına paralel olarak düşündüğümüzde ortaya evrensel zaman çıkmaktadır.Bu zaman kavramı, herşeyi içine alan bir karekterdedir.Zaman deyince, insan aklının sınırlarını zorlayan zaman kavramı budur.Aslında tüm evren tek bir evrensel zaman dalgası kalıbı içerisnde kendini gösterir.Fakat zaman o kadar plastiksi bir yapıdadır ki evrendeki madde ve enerji dağılımına bağlı olarak farklı yerlerde farklı hızlarda akarak zaman/uzay çerçevesini delmeyecek şekilde esneklikler gösterebilmektedir.Yani temel zaman dalgası harmonik sapmalar ve esnemeler yapmaktadır.Ama hiç bir madde ve enerji olağan koşullar zorlamadıkça temel zaman alanının dışına çıkmaz.

Her varlığın yapı ve konumları itibariyle, izafi zamanları vardır.Zaman, evren boyunca ne kadar esneyip kasılsada ”zaman’ı” heryerde geçerli olmak üzere genel bir an olarak nitelemek yerinde olur.Buradan hareketle, doğası açısından zamanın tekliği ve sabitliği söylenebilir.Zaman boyutlar içinde farklılıklar gösterir.Bizim için çok önemli olan zaman olgusu, farklı bir boyutta belki hiç önemli olmayacaktır.An,evrenin heryerinde şimdi değildir.Her yerin, her sistemin kendine özgü bir zamanı vardır.Bu nedenle, bir olayla ilgili, her sistemin yaşamakta olduğu zamanı, bu sistemin diğer sistemlere olan relatif, yani izafi durumunu belirlemezsek,o olayın şimdi ve bu anda olduğunu söylememiz imkansız olur.Bizim için şimdi ve sonra kavramları, başka bir boyutta, farklı bir şimdi ve sonra kavramı haline dönüşür.O halde bizim için “an” şimdi olmakla birlikte,başka bir boyutta şimdi değildir.Acaba evren insanın bildiği üç boyuttanmı oluşmuştur?Başka boyutlar varmıdır?Ancak zaman, mekan içinde bir dördüncü boyuttur.Evet başka zaman/uzay süreklilikleride vardır.Zaten boyut farkına neden olan şey farklı zaman akış hızları yada farklı zaman fazları denen şeydir.

Aslında ne ilginçtirki kendi zaman ve mekanlarına sahip farklı boyutlar burda bizim zamanımızda kesişiyorlar. Yani iç-içe farklı boyutsal realiteler vardır.Ve her boyut bir temel titreşim düzeyini(temel zaman alanını) ifade eder.Buna göre bu boyutlardan birine ait bir maddenin titreşim frekansının bir şekilde diğer boyutlardan etkilenerek bir anda diğerine atlaması anlaşılmaz birşey değil! Cisimler bir anda başka bir boyuta geçiyor ve sonra yeniden kendi boyutunun frekansına dönüyor.Zaman frekansları bizim şu anımızdan geçmiş ve geleceğe doğru açılan bir zaman çizgisini oluşturmakla birlikte, Şu AN’ın zaman frekası dalgasını genişletecek olursak bizim geçmiş ve geleceğimizde yer almayan farklı bir uzay/zaman sürekliliği içerisine doğru kendimizi kaydırmış oluruz.Bu zamanda yolculuk değildir.Sadece farklı bir paralel evrene geçiştir.Oranın kendine göre farklı bir zaman akış hızı vardır. O boyut bizim zaman/uzay sürekliliğimizden ayrı bir maddesel realitedir.

Bilinmelidir ki geçmiş, gelecek ve şimdi, ardardına gelen, devreler halinde birbirini takip eden titreşimler serisidir.Şimdi’ki zaman’ı belirleyen titreşim dalgasının genliği-dalga boyu ve vuruş genişliği üstünde bir sapma yaratarak zaman frekansları arasında karışıklık yaratarak bir zaman diliminden diğerine sıçrayabiliriz. Zaman çizğisinin kendisi üst- üste binen üç boyutlu elektromanyetik frekanslardan kurulu bir hologramlar bütününü temsil eder. Her bir AN bir uzay/zaman hologramı’nı ifade eder. Bu hologramın fiziksel yapısı ‘üç boyutlu elektromanyetik bir ışık havuzu’ olarak görülmeli. Matematiksel olarak nokta hareketle çizğiyi, çizği hareketle yüzeyi meydana getirdiği gibi AN’sal noktalar( biribirine devreden titreşimsel atmalar)da hareketle zaman çizğisini meydana getirir. Ve böylece üstüste binerek, yanyana gelerek birbirini tamamlayan boyutlar silsilesi ortaya çıkar.

Aslında içinde bulunduğumuz gerçeklik zaman yolcuları tarafından binlerce kez değiştirilmiş orijinal gerçekliğin çarpıtılmış bir hali olabilir.İnsan anıları ve belleği de zaman ve uzay matriksinin bir parçası olduğu için zamanın içindeki insan bu değişikliği asla fark edemez! Bize sanki geçmiş hep aynı geçmiş gibi gelir.Ama ‘gerçek’ görmek istemeyeceğiniz kadar esnek, kaotik ve plastiksi bir yapıdır. Sonsuz geçmiş ve gelecek birbiriyle kuvantum vakumu düzeyinde grift bir bağlantı içerisindedir. Geçmiş ve gelecek iç içe frekanslar halinde yaşanır. Geçmiştekiler bizi kendi ”şimdi” lerinden algılayabilecekleri gibi bizde şimdiden geleceğe ait görüntü, ses ve bilgileri yakalayabiliriz. Tarihin değiştirilebileceği düşüncesi çatallaşan zaman/tarih düşüncesini de beraberinde getirir. Yani geçmişi değiştirirseniz, özgün zaman akışına -ki özgünlügü her zaman bir soru işareti taşır zaman yolculuğu olasılığının kabullenilmesiyle beraber- paralel yeni bir zaman akışı oluşabilir.. Nazi Almanya’sının dünya savaşını kazandığı bir tarih bunun olmadığı bir tarihle yanyana ayrı bir evren olarak var olabilir. Bunlara en iyi örnekler “alternatif tarih” öyküleridir. “Paralel dünyalar” ya da “paralel zamanlar” evrenin ve zamanın, zaman yolculuğuna izin veren yapısını açıklar.Aslında bir gerçeklik ve tek bir dünya vardır.Fakat olası potansiyeller sonsuzdur.Yani belki dünyada ilk söyleyen kişilerden biri olacağım fakat zamanın derin sırrını anlayanlar sanıldığı gibi aynı AN’da bir çok alternatif dünyanın illede bir arada olmasına gerek olmadığını anlayabilirler.Sanıldığı gibi bir yerlerde varolduğu sanılan ”alternatif zaman çizğileri” sadece matematiksel olarak evrenin olası eğilimleri dizgesinin soyut bir ölçümü olarakta varolabilir. Fakat gerçekte olan tek bir dünyadır, bir çok dünya gerçeği değil..! Söz konusu olan tek bir gerçekliktir.

Çok güçlü elektromanyetik dalgalarla uzay/zamanın bir noktasında yaratılacak elektromanyetik fırtınalar uzay/zaman geometrisini bozarak başka boyutlara doğru yerçekimsel bir tünel etkisi denen uzay/zamansal bükülmeleri yaratabilir.Yoğun elektromanyetik alanlar altında uzay/zamanın düz çizğileri bir dördüncü boyuta doğru ”eğrilip sipiralleşerek / bükülerek” uzay/zaman çizğilerinin burulmasından oluşmuş yerçekimsel bir girdap etkisi ya da bir çeşit tünel etkisi’ ne (solucan deliği) neden olur.

“Zaman’ın var olduğu hangi anlamda söylenebilir?”
Çünkü Aristo’ya göre kaba bir tanımla sadece şekil ve maddenin karışımı olan şeylerin var olduğu söylenebilir.Geri kalan her şey bunlara atfedilen niteliklerdir.Zaman bir cismin (mesela bir saatin ya da yıldızların) hareketleri ile tanımlanır daha doğrusu bu “hareketlerin sayısıdır zaman”.Bununla birlikte hareket cisimlerin bir niteliğidir Öyleyse zaman da cisimlerin bir niteliği olmalıdır.Yani bir uzayda cisim yoksa orada hareketten bahsedilemeyeceği gibi zamandan da bahsedilemez.
Plotinus bu tanıma pek çok bakımdan karşı çıkar.Herşeyden önce ona göre zaman bir sayı sırası değildir ancak sayılarla “numaralanan” şeydir. İkinci olarak ona göre zaman harekete değil,hareket zamana ihtiyaç duyar.Çünkü hareket bir cismin sürekli bir “anlar serisi” içinde sürekli bir noktalar serisinde bulunmasıyla gerçekleşir.Yani Plotinus’a göre cisimler dursa bile zaman akmaya devam eder,hareket de durgunluk da zaman içinde yer alan şeylerdir fakat zaman hiç birşey içinde yer almaz.
Esasında Aristotales de tanımındaki bir eksikliğin farkındadır ve şöyle yazar:”Zamanı hareketle ölçüyoruz ve hareketi de zamanla…”

“Zaman” dediğimiz (Einstein’ın 4. boyut adını taktığı) kavram, tamamen enerji - madde ve mekan üçlüsüne bağlı bir gelişimdir; madde - enerji - mekan sistemleri sabit, değişmez kalırlarsa, zaman diye bir şey oluşmuyor. “Olay” dediğimiz kavram, bir enerji akımı veya aktarımını yansıtır. Sokaktaki insanların ve diğer öğelerin bir an için her türlü enerji dönüşümünü kestiklerini düşünün: Hiçbir insanın hiçbir hücresi enerji alış-verişi yapmayacak; dolayısıyla hiçbir organı hareket etmeyecek ve insanlar bir heykel gibi o anki konumlarında donup kalacaklar; dünya dönmeyecek, sıcaklık değişmeyecek, hava hep aynı aydınlık derecesinde kalacak, rüzgar olmayacak, vs.. Bunun anlamı, her türlü enerji akışının durmuş olması ve hiçbir “olay” olmamasıdır. Düşünün, yukarıda anlatılan film şeridinde sahnelerde hiç bir değişiklik olmasa, her sahne bir diğerinin aynı olsa, “zaman” denilen farklılaşma belirtisi nasıl algılanabilirdi? Bir insan hiç değişmese, çevresindeki hiç bir şey değişmese, güneş hep aynı konumunda kalsa, ağaçlar büyümese, rüzgar esmese, kısacası, her şey bir resim gibi dondurulmuş olsa, zaman kavramıyla neyi kastedecektik? Dolayısıyla, “zaman”, madde -enerji- mekan üçlüsü arasındaki değişim ve dönüşümün göstergesidir. Değişim ve dönüşüm, enerjinin bir yerden başka bir yere akması sonucu oluşan bir olaydır. Bu değişim ve dönüşüm hem canlılar hem de cansızlar aleminde vardır; değişim ve dönüşümün kısa tanımı da “EVRİM” olduğuna göre, evrim hem canlılar aleminde, hem de cansızlar aleminde söz konusudur. Dolayısıyla, evrim(değişim) zaman kavramının eş anlamlısı olmaktadır.Bu anlamda ”hareket -enerji ve zaman” aynı şeyi ifade eden üç kavramdır.Bu üç kavram tek bir kavramda birleşir bu kavram IŞIK ‘tır.
kaynak: zamandayolculuk.com/cetinbal

Categories: Bilim Adamları | February 20th, 2008 | by admin | one comments

Babası yoksul bir paralı asker, annesi de bir hancının kızıydı. Başlangıçtan beri bozuk olan sağlığının üç yaşında yakalandığı ve gözleriyle ellerinin zayıf kalmasına neden olan, çicek hastalığından sonra daha da kötüleşmesi nedeniyle ailesi din adamı olarak yetiştirilmesine karar verdi. Çok yoksul bir aileden gelmesine karşın üstün zekasıyla küçük yaşta dikkatleri çeken Kepler, Württemberg dükünün yardımıyla Tübingen Universite’sinde sürdürdüğü öğrenimini 1588 de bitirdi.

1591′de aynı üniversitede lisansüstü çalışmasını tamamladı. Michael Mästlin’in Tübingen’deki astronomi derslerini izleyerek Copernik sistemini benimsemesi Keplerin sonraki yaşamı açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Daha sonra başladığı ilahiyat öğreniminin son yılında iken Graz’da ki Lutherci lisede boşalan matematik öğretmenliğine atandı. Böylece ilahiyat öğrenimini bırakmış oldu. 1594′te gittiği Graz’da evrenin yapısına ilişkin araştırmalarına başladı.
Platoncu felsefenin ve Pythagorasçı matematiğin etkisiyle evrende var olduğuna inandığı matematiksel uyumu ortaya koymaya çalıştı. Bu amaçla eski yunalılardan beri bilinen ve Platon cisimleri olarak adlandırılan beş düzgün çokyüzlüden yararlanmayı düşündü. Uzay da yalnız bu beş düzgün çokyüzlünün var olabileceği eski yunanlılarca kanıtlanmıştı. Bu beş düzgün çokyüzlü şunlardı. Dörtyüzlü (yüzleri dört eşkenar üçgen olan piramid),küp,sekizyüzlü(sekiz eşkenar üçgen), onikiyüzlü(oniki düzgün beşgen) ve yirmi yüzlü(yirmiş eşkenar üçgen). Bu çok yüzlüler köşelerinden geçen birer küre içine yerleştirilebildikleri gibi bunların içine yüzlerine orta noktalarından  teğet olacak biçimde birer küre yerleştirilebilir. Copernik astronomisi her biri bir küre üzerinde dolanan altı gezegen tanıyordu. Kepler bu altı gezegenin üzerinde dolandığı kürelerin aralarında beş ploton cismi bulunacak biçimde iç içe yerleşmiş durumda olduklarını öne sürdü.
Kepler 1600′de, o sıralarda imparatorluk matematikçiliğine atanan  Tycho Brahe’nin yanına gitti ve onun asistanı oldu. Brahe ertesi yıl ölünce imparatorluk matematikçiliğine atandı. Kepler yıldızların insanların yaşamlarını yönlendirdiği yolundaki boş inancı redetmesine karşın, evren ile insan arasında belirli bir uyum olduğuna inanıyordu ve astrolojiye dayanan öngörüleriyle ün yapmıştı.
Tycho Brahe’nin araştırma grubunda Kepler’e Mars’ın incelemesi görevi verilmişti. Ama o önce ışığın atmosferde kırılması olgusunu incelemek gerektiği kanısına vardı. Dış uzaydaki  gökcisimlerinden gelen ışık ışınlarının, Yeri çevreleyen yoğın atmosfere girdiklerinde nasıl kırıldığı konusundaki araştırmalarının sonuçlarını Ad vitellionem Paralipomena Quibus Astronomiae Pars Optica Traditur(astronomideki optik konuların incelenmesi konusunda Vitellio’ya ek) gibi alçakgönüllü bir başlık altında yayımladı.Brahe’nin gözlem sonuçlarını dairelerden oluşan ve düşünebildiği her türden yörünge biçimine uydurmaya çalışıp başarıya ulaşamayan Kepler, Kopernik’in görüşlerinden de esinlenerek, dairesel olmayan yörüngeleride ele aldı. Ve doğru sonuca ulaştı. Mars odaklarından birinde Güneş bulunan eliptik bir yörüngede dolanıyordu. Gezegenler yörüngede dolanırken eşit zaman aralıklarında eşit yol almıyordu ama gezegeni güneşe birleştiren doğru parçası eşit zaman aralıklarında eşit alanlar tarıyordu Bu iki yasa bügün Kepler’in birinci ve ikinci yasası olarak bilinir. Keplarin üçünçü yasası ise Gezgenlerin güneşe olan ortalama uzaklıklarının  üçünçü kuvveti , yörüngedeki dolanma sürelerinin karesiyle orantılıdır. Bu üç yasa yarım yüzyıl sonra Isaac Newton’un evrensel kütle çekimi yasasını bulmasında belirleyici rol oynamıştır.

Leonardo Da Vinci Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 20th, 2008 | by admin | no comments

Leonardo da Vinci (15 Nisan 1452 - 2 Mayıs 1519) İtalyan Rönesans mimarı, müzisyen, anatomist, mucit, mühendis, heykeltıraş, geometrici ve ressamdır.

En tanınmış yapıtları Mona Lisa (1503 - 1507) ve Son Yemek’tir (1495 - 1497).
Rönesans sanatını doruğuna ulaştırmış, yalnız sanat yapıtlarıyla değil, çeşitli alanlardaki araştırmaları ve buluşlarıyla da tanınan, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından biridir.

HAYATI

Leonardo, genç bir noter olan Ser Piero da Vinci’nin ve muhtemelen bir çiftçi kızı olan Caterina’nın evlilik dışı çocuğu olarak İtalya’da, Floransa kentine bağlı Vinci kasabası yakınlarındaki Anchiano’da dünyaya geldi. Avrupa’daki modern isimlendirme kurallarının yerleşmesinden önce dünyaya gelmişti. Bu yüzden tam ismi, “Vincili Piero’nun oğlu Leonardo” manasına gelen “Leonardo di Ser Piero da Vinci”dir. Eserlerini “Leonardo” ya da “Io, Leonardo (Ben, Leonardo)” olarak imzalamıştır.

Somut kanıtlar bulunmasa da, Leonardo’nun annesi Caterina’nın, babası Piero’ya ait Ortadoğulu bir köle olduğu tahmin ediliyor. Babası, Leonardo’nun doğduğu yıl, Albiera adındaki ilk eşi ile evlendi, Caterina ile ise hiçbir zaman evlenmedi.

Leonardo’ya bebekliğinde annesi baktı, ancak birkaç yıl sonra annesi başka biriyle evlendirilerek komşu kasabaya yerleşince, babasının nadiren uğradığı büyükbabasının evinde yaşamaya başladı; arada sırada Floransa’ya babasının evine giderdi. Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için aileye kabul edilmişti ama hiçbir zaman meşru bir çocuk olarak görülmedi ve amcası Francesco dışında ailedeki kimseden sevgi görmedi.

14 yaşına kadar Vinci’de yaşayan Leonardo, büyükanne ve büyükbabasının ardı ardına ölmesi üzerine 1466’da babası ile birlikte Floransa’ya gitti. Evlilik dışı çocukların üniversiteye gitmesi yasak olduğundan üniversite öğrenimi görme şansı yoktu. Küçük yaştan itibaren çok güzel çizimler yapan Leonardo’nun resimlerini babası, dönemin ünlü ressam ve heykeltıraşı Andrea del Verrocchio’ya gösterince, Verrochio onu çırak olarak yanına aldı. Leonardo Verrocchio’nun yanında Lorenzo di Credi ve Pietro Perugino gibi ünlü sanatçılarla çalışma fırsatı buldu. Atölyede sadece resim yapmayı değil, lir çalmayı da öğrendi.

Floransa’yı 1482’de terkederek Milano Dükü Sforza’nın hizmetine girdi. Dükün hizmetine girebilmek için köprüler, silahlar, gemiler, bronz, mermer ve kilden heykeller yapabileceğini anlattığı ancak göndermediği mektubu bütün zamanların en olağanüstü iş başvurusu sayılır.

Leonardo, 1499’da şehir Fransızlar tarafından alınıncaya kadar 17 yıl boyunca Milano Dükü için çalıştı. Dük için sadece resim ve heykeller yapmak, festivaller organize etmekle uğraşmadı, aynı zamanda bina, makine ve silah tasarımları yaptı. 1485 - 1490 yıllarında doğa, mekanik, geometri, uçan makinelerin yanısıra, kilise, kale ve kanal yapımı gibi mimari yapılar ile ilgilendi, anatomi çalışmaları yaptı, öğrenciler yetiştirdi. İlgi alanı o kadar genişti ki, başladığı çoğu işi bitiremiyordu. 1490 - 1495 yıllarında çalışmalarını ve çizimlerini deftere kaydetme alışkanlığı geliştirdi. Bu çizimler ve defter sayfaları, müzeler ve kişisel koleksiyonlarda toplanmıştır. Bu koleksiyonculardan birisi de Leonardo’nun hidrolik alanındaki çalışmalarının el yazmalarını toplayan Bill Gates’dir.

1499’da Milano’yu terkeden ve yeni bir koruyucu (hami ) aramaya başlayan Leonardo, 16 yıl boyunca İtalya’da seyahat etti. Pek çok kişi için çalıştı, çoğu eserini yarım bıraktı.

İnsanlık tarihinin en iyi resimlerinden birisi kabul edilen Mona Lisa için 1503’te çalışmaya başladığı söylenir. Bu resmi tamamladıktan sonra hiç yanından ayırmamış, tüm seyahatlerinde yanında taşımıştı. 1504’te babasının ölüm haberi üzerine Floransa’ya döndü. Miras hakkı için kardeşleri ile mücadele etti ancak çabası sonuçsuz kaldı. Ancak çok sevdiği amcası tüm varlığını ona bıraktı.

1506 yılında Leonardo, bir Lombardiya aristokratının 15 yaşındaki oğlu olan Kont Francesco Melzi’yle tanıştı. Melzi, hayatının geri kalanında onun en iyi öğrencisi ve en yakını oldu. 1490’da 10 yaşında iken korumasına aldığı ve Salai adını verdiği genç de 30 yıl boyunca onunla beraber olmuş, ancak öğrencisi olarak bilinen bu genç hiçbir sanatsal ürün üretmemişti.

1513 - 1516 arasında Roma’da yaşadı ve Papa için geliştirilen çeşitli projelerde yer aldı. Anatomi ve fizyoloji alanında çalışmaya devam etti ancak Papa, kadavralar üzerinde çalışmasını yasakladı.

1516’da koruyucusu Giuliano de’ Medici’nin ölümü üzerine Kral 1. Francis’ten Fransa’nın baş ressam, mühendis ve mimarı olmak üzere davet aldı. Paris’in güneybatısında, Amboise yakınlarındaki Kraliyet Sarayı’nın hemen yanında kendisi için hazırlanan konağa yerleşti. Leonardo’ya büyük hayranlık duyan kral, sık sık ziyaret gelir ve sohbet ederdi.

Sağ koluna felç inen Leonardo da Vinci, resimden çok bilimsel çalışmalara ağırlık verdi. Kendisine dostu Melzi yardımcı olmaktaydı. Salai ise Fransa’ya geldikten sonra onu terketmişti.

Leonardo 2 Mayıs 1519’da Amboise’daki evinde 67 yaşında öldü. Kralın kollarında can verdiği rivayet edilir, ancak, 1 Mayıs günü kralın bir başka şehirde olduğu ve bir gün içinde oraya gelemeyeceği bilinmektedir. Vasiyetinde mirasının esas bölümünü Melzi’ye bıraktı. Amboise’daki Saint Florentin Kilisesi’nde toprağa verildi.
Özel yaşamı  [değiştir]Leonardo, özel yaşantısını gizli tutmuştur. Fiziksel temastan hoşlanmadığı iddia edilir: “Üreme faaliyeti ve bununla bağlantılı olan her şey o kadar iğrençtir ki insanlar hoş yüzler ve duygusal eğilimler de olmasa kısa sürede yok olacaktır” sözü daha sonra Sigmund Freud tarafından analiz edilmiş ve Freud, Leonardo’nun “frijit” olduğuna hükmetmiştir.

1476 yılında, sevgilisi Verrocchio ile birlikte yaşarken 17 yaşındaki model Jacopo Saltarelli ile sodomist ilişki kurduğu gerekçesiyle adı bilinmeyen bir kişi tarafından suçlanmıştır. İki ay süren soruşturma sonucu, Leonardo’nun babasının saygın konumuna da bağlı olarak hiç şahit bulunamamamsı nedeniyle dava düşmüştür. [2] Bu olayın ardından Leonardo ve arkadaşları Floransa’daki “Gecenin Bekçileri” isimli örgüt tarafından bir süre takip edilmiştir. (Gecenin Bekçileri’nin İtalya’da Rönesans döneminde kurulan ve sodomizmin bastırılmasına yönelik faaliyet gösteren bir örgüt olduğu Podesta’nın yasal kayıtlarında da yer almaktadır)
“Salai” veya “il Salaino” takma adlarıyla da bilinen Gian Giacomo Caprotti da Oreno Giorgio Vasari tarafından “Leonardo’nun büyük keyif aldığı harika kıvırcık saçları olan ışıltılı ve güzel genç” olarak tanımlanmıştır.

Il Salaino, 1490 yılında henüz 10 yaşındayken Leonardo’nun evinde hizmetçiliğe başlamıştır. Leonardo ve il Saliano arasındaki ilişki “kolay” olarak değerlendirilmez. 1491 yılında Leonardo il Salaino’yu “hırsız, yalancı, inatçı ve pisboğaz” olarak nitelendirmiş ve onun için “Küçük Şeytan” benzetmesini yapmıştır. Yine de, il Salaino 30 yıl boyunca yoldaşı, hizmetçisi ve asistanı olarak Leonardo’nun hizmetinde kalmıştır. Leonardo, il Salaino’yu “Küçük Şeytan” olarak çağırmaya devam etmiştir. Leonardo’nun sanatçı defterlerinde çıplak olarak çizilen il Salaino yakışıklı ve kıvırcık saçlı bir ergen olarak tasvir edilir.

1506 yılında Leonardo, 15 yaşındaki Kont Francesco Melzi ile tanışır. Melzi, Leonardo’nun kendisine karşı hislerini bir mektubunda “a sviscerato et ardentissimo amore” (çok ihtiraslı ve fazlasıyla yakıcı aşk) olarak nitelendirmiştir. il Salaino bu yıllarda Melzi’nin sürekli olarak Leonardo’nun yanında olmasını kabullenmek zorunda kalmıştır. Melzi, Leonardo’nun önce öğrencisi sonra da hayat arkadaşı olmuştur.Ayrıca Leonardo Da Vinci; Fransa’nın, kuruluşu çok eskilere dayanan (1099 M.S.) Sion Tarikatı’na 1510-1519 yılları arasında üstatlık (Başkanlık) yaptığı bilinmektedir.

Her iki ilişki de Leonardo’nun zamanında Floransa’da yaygın olan erotik usta-çırak ilişkisine bir örnektir. Bu iki ilişkisinin yanısıra Leonardo’nun Cesare Borgia ve Niccolò Machiavelli ile de “dostluktan öte” bir ilişki yaşadığı iddia edilmektedir.

Leonardo’nun genç erkeklere olan ilgisi 16. yüzyılda da tartışma konusu olmuştur. 1563’te Gian Paolo Lomazzo tarafından yazılan “Il Libro dei Sogni”de (Düşler Kitabı) yer alan “l’amore masculino”daki (erkek aşkı) kurmaca bir diyalogda, Leonardo başkahramanlardan biri olarak yer almış ve “Biliniz ki erkekler arasındaki aşk çeşitli arkadaşlık duygularıyla erkekleri biraraya getiren bir erdemdir. Bu durum onları daha erkeksi ve yürekli hâle getirir” sözü Leonardo’nun ağzından verilmiştir.

Vejetaryenlik
Leonardo’nun çalışmalarından ve biyografisini yazan erken dönem yazarlardan anlaşıldığı üzere Leonardo dürüst ve ahlaki konularda duyarlı bir kişiydi. Hayata duyduğu saygı onun en azından yaşamının bir evresinde vejeteryan olduğunu göstermektedir

Eserleri:
Sanat

Floransa dönemi
Leonardo da Vinci’nin 1466-1472 yılları arasında bilinen hiçbir eseri yoktur. Bu çıraklık döneminde atölyede boyaları karıştırıp resimlerin küçük bölümlerini boyuyordu. 1472’de Floransa’da bağımsız bir ressam oldu, ancak ustasının atölyesinden ayrılmadı.

Leonardo da Vinci’nin bilinen ilk resmi 5 Ağustos 1472 tarihli “Arno Vadisi” resmidir. Leonardo’nun dehasını yansıtan bu resimde derinlik arttıkça detaylar azalır, kağıdın rengi resme hâkim olur. Bu teknik daha sonra yokoluş perspektifi olarak adlandırılmıştır.

Leonardo, 1471-1475 yılları arasında Andrea del Verrocchio’’ya “İsa’nın Vaftizi” adlı tablosunda yardım etti. Resmin ana unsurlarını Verrochio zaten çizmişti. Leonardo, diz çökmüş bir melek ile İsa’nın vücudunu resmetti. Melek, Verrochio’nın çizdiği figürlerden çok daha başarılıydı. Bunu gören Verrochio’nun fırçalarına bir daha asla elini sürmediği söylenir. Gerçekten de bu tablo, Verrochio’nun bilinen son tablosudur.
Leonardo’nun1476-1478 döneminde kendi atölyesini açtığı sanılmaktadır ve bu dönemde sipariş üzerine yaptığı en az iki resim vardır.

1. Floransa döneminde çizdiği en önemli tablolardan birisi de “Aziz Jerom”‘dur. Tamamlamış olsa Mona Lisa kalitesinde olacağı tahmin edilen bu tablo, günümüzde Vatikan’dadır.
Leonardo 1481-1482 arasında aldığı bir sipariş üzerine “Müneccim Kralların Tapınması” adlı tablo üzerinde çalıştı ancak 1482’de Milano Dükü’nün hizmetine girince dev tabloyu yarım bırakarak Milano’ya gitti.
Milano dönemi :
Milano döneminin başında yaptığı resimlerin en önemlisi “Kayalıkların Bakiresi”dir. İki versiyonu bulunan bu eserin birisi Louvre Müzesi’nde, diğer Londra Ulusal Galerisi’nde yer alır.
Kayalıklar Bakiresi’nin yarattığı ilgi üzerine ısmarlanan “Erminli Kadın”, günümüze kalan az sayıdaki resminden birisidir. Polonya’daki Çartorist (Czartorisky) Müzesi’ndedir.
1490′da Sforza’nın düzenlediği festival için yaptığı “Gezegenlerin Dansı” adlı müzikli oyun, İtalya çapında ünlenmesini sağladı.

1495- 1497 arasında en önemli eserlerinden birisi olan Son Yemek üzerinde çalışmıştır. “Son Yemek”, Milano’da bir manastır yemekhanesinin duvarında yer alan duvar resmidir. Maalesef, bu büyük eseri yaparken denediği karışım başarılı olmamış, eser daha 1500’lü yıllarda bozulmuştur.

Leonardo, Milano döneminde matematikle de uğraştı ve İtalyan matematikçi Luca Pacioli’ye “Altın Oran Üzerine” adlı yapıtını yazmada yardım etti.

En çok vaktini alan çalışma, dükün babası onuruna yapması istenen “Bronz At Heykeli” idi. Dünyanın en büyük at heykeli olması planlanan bu eser için Leonordo uzun süre atların anatomisini inceledi. 1483’te başlayan çalışmaları sonunda 1493’te dev kil modeli hazırladı. Bronz heykel için tonlarca bronza ihtiyaç vardı. Bronzun hazırlanmasını beklerken Son Yemek üzerinde çalıştı. Heykel için gereken bronz Sforza tarafından silah yapımında kullanıldığından heykel hiçbir zaman yapılamadı. Kilden yapılmış modeli ise, Fransızların Milano’yu işgalinden sonra askerlerin hedef tahtası olarak parçalandı.

Göçebe dönemi:
Milano’yu terkettikten sonra Mantova’da dönemin ressamlarının eserlerini toplamaya meraklı Isabella d’Este’nin bir portresi üzerinde çalışmaya başladı ancak 1501’de Venedik’e gidince Isabella d’Este’nin tüm ısrarlarına ve mektuplarına rağmen eseri tamamlamadı.

Venedik’te Osmanlılar’a karşı kullanılmak üzere çeşitli projeler (Isonzo Vadisi’nde hareketli bir bent kurmak, Osmanlı gemilerinin altını delmek için dalgıç kullanmak gibi) geliştirdi ancak hiçbiri uygulanmayınca Floransa’ya geçti.

Bir manastır için Meryem ve Çocuk İsa Azize Anna İle Birlikte adıyla bilinen ve Londra’daki Ulusal Galeri’de bulunan taslağı hazırladıysa da, Cesare Borgia’dan aldığı mühendislik teklifi üzerine bu eseri de yarım bıraktı. Papa 6. Alexander’ın oğlu Cesare Borgia hizmetinde askeri mühendis olarak çalıştı, haritalar çizdi.
Cesare’den ayrıldığı sırada II. Bayezid’e, Haliç üstünde bir köprü, yeldeğirmeni inşaatı gibi projelerinden bahseden bir mektup yazdığı bilinir.

Floransa’ya döndüğünde Pisa ve Floransa arasında savaş vardı. Floransa’dan Pisa’ya doğru akan Arno Irmağı’nın yatağını değiştirerek şehri susuz bırakmayı planladı ancak plan başarılı olmadı.
Arno Nehri yatağı üzerindeki çalışmalardan sonra Anghiarai Savaşı adlı duvar resmi üzerinde çalıştı. 1440’ta Floransa’nın Milano’ya karşı kazandığı zaferi konu alan bu resim üzerinde çalışırken karşı duvarda da Cascina Savaşı adlı resim için Mikelanj çalışıyordu. İki sanatçı arasındaki çekişme “Savaşların Savaşı” halini aldı. Eser henüz tamamlanmadan Fransa Kralı tarafından Milano’ya çağrılan Leonardo, bir süre iki şehir arasında mekik dokuduysa da sonunda resmi yarım bırakmak zorunda kaldı. (Rakibi Mikelanj da Roma’ya çağrıldığı için kendi resmini yarım bırakmak zorunda kalmıştı.)

Milano’da saray mensupları için dekoratör olarak çalıştı, saray eğlencelerini düzenledi. Zamanla anatomi çalışmalarına döndü. Resme yeniden ilgi duyarak Mona Lisa’yı yapmaya başladı. Bu resmi ömrü boyunca yanından ayırmadı ve tüm yolculuklarında beraberinde taşıdı.
1513’te gittiği Roma’da ihtiyar bir bilge olarak saygı görmesine rağmen Rafael ve Mikelanj’ın aksine Medici ailesinden fazla sipariş almadı. Ancak Mikelanj’ın Davut (David) adlı eserinin yerinin belirlenmesi için kurulan komisyonda yer aldı ve Mikelanj istemediği halde, Floransa’daki Palazzo Vecchio önüne yerleştirilmesinde etkili oldu.

1515 yılında Fransızların Milano’yu yenmesinden sonra Guiliano de Medici, barış görüşmelerinde Fransa Kralı’na sunulmak üzere mekanik bir aslan yapma görevi verdi. Yaptığı aslan (Floransa’nın simgesi), birkaç adım yürüdükten sonra kalbinden Fransa’nın simgesi olan bir zambak çıkarıyordu. Genç kral kendisine hayran kaldı. Guiliano de Medici bir yıl sonra ölünce, Fransa Kralı Leonardo’yu çağırtttı ve böylece son yıllarını Fransa’da geçirdi.
Bilim ve mühendislik :

Leonardo’nun bilim ve mühendislik alanındaki çalışmaları en az sanatsal olanlar kadar etkileyici ve yenilikçidir. 13.000 sayfadan oluşan defterlerinde yeralan notlar ve çizimler sanat ve bilimi kaynaştırmaktadır. Leonardo bu notları, Avrupa’da yaptığı seyahatler sırasında almıştır. Leonardo solaktı ve tüm yazılarını ancak ayna ile bakılınca okunabilecek şekilde yazardı.
Leonardo’nun bilime bakış açısı gözleme deyalıydı, bir bilinmezliği anlamak için en küçük detayına kadar tarif ve tasvir ederdi, teoriye ve deneye önem vermezdi. Latince ve matematik konusunda eğitim almamış olması sebebiyle, çağdaş akademisyenler onun bilimsel çalışmalarını gözardı ettiler, oysa Leonardo Latinceyi kendi kendine öğrenmişti.
Anatomi :
Leonardo insan anatomisi konusundaki çalışmalarına Andrea del Verrocchio’nun yanında çıraklık yaparken başladı, çünkü Verrochio tüm öğrencilerini anatomi öğrenmeleri konusunda teşvik ederdi. Sanat alanında başarı kazanmaya başlayınca, Floransa’daki Santa Maria Nuova Hastanesi’nde kadavralar üzerinde inceleme yapmasına izin verildi. Daha sonra Milano’daki Maggiore Hastanesi’nde ve Roma’daki Santo Spirito Hastanesi’nde de kadavralar üzerinde çalışmalar yaptı. 1510-1511 yıllarında doktor Marcantonio della Torre ile birlikte çalıştı. 30 yılda, farklı yaşlarda 30 adet kadın ve erkek kadavrası inceledi. Marcantonio ile birlikte anatomi konusunda teorik bir çalışma yayınlamak üzere çalışmalar yaptı ve 200′ün üzerinde çizim hazırladı. Bu çizimler ancak Leonardo’nun ölümünden sonra 1580′de “Resim Üzerine Tezler” adı altında yayınlandı.

Leonardo birçok insan iskeleti çizimi yaptı ve omurganın çift-s formunu ilk tanımlayan kişi oldu. Pelvis ve kuyruk sokumu hakkında incelemeler yaptı ve kuyruk sokumunun 5 farklı kemikten oluştuğunu belirledi. İnsan kafatasını ve beynin kesitlerini mükemmel şekilde tariflemeyi başardı. Ciğerlerin, idrar kesesinin, cinsel organların ve hatta cinsel birleşmenin yapısını gösteren çok sayıda çizim yaptı. “Hamilelik mucizesini anlamak amacıyla fetusun anne karnındaki pozisyonu hakkında çizimler yapan ilk birkaç kişiden biridir. İnsan anatomisine ek olarak, çeşitli hayvanların anatomisi hakkında da çizimleri bulunmaktadır.

Leonardo sadece insan vücudunun yapısıyla değil, aynı zamanda fonksiyonuyla da ilgileniyordu, bu yüzden anatominin yanısıra fizyoloji konusunda da çalışmalar yaptı. Fizyolojik deformasyonu olan kişilerle ilgili de çizimleri bulunmaktadır.

Anatomi alanındaki çalışmaları, yazılı tarihteki ilk robot tasarımınına öncülük etti. “Leonardo’nun robotu” adı verilen tasarım büyük olasılıkla 1495 yılında yapıldı ama ancak 1950′lerde farkedildi. Kan dolaşımı hakkında bilgisi olmamasına rağmen, robota eklediği kalp vanaları sayesinde kanın tüketilmek üzere kaslara pompalanmasını sağladı. Yaptığı bir çizim, 2005 yılında bir İngiliz kalp cerrahına hasar görmüş kalpleri tedavi etmek yolunda yepyeni bir yol keşfetmesi için ilham verdi.

Buluşlar ve mühendislik:

Uçma konusuna duyduğu müthiş ilgi sebebiyle, kuşların uçması hakkında detaylı çalışmalar yaptı ve arasında dört kişi tarafından çalıştırılabilen bir helikopter ve hafif bir hang glider da bulunan çok çeşitli uçan makine tasarladı.

Leonardo tarafından tasarlanan ve Château d’Amboise’da bulunan zırhlı bir tank1502 yılında Sultan II. Bayezid için, Haliç’in girişine inşa edilmek üzere 240 metre uzunluğunda bir köprü tasarımı yaptı. Bu köprü inşa edilmedi ama 2001 yılında Norveç’te Vebjørn Sand Da Vinci Projesi kapsamında, bu tasarımı temel alan daha küçük bir köprü yapılarak Leonardo’nun vizyonu hayata geçirildi.

Her ne kadar savaşı insan faaliyetlerinin en kötüsü olarak nitelese de, Leonardo’nun defterlerinde askerî mühendislik alanında da çalışmalar bulunmaktadır, bunların arasında makineli tüfekler, zırhlı tank, bombalar, paraşütler gibi tasarımlar yer almaktadır. Diğer buluşları arasında bir denizaltı, dişliler kullanılarak yapılmış ilk mekanik hesap makinesi ve yaylı bir mekanizmayla çalışan bir araba da bulumaktadır. Vatikan’da bulunduğu yıllarda güneş enerjisini kullanmak için, içbükey aynalar yardımıyla suyu ısıtacak bir tasarım yapmıştır. Leonardo’nun tasarımlarının çoğu yaşadığı dönemde hayata geçirilememiş olsa da, IBM’in desteğiyle birçoğunun modelleri yapılmıştır ve Amboise’deki Château du Clos Lucé’de bulunan Leonardo da Vinci Müzesi’nde sergilenmektedir.

Leonardo’nun defterleri:
Leonardo’nun defterleri temel olarak dört farklı konuda yazılmıştır: mimari, mekanik, resim ve insan anatomisi. Bu defterler, farklı boy ve tipte birbirinden bağımsız kağıtlardan oluşmaktadır ve ölümünden sonra dağılmış olmalarına rağmen, günümüzde Louvre, Biblioteca Nacional de España, Milano’daki Biblioteca Ambrosiana ve British Library gibi büyük koleksiyonlarda yeralır. British Library’de bulunan defterlerin bir kısmı internette htttp://www.bl.uk/onlinegallery/ttp/ttpbooks.html  adresinde incelenebilir. Codex Leicester adı verilen defter, Leonardo’nun özel bir koleksiyonda bulunan tek büyük bilimsel çalışmasıdır ve şu anda Bill Gates’e aittir.

Ocak 2005′te, Floransa’daki Basilica della Santissima Annunziata di Firenze’nin yanında bulunan bir manastırın gizli odalarından birinde, Leonardo’nun uçuş ve diğer bilimsel çalışmalarını yaptığı bir laboratuvar bulunmuştur. (http://dsc.discovery.com/news/briefs/20050117/leonardo.html)

Haliç Köprüsü tasarımı:

Leonardo’nun defterlerindeki notları arasında, 1502 yılında Osmanlı İmparatorluğu padişahı Sultan II. Bayezid’e Haliç üzerine yapılması için sunduğu 240 metre uzunluğunda bir köprü tasarımı de bulunur. Çizimleri kabul edilmez. Yıllar sonra 2001 yılında, benzeri bir köprü Norveç’de yapılır.

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 17 Mayıs 2006 tarihinde, Çırağan Sarayı, Yıldız Sarayı ve Sümela Manastırı restorasyonlarını yapan Bülent Güngör tarafından Leonardo’nun orijinal planında olduğu gibi bir köprü yapılacağını açıklamıştır. Bu köprü, orijinalinde olduğu gibi 240 metre uzunluğunda, 8 metre genişliğinde ve denizin 24 metre üstünde olacaktır.

Aristoteles Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 20th, 2008 | by admin | no comments

Aristoteles döneminde politik yapı değişmiş ve Yunan Dünyası yavaş yavaş Makedonyalıların hakimiyetine girmeye başlamıştır. Makedonya bölgesinin kuzeyi Teselya, doğusu İllirya ve batısı ise Trakya ile çevrilidir ama bu sınırlar sabit değildir; zaman zaman daralmış veya genişlemiştir. Belirli bir Makedonyalı tipi de yoktur; bunlar İlliryalılarla Trakların karışımından oluşmuşlardır. Yunanca konuşmazlar; kendilerine özgü bir dilleri vardır ve bu dil Hint-Avrupa dilleri içinde yer alır.

Makedonya Kralı II. Philip döneminde Makedonya değişik bir görünüm kazanmaya başlamıştı. Makedonya kralları Yunanlı olmalarına karşın, yerli kadınlarla evlenmişler ve bu uygulama giderek yaygınlaştığı için, kısa bir süre içinde Yunanlılar başka kavimlerle kaynaşmışlardı. Hatta söylendiğine göre, tam bir Yunanlı olarak yetiştirilmiş olan II.Filip’in annesi Yunanca’yı oldukça ileri yaşlarında öğrenmişti.
II. Philip başa geçtiğinde toplum tam bir kargaşa içindeydi ve güçlü bir yöneticiye gereksinme duyuluyordu. II. Philip, Thebes’te kaldığı süre içerisinde, yeni askerî yöntemleri gözlemlemiş ve bunları uygulamakla kalmayarak daha da mükemmel bir duruma getirmiştir. Bir süre sonra, piyade ve süvarilerden oluşan mızraklı bir birlik kurmayı başarmıştır. Makedonyalıların bu düzenlemesi, yüzyıllar boyunca en iyi savaş tekniği olarak benimsenmiştir.

II. Filip’in başa geçmesiyle Atinalılar iki güçlü düşman arasında kalmışlardır; bunlardan birisi Persler ve diğeri ise Makedonyalılardır. Ancak II. Philip kendisini daima bir fatih gibi değil, bir kurtarıcı olarak görmüş ve sonradan uygarlık tarihini çok etkileyecek bir işi başarmıştır : Sparta dışında kalan bütün Yunan Dünyası’nı tek bir yönetim altında toplamış ve Küçük Asya’da bulunan Yunan kolonilerini de Perslerin elinden kurtarmaya başlamıştır. Ancak onun bu uğraşları, henüz 47 yaşındayken öldürülmesiyle son bulmuştur (M.Ö. 336). II. Philip 24 yıl boyunca yöneticilik yapmış ve oğlu Büyük İskender’e çok aydınlık ve parlak bir yol açmıştır.

Makedonya Krallığı’nın güçlenmeye başladığı bu dönemde yaşayan Aristoteles, Ege Denizi’nin kuzeyinde bulunan Stageria’da doğmuştur (M.Ö. 384-322). O dönemde, Stageria’da İyon kültürü egemendir ve Makedonyalıların buraları istila etmeleri bile bu durumu değiştirmemiştir. Bu nedenle Aristoteles’e bir İyonya filozofu denilebilir.

Annesi hakkında adından başka hiçbir şey bilinmemektedir; babası Nicomaihos, hekimdir ve Makedonya Krallarından Amyntus’un (M.Ö.393-370) hekimliğine getirildiğinde, ailesi ile birlikte Stageria’dan Makedonya’nın başkentine taşınmıştır. Aristoteles burada öğrenim görmüş ve savaş yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgiler ve deneyimler edinmiştir; bir taraftan Yunan (yani İyon) ve diğer taraftan Makedonya etkileriyle biçimlenmiş ve gençliğinde, ilgisini daha çok tıp üzerinde yoğunlaştırmıştır. 17 yaşına geldiğinde öğrenimini tamamlaması için Atina’ya gönderilen Aristoteles, hayatının 20 yılını (M.Ö. 367-347) burada geçirmiştir. Atina’ya gelir gelmez, Platon’un öğrencisi olarak Akademi’ye girmiş ve hocasının ölümüne kadar burada kalmıştır. Platon, sürekli olarak çekiştiği bu değerli öğrencisinin zekasına ve enerjisine hayran kalmış ve ona Yunanca’da akıl anlamına gelen Nous adını vermiştir. Atina’da kaldığı süre içerisinde Aristoteles, başka hocaları da izlemiş ve mesela Agora’da politik dersler almıştır.

Bir sarraf olarak iş hayatına atılmış ve daha sonra çok varlıklı olmuş Hermenias, kısa bir süre içinde çok geniş toprakları mülk edinmiş ve Aterneus’un yöneticiliğine gelmişti. Akademi’nin öğrencisi ve hocası Platon’un hayranıydı. Onun devlet yönetimine ilişkin önerilerini çok olumlu karşılıyor ve Platon’un önderliğinde daha iyi bir yönetim oluşturmak istiyordu. Bu amaçla Assos’ta Akademi’nin kolu olan bir okul kurmuştu. Platon’un ölümünden sonra, Aristoteles bu okulda görev aldı ve üç yıl boyunca burada çalıştı. Bir ara Hermenias’ın yeğeni Pythias ile evlendi.
Aristoteles, Assos’ta kaldığı süre içerisinde, zaman zaman dostu Teofrastos’un memleketi olan Mytilen’e gitmiştir. Bu seyahatlar, Aristoteles’in gözlemler yapması ve kendisini yetiştirmesi açısından çok yararlı olmuştur.

Bu sıralarda II. Philip, oğlu İskender için iyi bir öğretmen aramaktaydı ve Assos’taki okulun yöneticisi olan Aristoteles, yavaş yavaş dikkatini çekmeye başlamıştı. Görev, Aristoteles’e önerildi ve o da bu öneriyi seve seve kabul ederek, II. Filip’in oturmakta olduğu Pella’ya gitti. Aristoteles’in öğretmenliği, 343 yılından 340 yılına kadar sürdü. İskender, 336′da babası ölünce, onun yerine geçti ve eski öğretmeni Aristoteles’i danışman olarak atadı. Daha sonra İskender Yunanistan’daki ve Balkanlar’daki ayaklanmaları bastırmak üzere harekete geçince, Aristoteles, onu bırakarak, büyük idealini gerçekleştirmek amacıyla, yani yeni bir okul kurmak amacıyla Atina’ya döndü.
İskender’in M.Ö. 323 yılında ölmesi, Aristoteles’i çok güç bir durumda bırakmıştı; çünkü Lise’nin kurulması sırasında İskender’in yapmış olduğu yardımlar ve Hermenias için yazmış olduğu zafer türküsü, Atina’daki düşmanları tarafından hatırlanmıştı. Aristoteles, dinsizlikle suçlandı ve Atinalıların, Sokrates’i ölüme mahkum etmekle işlemiş oldukları suçu yinelememeleri için Chalcis’e kaçtı ve orada yakalanmış olduğu bir hastalık sonucunda M.Ö. 322 yılında öldü.

Aristoteles’in hiçbir resmi kalmamıştır. Diogenes’e göre, ince bacaklı ve küçük gözlüymüş. Viyana’daki Sanat Tarihi Müzesi’nde sergilenmekte olan mermer başın Aristoteles’e ait olduğu iddia edilmekteyse de, bunu kanıtlayacak herhangi bir ipucu yoktur.

Aristoteles, İskender’i bırakarak Atina’ya döndüğünde, oradaki dostlarıyla buluşmuştu; ama aradan 20 yıl geçmiş olduğu için, artık eski okuluna dönemezdi. Başka bir okul kurmaya karar verdi ve bu maksatla kentin batısında bulunan ve Apollon Lyceios’un (Kurt Tanrı) anısına ayrılmış olan ormanlık alanı seçti. İşte bugün de kullanmakta olduğumuz Lise adı, bu Lyceios’tan gelmektedir.

Lise’de eğitim ve öğretimin nasıl yapıldığına ilişkin kesin bir bilgiye sahip değiliz; ancak bazı kaynakların bildirdiğine göre, sabahları yeni başlayanlara, akşamları ise geniş halk kitlelerine dersler verilmekteymiş.

Akademi ve Lise, aslında felsefe öğretimi veren okullardı. Ancak Akademi, daha çok metafiziğe ve bu arada ahlak ve siyaset gibi konulara yönelmişti. Lise’de ise araştırmalar, Aristoteles’in daha çok mantık ve bilimlerle ilgilenmesi nedeniyle, bu alanlarda yoğunlaşmıştı.

Aristoteles 13 yıl boyunca Lise’nin yöneticiliğini yaptı ve ölümünden sonra yerine arkadaşı Teofrastos geçti. Teofrastos, 37 yıl bu okulun yöneticiliğini üstlendi ve yapmış olduğu yeni düzenlemelerle Lise’yi kurumsallaştırmayı başardı; ancak Lise, Akademi kadar uzun ömürlü olamadı.

Aristoteles’in matematik bilgisi araştırmalarına yeterli olacak düzeydeydi; bilimleri matematik, fizik ve metafizik olarak üç bölüme ayırırken, Platon gibi, matematiğe - yani aritmetik, geometri, astronomi ve müzik bilimlerine - bir öncelik tanımıştı; ancak uygulamalı matematikle ilgilenmiyordu. “Eşit şeylerden eşit şeyler çıkarılırsa, kalanlar eşittir.” veya “Bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz (üçüncü durumun olanaksızlığı ilkesi)” gibi aksiyomların bütün bilimler için ortak olduğunu, postülaların ise sadece belirli bir bilimin kuruluşunda görev yaptığını söyleyerek, aksiyom ile postüla arasındaki farklılığa işaret etmişti. Aristoteles’in, süreklilik ve sonsuzluk hakkında yapmış olduğu temkinli tartışmalar, matematik tarihi açısından oldukça önemlidir. Sonsuzluğun gerçek olarak değil, gizil olarak varolduğunu kabul etmiştir. Bu temel sorunlar üzerindeki görüşleri, daha sonra Archimedes ve Apollonios tarafından yeniden işlenip değerlendirilecektir.

Aristoteles, astronomiye ilişkin görüşlerini Fizik ve Metafizik adlı yapıtlarında açıklamıştır; bunun nedeni, astronomi ile fiziği birbirinden ayırmanın olanaksız olduğunu düşünmesidir. Aristoteles’e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için, evren küreseldir ve bir kürenin merkezi olduğu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden, evrenin merkezi aynı zamanda Yer’in de merkezidir. Bir tek evren vardır ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-dışı yoktur. Ay, Güneş ve gezegenlerin devinimlerini anlamlandırmak için Eudoxos’un ortak merkezli küreler sistemini kabul etmiştir.

Acaba Aristoteles bu kürelerin gerçekten varolduğuna inanıyor muydu? Elimizde buna ilişkin kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte, geometrik yaklaşımı mekanik yaklaşıma dönüştürmüş olması, inandığı yönündeki görüşü güçlendirmektedir. De Caelo’da (Gökler Üzerine) yapmış olduğu en son belirlemelere göre, en dışta bulunan Yıldızlar Küresi, yani evreni harekete getiren ilk hareket ettirici, aynı zamanda en yüksek tanrıdır. Metafizik’te ise, Yıldızlar Küresi’nin ötesinde, sevenin sevileni etkilediği gibi gökyüzü hareketlerini etkileyen, hareketsiz bir hareket ettiricinin bulunduğunu söylemiştir. Öyleyse Aristoteles, yalnızca gökcisimlerinin tanrısal bir doğaya sahip olduğuna inanmakla kalmamakta, onların canlı varlıklar olduğunu da kabul etmektedir. Bu evrenbilimsel kuram, Fârâbî ve İbn Sinâ gibi Ortaçağ İslâm Dünyası’nın önde gelen filozofları tarafından da benimsenecek ve Kuran-ı Kerim’de tasvir edilen Tanrı ve Evren anlayışıyla uzlaştırılmaya çalışılacaktır.

Aristoteles’e göre, Evren, Ayüstü ve Ayaltı Evren olmak üzere ikiye ayrılır; Yer’den Ay’a kadar olan kısım, Ayaltı Evren’i, Ay’dan Yıldızlar Küresi’ne kadar olan kısım ise Ayüstü Evren’i oluşturur. Bu iki evren yapı bakımından çok farklıdır. Ayüstü Evren ve burada yer alan gökcisimleri, eterden oluşmuştur; eterin, mükemmel doğası, Ayüstü Evren’e ezelî ve ebedî bir mükemmellik sağlar. Buna karşılık, Ayaltı Evren, her türlü değişimin, oluş ve bozuluşun yer aldığı bir evrendir. Burası, ağılıklarına göre, Yer’in merkezinden yukarıya doğru sıralanan dört temel öğeden, yani toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur; toprak, diğer üç öğeye nispetle daha ağır olduğu için, en altta, ateş ise daha hafif olduğu için, en üstte bulunur. Aristoteles’e göre, bu öğeler, kuru ve yaş ile sıcak ve soğuk gibi birbirlerine karşıt dört niteliğin bireşiminden oluşmuştur.

Varlık biçimlerinin mükemmel olmaları veya olmamaları da Yer’in merkezine olan uzaklıklarına göre değişir. Bir varlık Yer’e ne kadar uzaksa, o kadar mükemmeldir. Bundan ötürü, merkezde bulunan Yer mükemmel olmadığı halde, merkeze en uzakta bulunan Yıldızlar Küresi mükemmeldir. Bu mükemmel küre, aynı zamanda Tanrı, yani ilk hareket ettiricidir.

Yapıları farklı olan bu iki evrende, farklı fizik kanunları geçerlidir. Ayüstü Evren’de bulunan gökcisimleri, taşıyıcı kürelere yapışık oldukları için düzgün dairesel yörüngeler çizerler; her tür değişimin yer aldığı Ayaltı Evren’de ise birbirinden farklı iki tür hareket söz konusudur. Bunlardan birisi doğal, diğeri ise zorunlu harekettir. Zorunlu hareket, bu evrendeki bir nesnenin, örneğin bir taşın, kuvvet uygulanarak doğal yerinden, uzaklaştırılması sonucu oluşan harekettir. Bu harekette uygulanan kuvvet ortadan kaldırıldığında, hareket de ortadan kalkar ve bu defa nesne, ağır olması dolayısıyla, doğal yerine doğru düşer. İşte nesnelerin doğal yerlerine varmak için yaptıkları bu harekete de doğal hareket denir. Doğal harekette, kuvvet nesnenin ağırlığıdır.
Aristoteles’e göre, iki tür zorunlu hareket vardır. Hareketi sağlayan kuvvet, bir cisim üzerindeki etkisini, cismin hareketinin her anında sürdürüyorsa, buna sürekli zorunlu hareket, ilk hareketi verdikten sonra kesiliyorsa, buna da süreksiz zorunlu hareket denir. Ama Aristoteles, kuvvet olmaksızın hareketin de olamayacağına inandığından, (mesela bir taşın fırlatılmasında olduğu gibi) süreksiz zorunlu hareketin oluşabilmesi için, hareket ettiren kuvvetin, ilk hareketin verilmesinden sonra, cismi ileten ortama geçtiği düşüncesini benimsemek zorunda kalmıştır.

Ancak Aristoteles’e göre, fırlatılan bir cismin hızı (v), bu cisme uygulanan kuvvetin miktarı (f ) ile doğru, cismin içinde bulunduğu ortamın yoğunluğu (d=direnç) ile ters orantılıdır ve v=f:d ve eğer f=a (ağırlık) olursa, v = a:d biçiminde ifade edilebilir.

Aristoteles’in ulaşmış olduğu bu sonuç sonraları iki açıdan eleştirilmiştir:
1. Ortamın direnci, sıfır olduğunda hız sonsuz olacaktır; oysa Aristoteles sonsuz hızı kabul etmez. Kuvvetin dirence eşit olduğu durumda da, Aristoteles’e göre hareket olmaz. Oysa, bu durumda formülden çıkan sonuç 1′dir ve bu hareketin olduğunu gösterir.
2. Hareketi olanaklı kılan ortam, bir taraftan cismi iletirken diğer taraftan durdurur. Oysa bir şeyin aynı anda iki karşıt niteliğe sahip olması olanaklı değildir.
Aristoteles’in oluşturduğu bu fizik ve evren görüşü kendisinden sonra az çok değişime uğramışsa da uzun yıllar egemen olmuş ve Galileo’nun yaptığı çalışmalarla geçersiz hale getirilmiştir.

Aristoteles’ten önce de hayvanlar üzerinde araştırmalar yapan bilginler vardı, ama zoolojinin, yani hayvanlar biliminin kurucusu Aristoteles olmuştur. Aristoteles, hayvanlar üzerinde yapmış olduğu gözlemlerden çıkarmış olduğu bulguları, Historia Animalium, (Hayvan İncelemeleri) De Partibus Animalium (Hayanların Bölümleri Üzerine) ve De Generatione Animalium (Hayvanların Türeyişi Üzerine) adlı yapıtlarında toplamıştır; bu üç yapıt, birbirleriyle bağlantılıdır; ancak birincisi hayvanların tasviri, ikincisi morfolojisi ve üçüncüsü ise üremesi ile ilgilidir.

Aristoteles, çalışmaları sırasında karşılaştırma yöntemini izlemiş ve bulguları belirlerken benzerliklerden ve farklılıklardan yararlanmıştır. Hayvanları, yaşamış oldukları çevre içerisinde inceleyen Aristoteles, Plinius’tan oldukça farklı bir tutum içerisindedir; sadece gözlem sonuçlarından yararlanmış ve önceki yapıtlardan derlemiş olduğu bulguları, kendi gözlemleri ile denetlemeyi ihmal etmemiştir. Rivayetlere güvenmemiş ve fil gibi, çok iyi tanımadığı hayvanlardan asla söz etmemiştir.

Aristoteles, De Partibus Animalium (Hayvanların Bölümleri Üzerineı) adlı eserinde doğru bir sınıflama yöntemi hakkında bilgiler vermiş ve hayvanları, kırmızı kan içerenler ve içermeyenler olmak üzere iki sınıfa taksim etmiştir :

I. Kırmızı Kanlı Olanlar (Sanguineous)

a. Doğuran dört ayaklılar. Bütün memeli hayvanlar bu guruba girmektedir; bunlara yarasalar ve yunuslar da dahildir.
b. Yumurtlayan dört ayaklılar. Bunlara kertenkele, kaplumbağa ve timsah dahildir.
c. Kuşlar ayaklarına göre sekiz alt gruba ayrılmıştır. Bu sınıflama onların ayak şekillerine ve beslenmelerine dayanılarak yapılmıştır.
d. Balıklar ise iskeletlerine göre iki kısma ayrılmıştır : kemik iskeletliler ve kıkırdak iskeletliler.

II.Kırmızı Kanlı Olmayanlar (Anaima)
a. Yumuşak vücutlu omurgasızlar.
b. Bir dış iskeletle kaplı olan yumuşak omurgasızlar.
c. Sert bir dış kabukla kaplı yumuşak omurgasızlar.
d. Böcekler; bunlar da sekiz kısma bölünmüştür.

Aristoteles, buradaki sekiz gruptan her birine kapsamlı cins (genus) ve onların alt bölümlerine ise cins veya tür adını vermiştir.

Robert Bosch Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 20th, 2008 | by admin | no comments

Alman sanayici Bosch motorlu araçlar için elektrik donanımı üreten dünya çapında başta gelen firmayı küçük bir tesisatçı dükkanından başlayarak kurdu. 20. yüzyılın başında hemen hemen her otomobile takılan manyetoyu geliştirerek dünya çapında ünlendi.

Bosch Schwaebische Alb dağlarında bir köy olan Albeck’de bir çiftçi ailesinin oniki çocuğunun onbirincisi olarak dünyaya geldi. Ailesinin başlıca gelir kaynağını, arabacıların geceledikleri ve atlarını değiştirdikleri bir han oluşturuyordu. Tren hattı döşendiğinde ailece Ulm’e taşındılar. Bosch ince tesviyecilik dalındaki çıraklığını tamamladıktan sonra ülkesinden ayrıldı. 1884′te ABD’ye giderek burada Thomas Alva Edison ile birlikte çalıştı ve ardından da İngiltere’ye gitti. Ondan iki yıl sonra da 10.000 marklık bir sermaye ile Stuttgart’ta bir tesisat, ince tesviyecilik ve elektroteknik şirketi kurdu. 1887′de bir arkadaşının kızkardeşi olan Anna Kayser ile evlenerek iki çocuk sahibi oldu.

Bosch, bir makinacı kalfa ve bir çırak çocukla birlikte her türlü elektrik tesisatı onarıyor ve telefon, ev telgrafı ve paratoner (yıldırımsavar) gibi aygıtları monte ediyordu. 1887′de gazlı motorlar için ürettiği manyetoyu izleyen yıllarda giderek geliştirdi. Elde ettiği başarılar yüzünden tesisatçı firmasının kapasitesini gözünde büyüttü. Yeni makine alımı için fazla yatırım yaptı ve 1890′da parasal sıkıntıya düştü. Ancak 1897′de ekonomik sıkıntısını atlatabildi.

Kendisi tarafından üretilen manyeto artık bir motorlu araca, bir Dioa-Bouton Üç Tekerleklisine takılabildi. Bosch bundan beş yıl sonra kesin başarıya ulaştı. Proje mühendisi Gotdob Honold bujilerle bir yüksek gerilim manyetosu geliştirdi. Bir aygıt ateşleme hızı ve dakiklik açısından tüm rakip firmaların ürünlerinden üstündü. Ayrıca hızlı çalışan benzinli motorların geliştirilmesi üzerinde etken oldu. Aradan çok geçmeden Bosch hemen hemen bütün büyük otomobil firmalarından sipariş almaya başladı.

Yeni yüzyıla girdikten birkaç ay sonra, bu arada 45 kişi çalıştıran Bosch, Stuttgart’a taşındı. Elektroteknik fabrikasını plânlarken ABD’de edindiği deneyimlerden yararlandı. Modera iş bölümünü göz önünde tutarak imalathanelerini donattı. Sık sık “Kızıl Bosch” olarak nitelendirilen sanayici, Almanya genelinde ancak 1918′de kabul edilen 8 saatlik iş gününü 1906′da uygulayarak sosyal tutumunu kanıtladı.

1910′da fabrikasında çalışanlara Cumartesileri öğleden sonra izin verdi. Diğer işletmelerin çoğunda o tarihte haftada altı tam gün çalışılıyordu. Şirketi 1913′te 7 haftalık bir işçi mücadelesine sahne olunca, Bosch işverenler birliğine katıldı. O tarihe kadar bu örgüte üye olmayı reddetmişti.

Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce Bosch ürünlerinin % 90′ını dış ülkelere satıyordu. Şirketi, motorlu taşıtlar için buji, ışık makinesi, akü, starter, far vb. parçalardan oluşan ilk standart elektrikli donanımı sunuyordu. İngiltere, Fransa ve ABD’de kendi şirketleri ve temsilcilikleri bulunmaktaydı. Her ne kadar savaş başladığında dış ülkelerden sağladığı kazanç elden gittiyse de, savaş için yaptığı üretim bunu kat kat çıkartıyordu. Bosch bu kazancının büyük bir bölümünü Neckar kanalının inşası için kurulan bir vakfa devretti. 1916′da firmasını anonim şirkete çevirdi.

Her zaman teknikteki yenilikleri göz önünde bulunduran Bosch, Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra araştırmaya büyük paralar ayırdı ve işletmesini giderek büyüttü. Özel hayatında 20′li yıllarda kaderin birkaç sillesine katlanmak zorunda kaldı. Oğlu mültipl skleroz hastalığından öldüğü gibi, çocuğunun ölümünü kabullenemeyen karısı da geçirdiği ağır depresyonlar yüzünden hastanelerde bakılmak zorunda kaldı. Bosch 1926′de boşandı ve bir yıl sonra Margarete Woerz ile evlenerek bir kız çocuk sahibi oldu.

Yine 1927′de çalışanlara şirkette uzun yıllar çalıştıktan sonra, emekliliklerinde parasal destek sağlayan Bosch Yardımı adı altında toplumsal bir kuruluşu hayata geçirdi. Ne var ki, 30′lı yılların başındaki dünya ekonomik buhranı 1937′den beri Robert Bosch GmbH adını taşıyan bu kuruluşu da etkiledi. Satışlar hissedilir derecede gerilerken çalışanların kimisine yol vermek gerekti.

Bosch’ un fabrikaları İkinci Dünya Savaşı’nda geniş çapta yıkıldılarsa da kendisi buna tanık olmadı. Şirketin kurucusu 1942 yılinda 80 yaşında Stuttgart’ta hayata veda etti. Fabrikaları yeniden inşa edildikten sonra üretim yelpazesine buzdolapları ve diğer elektrikli ev aletleri eklendi.

Blaise Pascal Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 20th, 2008 | by admin | no comments

Blaise PascalPascal (1623-1662) küçük yaşta kendini gösteren bir deha örneğidir. Henüz 12 yaşında iken, hiç geometri bilgisine sahip olmadığı halde daireler ve eşkenar üçgenler çizmeye başlayarak, bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunu kendi kendisine buldu. Çünkü avukat olan ve matematik ile çok ilgilenen babası, onun Latince ve Yunanca’yı iyice öğrenmeden matematiğe yönelmesini istemediğinden, bütün matematik kitaplarını saklayarak, Pascal’ın bu konu ile ilgilenmesini yasaklamıştı.

Pascal çocukluğunda “geometri neyi inceler?” sorusunu babasına sormuş, o da “doğru biçimde şekiller çizmeyi ve şekillerin kısımları arasındaki ilişkileri inceler” demişti. İşte bu cevaba dayanarak gizli gizli geometri teoremleri kurmaya ve kanıtlamaya başladı. Sonunda babası onun yeteneğini anladı ve ona Eukleides’in Elementler’ini ve Apollonius’un Konikler’ini verdi.

Dil derslerinden arta kalan boş zamanını bu kitapları okuyarak değerlendiren Pascal, 16 yaşında konikler üzerine bir eser yazdı. Bu eserin mükemmelliği karşısında, Descartes bunun Pascal kadar genç bir kimsenin eseri olduğuna inanmakta çok güçlük çekmişti. 19 yaşında, aritmetik işlemlerini mekanik olarak yapan bir hesap makinesi icat etti.

Pascal yalnızca teorik bilimlerde değil, pratik ve deneysel bilimlerde de yetenekli ve orijinal idi. 23 yaşında, Torriçelli’nin (1608-1647) atmosfer basıncı ile ilgili çalışmasını incelemiş ve bir dağa çıkartılan barometredeki civa sütununun düştüğünü, yani yükseklerde hava basıncının azaldığını, civa sütununu hava basıncının tuttuğunu, yoksa Aristotelesçilerin söylediği gibi, tabiatın boşluktan nefret etmesinin rolü olmadığını göstermiştir. Diş ağrısından uyuyamadığı bir gece de rulet oyunu ve sikloid ile ilgili düşünceler üzerinde durmuş ve sikloid eğrisinin özelliklerini keşfetmiştir. Pascal, Fermat ile yazışarak olasılık teorisini kurmuş ve bir binom açılımında katsayıları vermiştir. “Pascal Üçgeni”nin keşfi de ona aittir. 25 yaşında iken kendisini felsefi ve dini düşüncelere adamıştır. Sağlığı çok bozuktu ve 39 yaşında iken Paris’de öldü.

Wright Kardeşler Hayatları ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 20th, 2008 | by admin | no comments

Orville Wright (1871- 1948)
Wilbur Wright (1867 - 1912)

Wright Kardeşler, ilk motorlu uçağı yapan ünlü kardeşlerdir. Wilbur Wright 1867 yılında  doğmuş, 1912 yılında ölmüştür. Kardeşi Orville Wright ise 1871 yılında doğmuş, 1948  yılında ölmüştür.

Ohio, Daytonlu iki bisiklet ustası olan Wilbur ve Orville Wright, 1899′da kuşların nasıl uçtukları hakkında kendilerine ipucu verebilecek herşeyi sistemli bir şekilde incelemeye başladılar. Bilimsel eserlerde ve eski insanların deneyimleri arasında kendi işlerine yarayacak hiçbirşey olmadığını kısa sürede anlayan Wright kardeşler sadece Berlin yakınlarındaki bir tepe üstünden planörle uçuş denemeleri yapan ve bu konuda çok dikkatli notlar tutan Alman mühendisi Otto Lilienthal’in çalışmaları vardı.

Lilienthal kuşların uçmalarını çok yakından incelediği için planörünün bir kuşu  andırmasına fazla şaşmamak gerekir. Fakat o içlerinde ünlü ressam Leonardo Da Vinci’nin de  olduğu birçoklarını cezbeden tuzağa, yani kuş uçuşunu temsil eden kanat çırpma olayının  cazibesine kapılmadı. Lilienthal uçabilecek bir uçağın havayla temas halinde olan sabit bir kanadı olması gerektiğini gösterdi. Kararlı bir uçuşu gerçekleştirebilmek için gerekli
kontrol sadece onun söylediği böyle bir kanat tarafından sağlanabilirdi ve bu konuda Wright kardeşler de onunla uyuşuyordu.

Wilbur ve Orville Wright bilimsel öğrenim görmemişler, liseden sonra yüksek bir okulda  gitmemişlerdi. Fakat uçma alanındaki çalışmalarını ilerlettirken kendi bilimsel yönlerini de model uçaklar, uçurtmalar, insan taşıyan planörler ile yaptıkları yüzlerce deney sayesinde bu konuda bilimsel bir eser hazırlayacak kadar ilerlettiler. Hatta hazırladıkları 200′den çok farklı tipteki kanatları denemek için bir rüzgar tüneli dahi yaptılar. Wright kardeşlerin 17 Aralık 1903′te North Carolina’da Orville’in kontrolünde havalanan ilk uçağı aerodinamik ses teorisine bağlı kalınarak yapılmıştı.

Bu uçak iki pervaneliydi. Pilotla birlikte ağırlığı 335 kg.dı. Bu uçuşun beş tane görgü  şahidi vardır. Orville birinci denemede 12 saniye uçtu. Ve sadece 37 metre mesafe katetti.

O günkü son denemesinde ise, bu süre 59 saniyeye çıkmıştı ve 280 metrelik bir mesafeye  uçmuştu. Daha sonra uçaklarını geliştirdiler ve 1904 yılında uçağa havada dönüşler yaptırarak, geri dönmek suretiyle kalktıkları noktaya inmeyi başardılar.
Wright kardeşler, iyi bir uçak tasarımında kanadın ani esen şiddetli rüzgarların zararlı etkisiyle sert havanın aşağı ve yukarı çekici etkisine karşın pilotun düzeltmesiyle kanadın daha uygun bir vaziyet almasını sağlayan bir mekanizma bulunması gerektiğini anladılar. Kuşları gözleyerek sert havalarda uçuş düzeylerini korumak için kanat uçlarını nasıl büktüklerini not aldılar. Kanat bükmeyi planörlerinin kanatlarının uçaklarını bir

mekanizma yardımıyla eğerek taklit ettiler. Deneylerinden bunun işe yarayacağını tahmin etmişlerdir. Gerçekten de işe yaramıştır. Kanat eğmenin uçuş aerodinamiğini nasıl etkilediğini doğru bir şekilde tahmin ettiler ve anladılar.

Wright Kardeşler artık uçabilen bir uçak yaratmışlardı ama onu nasıl uçuracaklarını bilmiyorlardı. Bunu onlara gösterebilecek ne bir kitap ne de bir öğretmen vardı. Yavaş yavaş ve metotlu bir şekilde uçakla dönüş yapabileceklerinden çok zaman önce emin olmuşlardı. Daha ilk denemelerinde uçak tam bir daire dönüşünü kolaylıkla tamamlayarak havalandıkları noktanın yanına indi. Uçak dizaynı, diğerleri Wright kardeşlerinin
seviyesine gelinceye kadar bir süre olduğu yerde saydı. Pilotun kanadın üzerine yatık bir şekilde durmaktan kurtarıp oturmasını sağlayacak bir yer yapılması gibi zorunlu bir takım şeyler gerekiyordu. Wright kardeşler pilotun oturabildiği bir uçak dizaynı hazırladılar.

Ayrıca bir de iniş takımı yaparak kendilerini ilk uçuşlarında yanlarında taşıdıkları
tekerlekli kriko ve monoraydan kurtardılar.

Evangelista Torricelli Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 20th, 2008 | by admin | no comments

Açık hava basıncı üzerine yaptığı deneyleriyle tanınan İtalyan fizik ve matematik bilgini.

Çocukluğunda matematiğe olan merakıyla dikkatleri çekti. 1627′de Roma’ya giderek, hidrolik biliminin kurucusu ve Galilei’nin talebesi olan Benedetto Castelli ile birlikte çalıştı. 1641′de Galilei ile mektuplaşmaya başladı. Aynı sene, Castelli nin tavsiyesi üzerine Galilei, Torricelli’yi Tuscany’ye davet etti. Galilei ile görüştükten birkaç hafta sonra, Galilei ölünce, Tuscany büyük dükü Torricelli’yi onun makamına tayin etti. 1644 yılında geometri ve mekanik üzerinde bir kitap yayınladı. Matematik sahasında mühim bir boşluğu dolduran bu kitapta aynı zamanda Galilei’nin mekanik üzerindeki ilk çalışması, birbirine bağlı cisimlerin ortak ağırlık merkezleri aşağıya doğru hareket ederken, ani hareket edebilecekleri prensibi bir neticeye bağlanıyordu. Torricelli, bu çalışmalarını yaparken açık hava basıncı üzerindeki deneylerinde de devam etti. Basınçtan faydalanarak, civa doldurulmuş tüplerle yaptığı deneyler neticesinde, deniz seviyesinde 1cm²ye düşen basıncı 1033 gr/cm² olarak tespit etti. Geometri ve mekanik alanındaki fikirlerini ise ilk önceleri kimse önemsemedi. Torricelli aynı zamanda hocası Galileİ’nin teleskobunu ve kendi mikroskobunu geliştirmeye uğraştı.

1643′de Torricelli, hava basıncını ölçmek için cıvalı barometre denilen cihazı icat etti.

Wilhelm Conrad Röntgen Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 20th, 2008 | by admin | no comments

Wilhelm Conrad RöntgenRöntgen Prusya’nın Lennep şehrinde doğdu. Çocukluğu ve ilköğretim yılları Hollanda’da ve İsviçre’de geçti.1865 yılında girdiği Zürih Politeknik’te üniversite eğitimi gördü ve 1868 yılında makine mühendisi olarak mezun oldu. 1869 yılında Zürich Üniversitesi’nden doktorasını aldı. Mezuniyetinin ardından 1876′da Strazbur’da, 1879′da Giessen ve 1888′de Würzburg Julius-Maximilians-Üniversitesi’nde fizik profesörü olarak öğretim görevi yaptı. 1900′de Münih Üniversitesi Fizik kürsüsüne ve yeni Fizik Enstitüsünün yöneticiliğine getirildi.

Karısının ölümünden dört yıl sonra 1923 yılında,I. Dünya Savaşı’nın yarattığı yüksek enflasyon ekonomisi ortamında maddi sıkıntılar içinde Münih’te öldü.

Öğretim üyeliği görevinin yanı sıra araştırmalar da yapmaktaydı. 1885 yılında kutuplanmış bir geçirgen hareketinin, bir akımla aynı manyetik etkileri gösterdiğini açıkladı. 1890′lı yılların ortalarında çoğu araştırmacı gibi o da katot ışın tüplerinde oluşan lüminesans olayını incelemekteydi. “Crookes tüpü” adı verilen içi boş bir cam tüpün içine yerleştirilen iki elektrotdan (anot ve katot) oluşan bir deney düzeneği ile çalışıyordu. Katottan kopan elektronlar anoda ulaşamadan cama çarparak, floresan adı verilen ışık parlamaları meydana getirmekteydi. 8 Kasım 1895 günü deneyi biraz değiştirip tüpü siyah bir karton ile kapladı ve ışık geçirgenliğini anlayabilmek için odayı karartıp deneyi tekrarladı. Deney tüpünden 2 metre uzaklıkta baryum platinocyanite sarılı olan kağıtta bir parlama farketti. Deneyi tekrarladı ve her defasında aynı olayı gözlemledi. Bunu mat yüzeyden geçebilen yeni bir ışın olarak tanımladı ve cebirde bilinmeyeni simgeleyen X harfini kullanarak “X ışını” ismini verdi. Daha sonraları bu ışınlar, “Röntgen ışınları” olarak anılmaya başlanmıştır.

Bu buluşundan sonra Röntgen farklı kalınlıktaki malzemelerin ışını farklı şiddette geçirdiğini gözlemledi. Bunu anlamak için fotoğrafsal bir malzeme kullanıyordu. Tarihteki ilk tıbbi X ışını radyografisini de (Röntgen filmi) yine bu deneyleri sırasında gerçekleştirdi ve 28 Aralık 1895 yılında bu önemli keşfini resmi olarak duyurdu.

Olayın fiziksel açıklaması 1912 yılına kadar net olarak yapılamasa da, buluş fizik ve tıp alanında büyük heyecan ile karşılandı. Çoğu bilim adamı bu buluşu modern fizik|modern fiziğin başlangıcı saydı. Amerikalı mucit Pasteur 1898 yılında tıpta fizik tedavide kullanılmak üzere X ışınları üreten bir aygıt geliştirdi.Ama çok miktarda X ışınına maruz kalındığında meydana gelebilecek sağlık sorunlarını kimse farketmedi

Kadavradan Alınan Kalp Çalıştırıldı

Categories: Bilim Teknik, Sağlık Bilgisi, Teknoloji Haberleri | February 19th, 2008 | by admin | no comments

Hayvan kadavrasından alınan bir kalp, canlı hücreler eklenerek yeniden çalıştırıldı.

ABD’de bağışlanan kalpler yetersiz olduğu için her yıl 50 bin hasta ölüyor. Dünyada ise 22 milyon insan, kalp hastalığı tehdidi altında yaşıyor. Minnesota Üniversitesi Kalp Damar Onarım Merkezi Başkanı Araştırmacı Doris Taylor, “Amaç, kendi hücrelerinizden nakledilebilir damarlar ya da tüm bir kalp geliştirebilmek” dedi.

Laboratuvarda canlı kalp dokusu elde etmek konusunda gelişmeler sağlanmıştı. Bu defa ilk kez tümüyle biyolojik bir kalp hayata getirilebildi. “Hücrelerden arındırma” yöntemiyle ölü bir farenin kalbindeki bütün hücreler, güçlü temizleyiciler kullanılarak temizlendi ve geriye proteinlerden oluşan kalbin çerçevesi kaldı. Bu çerçeveye yeni doğmuş fare kalplerinden alınan hücreler, karışım halinde enjekte edildi ve böyle birkaç kalp, steril laboratuvar ortamında büyümeye bırakıldı. Dördüncü gün kalplerde kasılmalar görüldü, sekizinci günün sonunda ise kalpler pompalama işlevlerini yerin getirmeye başladılar. Bu sonuç araştırmacıları bile şaşırttı. Araştırmacılardan Harald Ott, “İlk kasılmaları gördüğümüzde dilimiz tutulmuştu. Bu kadar iyi ve bu kadar çabuk çalışmasına çok şaşırdık” dedi.

Ölümsüzlüğün peşindeki doktorun dramatik öyküsü
İngiliz edebiyatının ünlü kadın yazarı Mary Shelley’in (1797-1851) kaleme aldığı ve bugüne kadar 50’ye yakın filme konu olan ünlü romanının kahramanı Dr. Frankenstein, hastalıklara çare bulmak için insanı yeniden yaratmayı amaçlamaktadır. Dr. Frankenstein, çalışmaları sonucunda bir “yaratık”ı canlandırmayı başarır… Sheley’in romantizmi savunmak, modernizme ve aklın acımasız egemenliğine karşı çıkmak amacıyla kaleme aldığı eser, zaman içinde bir korku klasiği haline geldi ve tüm dünyaca bu özelliğiyle tanındı.

Cybershot S Serisinde Yüz Tanıma Fonksiyonları

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | February 19th, 2008 | by admin | no comments

Cybershot S serisinde yer alan iki yeni ürünü tanıttı S780 ve S750. S780, 8.1 megapiksel çözünürlükle serinin en üst modeli

Bas-çek kategorisindeki fotoğraf makinelerinin yarışı sadece mega piksel üzerinde yoğunlaşmıyor. İlk örneklerini Fuji modellerinde gördüğümüz yüz tanıma yazılımları da bunlardan biri. Sony’nin yeni Cybershot S780 ve S750 modellerinde de yer alan bu özellik çekmek istediğiniz karede yer alan yüzleri otomatik olarak tanıyıp netlik ve renk ayarlamalarını yapıyor. 7,2 ve 8,1 mega piksel çözünürlük ve daha uzun ömürlü yeni nesil lityum iyon piller de cabası.

ABD, enerji politikalarında radikal değişikliklere gidiyor. Kömür, petrol, doğalgaz ve nükleer santralardan kömür enerjisine geçerek, 2050 yılına kadar ülkenin elektrik enerjisinin %69′unu ve toplam enerjisinin %35′ini güneş enerjisi santralarından karşılamayı hedefliyor. Bu değişiklik, ayrıca, sera gazı emisyonunu büyük ölçüde frenleyecek. ABD uzun süredir enerji faturasını azaltmanın yollarını arıyor. Pek çok siyaset bilimcisine göre Ortadoğu’da sürmekte olan savaşın gerçek nedenlerinden biri, ABD’nin küresel fosil yakıt pastasından en büyük paya sahip olmak istemesi. Çin, Hindistan ve diğer ulusların fosil yakıt talepleri arttıkça enerji savaşlarının giderek şiddetleneceğine kesin gözüyle bakılıyor. Bu arada kömür, petrol ve doğalgaz ile çalışan enerji santralleri ve modern yaşamın ayrılmaz parçası olan benzinli araçlar atmosfere milyonlarca ton sera gazı ve zararlı parçacıklar yayarken, insanlar küresel ısınma ile nasıl baş edeceklerini düşünüyor.

İyi niyetli bilim adamları, mühendisler, ekonomistler ve politikacılar, fosil yakıt tüketimini ve emisyonunu az da olsa azaltacak çeşitli çözümler üretme çabasında. Ancak bu çözümlerden hiçbiri bu devasa sorunu çözebilecek potansiyele sahip değil. Fosil yakıt kıskacından kendilerini kurtarmak için köklü değişikliklere gereksinim duyan ABD yönetimi, en akılcı çözümün güneş enerjisine geçmek olduğuna inanıyor.

GÜNEŞ ENERJİSİNİN POTANSİYELİ

Güneş enerjisinin potansiyeli henüz tam olarak bilinmiyor. Yeryüzüne 40 dakika süresince çarpan güneş ışığının içerdiği enerji, küresel enerji tüketim toplamına eşit. ABD ise bu konuda çok şanslı, çünkü ülkenin büyük bir bölümü güneş ışığından nasibini alıyor. Örneğin yalnızca güneybatıda 650.000 kilometre karelik bir alan güneş enerjisi ile çalışacak santrallerin kurulması için uygun. Bu bölge 4.500 katrilyon Btu (British thermal units) güneş ışını alıyor. Bu ışının % 2.5′luk bir oranı elektriğe dönüştürülebilseydi, ülkenin 2006 yılındaki toplam enerji tüketimini karşılayabilirdi.

ABD’nin güneş enerjisine geçmesi için çok geniş bir toprak parçasının fotovoltaik (FV) panellerle ve güneş ışığını odaklayan aynalarla kaplanması gerekiyor. Ayrıca enerjinin ülkenin dört bir yanına taşınması için doğru akım (DC) nakil ana hatlarının kurulması da gerekli.

Aslında bütün bunlar için teknoloji hazır. Uygulamaya geçmek için hazırlanan “Büyük Plan”ın yürürlüğe girmesi durumunda ABD’nin elektrik tüketiminin %65′i ve toplam enerjisinin %35′i 2050 yılına kadar güneş enerjisi ile karşılanacak. Bilim adamları bu enerjinin tüketiciye satış fiyatının bugünkü konvansiyonel enerji kaynaklarına eşit olacağını öngörüyor. Bu da elektriğin kilovat saatinin yaklaşık 5 sent olması anlamına geliyor. Eğer rüzgâr, biyo-kütle ve jeotermal enerji de aynı anda devreye girerse, yenilenebilir enerji 2100 yılına kadar ülkenin elektrik gereksiniminin %100′ünü ve toplam enerji gereksiniminin %90′nını karşılayabilir.

Federal hükümetin 2050 yılında tamamlanması düşünülen planın finansmanı için yaklaşık 400 milyar dolara ihtiyacı var. Bu çok büyük bir yatırım olarak düşünülse de kısa zamanda daha büyük bir miktarda getiri sağlayacak. Bir kere güneş santralleri çok az fosil yakıt tüketir veya hiç tüketmez. Bu da her yıl milyarlarca doların tasarruf edileceği anlamına geliyor. Altyapının kurulmasıyla, kömürle çalışan yaklaşık 300 santral, doğalgaz ile çalışan daha büyük 300 santral ve bunların tükettiği yakıt devre dışı kalacak. Plan, kısaca, ithal petrole olan bağımlılığı tümüyle ortadan kaldırırken, ABD’nin dış ticaret açığını azaltacak ve Ortadoğu’daki siyasi tansiyonu hafifletecek. Bu arada güneş teknolojisi kirlilik yaratmadığı için de plan, enerji santrallerinden 1.7 milyar ton, benzinli taşıtlardan 1.9 milyar ton sera gazı emisyonunu ortadan kaldıracak. 2050 yılında ABD’nin karbon dioksit emisyonu 2005 yılındaki emisyonun %65 altına inecek. Bunun da küresel ısınmanın frenlenmesi açısından önemli bir gelişme olması bekleniyor.

A) FOVOLTAİK ÇİFTLİKLER

Fotovoltaik enerji çiftliği Son yıllarda fotovoltaik (FV) pil ve modüllerin üretim maliyeti büyük ölçüde düşerek geniş ölçekli kullanımın yolu açıldı. Çeşitli pil çeşitleri bulunmasına karşın, bugün bunların en ucuzu ince kadmiyum telürid tabakalarından yapılanlardır. 2020 yılına kadar kilovat saat başına elektriği 6 sente mal etmek için kadmiyum telürid modüllerinin elektriği %14 verimlilikle dönüştürmesi gerekir. Şu andaki modüllerin verimliliği %10 civarında seyrediyor. Verimliliğin artırılması çalışmaları devam ederken, teknolojik gelişmeler de bu süreci hızlandırıyor. Bugün ticari verimlilik son 12 ayda %9′dan %10′a çıktı. Ayrıca modüller geliştirildikçe damlara yerleştirilen FV pillerinin ev sahipleri için giderek ucuzlayacağı da bir gerçek.

Büyük enerji planı dahilinde 2050 yılına kadar fotovoltaik teknolojisinin 3.000 gigavat (veya milyarlarca vat) enerji sağlaması amaçlanıyor. Bunun için 78.000 kilometre kare alana fotovoltaik modüllerin sırayla yerleştirilmesi gerekiyor. Bu, çok geniş bir alan gibi görünmekle birlikte, kömürle işleyen bir enerji santralının ihtiyacı olan alandan çok daha küçük.

2050 yılına kadar planın amaçlanan sonuçları vermesi için modüllerin veriminin %14′e çıkartılması gerekiyor. Ticari modüllerin verimliliği laboratuvarlarda üretilen güneş pillerinin verimliliğine erişmeyecek olsa da, Ulusal Yenilenebilir Enerji Laboratuvarı’nda geliştirilen kadmiyum telürid pilleri bugün %16.5 verimliliğe ulaşmış durumda. Bugün Ohio’daki First Solar adındaki üretici şirket ilk kez modül verimliliğini 2005′teki %10′dan 2007′de %10′a çıkartmayı başardı.

B) BASINÇLI MAĞARALAR

Güneş enerjisini kısıtlayan en önemli etmen, güneş ışığının olmadığı bulutlu günlerde ve güneş battığında elektrik üretmenin mümkün olmaması. Bu nedenle güneşin bol olduğu saatlerde ihtiyacın üzerinde enerji üretilmesi ve bunun da depolanması gerekiyor. Pil gibi enerji depolayan sistemler hem pahalı hem de verimsiz olduğu için kullanımları sınırlıdır. Bu durumda basınçlı-hava enerji depolama sistemi umut vaat eden bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor. Bu sistemlerde fotovoltaik tesislerden elde edilen elektrik havayı sıkıştırır ve yeraltındaki boş duran mağaralara, terk edilmiş madenlere, tükenmiş doğalgaz kuyularına pompalar. Basınçlı hava istenildiği zaman elektrik üreten bir türbini döndürür. Türbin ise az miktarda doğalgaz ile çalışır.

Kaliforniya Palo Alto’daki Elektrik Enerjisi Araştırma Enstitüsü’nde yapılan araştırmaya göre sıkıştırılmış-hava depolama sisteminin maliyeti kurşun-asit pillerinin yaklaşık yarısı kadar. Buna bağlı olarak 2020 yılında kilovat saat başına enerji maliyetinin 8-9 sent civarında olabileceği hesaplanıyor.

C) SICAK TUZ

Güneş enerjisi çiftliği Büyük plan dahilinde güneş enerjisinin beşte biri, yoğunlaştırılmış güneş enerjisi olarak bilinen teknolojiden yararlanarak sağlanacak. Bu tasarımda uzun, metalik aynalar güneş ışığını, içi sıvı dolu borulara odaklanır. Burada ısınan sıvı bir ısı eşanjörünün içinden geçer ve sonucunda bir türbini çalıştıracak oranda buhar üretir.

Enerjinin depolanması sırasında borular içi erimiş tuz ile dolu, izole edilmiş, büyük tanklara bağlanır. Erimiş tuz ısıyı büyük bir verimlilikle muhafaza eder. Geceleri ısı buradan alınır ve buhar haline getirilir.

ABD’de uzun yıllardır toplam kapasitesi 354 megavat olan 9 adet güneş enerjisi tesisi güvenilir bir şekilde elektrik üretiyor. Nevada’da 64 MV gücünde yeni bir tesis Mart 2007′de devreye alındı. Ne var ki bu tesislerin ısıyı depolama özelliği bulunmuyor. Büyük Plan’ın tasarlandığı gibi yürümesi için 16 saatlik bir depolama sistemi gerekiyor. Ancak bu sistem ile birlikte 24 saat elektrik üretmek mümkün olabilecek.

Şu anda varolan tesisler incelendiğinde yoğunlaştırılmış güneş enerjisinin uygulama açısından kolaylıklar içerdiği görülüyor. Ancak burada da maliyet konusu öne çıkıyor. 2006′da hazırlanan bir rapora göre 2015 yılında, yoğunlaştırılmış güneş enerjisi kilovat saat başına 10 sente elektrik üretebilecek.

ALTYAPI SORUNU

Bugün kömür, petrol, doğalgaz ve nükleer enerji santraları enerjinin gerekli olduğu bölgelerin yakınlarına kuruludur. Oysa ABD’nin güneş enerjisi üretim tesislerinin güneybatı bölgesinde toplanması bekleniyor. Şu anda varolan alternatif akım (AC) enerji hatları enerjiyi bu tesislerden alıp tüketicilere taşıyacak miktarda ve nitelikte değil. Ayrıca uzun mesafelerde enerji kayıplarının çok fazla olacağından kaygı duyuluyor. Bu bağlamda yeni, yüksek voltajlı doğru akım (HVDC) enerji nakil hatlarının kurulması gerekiyor.

Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı’nda yürütülen bir çalışmaya göre uzun mesafe HVDC hatları AC hatlarından daha az enerji kaybı yaşayacak. Nakil hatlarının oluşturacağı altyapı plana göre güney batıdan çıkarak ABD sınırları boyunca ilerleyecek. Hatlar, enerjinin AC’ye dönüştürüldüğü konverter istasyonlarında sonlanacak

Resim 1: Tucson Electric Power Company’nin Arizona’da kurduğu 4.6 megavat gücündeki tesis binlerce fotovoltaik pilden oluşuyor. Piller bir araya gelerek modülleri, kablolarla birbirine bağlanan modüller ise dizileri oluşturuyor.

Resim 2: Yoğunlaştırılmış güneş enerjisi tesisleri güneybatıda fotovoltaik çiftlikleri tamamlayacak. Kaliforniya’daki Mojave Çölü’nde kurulan Kramer Junction tesisi, İsrail’den aldığı teknoloji ile 1989 yılından beri çalışmakta.

Pusulanın İcadı

Categories: İcat ve Buluşlar | February 19th, 2008 | by admin | no comments

Karalar gözden kaybolduktan sonra, denizde artık deneysel kurallara dayanılarak yol bulmak ve bunu sürdürmek imkânsızdı. Bilimsel tekniğe baş vurmak zorunlu olmuştu. Gidilecek mesafe çok uzak oldu mu, dünyanın küresel yüzeyi düz bir planda gösterilemiyordu. Bu nedenle, gemiciler son çare olarak XVI. yüzyıla kadar kullanılacak “Yer yuvarlağı”na baş vurdular; artık geminin bulunduğu yer, enlem ve boylamlara göre belirlenmekteydi.

Bunun için de X. yüzyılda Araplardan gelme usturlaplar kullanılmakta; bunlarla yıldızların yükseltisi bulunarak kabaca bir enlem-boylam tayini yapılmaktaydı. Ne var ki, boylam hesaplarında birkaç dereceye varan hatalar yapıldığından, işler karışıyordu. Gemiciler, bu çocukluk çağındaki yöntemlerle kalmış olsalardı, kıyılardan uzaklaşmaya dünyada cesaret edemezlerdi. Ama neyse ki, ellerinde pusula vardı.

“Pusula”: İşte bir Çin icadı daha! Isın sülâlesi zamanında (265-419), Çinliler mıknatıslı bir iğne sayesinde “Güney”i belirleyebiliyorlardı. İğnenin bu özelliğinden yararlanmak için 424′te “Mıknatıslı arabalar” yapıldı. Bu arabalar, dikey bir eksen çevresinde dönen bir heykel taşımaktaydı. Heykel, içinde gizli bulunan bir mıknatısın etkisiyle hep güneye dönük dururdu.

Çinlilerin kendilerine mal ettikleri bu icadın gerçek mucitleri Normanlardır. Bunlar, 874′te İzlanda’yı fethetmişler; 932′de Grönland’ı keşfetmişler ve 1000 yılında -yani Kolomb’dan beş yüzyıl önce- Amerika’ya ayak basmışlardı. Pusulaya sahip olmasalardı, bu olağanüstü başarılara nasıl ulaşabilirler, açık denizlerde binlerce millik mesafeleri nasıl aşabilirler ve hareket ettikleri noktaya nasıl dönebilirlerdi?

Her neyse, Fransa’da pusuladan ilk olarak 1200′de söz edilmeye başlandı. Bunu, 1207′de İngiltere ve 1213′te İzlanda izledi. Pusulanın ilkel bir yapısı vardı o zamanlar. İlk önemli gelişmeyi gerçekleştiren Pierre de Maricourt oldu (1269). İğneyi bir mile geçirdikten sonra, bunu bir yanı saydam ve derecelenmiş bir kutunun içine yerleştirdi. Böylece gemicilerin pergeli halini alan bu gereç, artık onlara etkili bir rehber olabilecek; bilinmeyen denizlere açılmalarını ve büyük keşifler çağını açmalarını sağlayacaktı.

Tekerleğin İcadı

Categories: İcat ve Buluşlar | February 19th, 2008 | by admin | no comments

Tabiatta hiç bir örneğine rastlanmadığı halde, bize son derece doğal gelen ve modern tekniğin ekseni olacak kadar önemli bir icadı, tekerleği de Güneybatı Asya’ya borçluyuz.

Elimize, tekerleğin hangi tarihte icat edildiğini gösterecek hiç bir belge geçmemiştir. Ancak bu aracın günümüze en eski çağlardan geldiği de kesindir. Amerikalı arkeolog Speiser, Gawra’da, M.Ö. 3.000-2.500 yıllarının kalıntılarında tekerleğe rastlanmış; İngiliz meslektaşı Woolley de Ur’da, M.Ö. 2.950 yıllarından kalma mezardan bir tekerlek çıkarmıştı. Ne gibi bir ihtiyacın bu icada yol açtığı kesinlikle bilinmiyor. General Frugier’nin ilginç ve inandırıcı varsayımına göre; Yontma Taş Çağı’ndan başlayarak insan, avladığı hayvanı, kaya parçaları gibi bazı şeyleri taşıma ihtiyacını duymuştur. Bu soruna çare ararken, kesilmiş bir ağacın yuvarlandığını, böylece taşımayı kolaylaştırdığını fark eden insanlar yüklerini iki ağaç kütüğünün üzerine koymayı akıl ettiler. İngiliz tarihçisi Maccurdy’ye göre; tekerleğin atası, tomar denilen silindir biçiminde durulmuş kağıt ya da deridir. Bu gelişmeyi kazılar da doğrulamaktadır. Yapılan kazılarda Sümer ülkelerinde, M.Ö. 3.000′den kalma kızaklar ve arabalar çıkartılmıştır.

Tekerleğin icadını hemen arabanın izlediği kesindir. Bir çift tekerleği dingille birleştirmek ve buna demirsiz bir saban oturtmak işten bile değildir. Gerçekten de, M.Ö. 3.000 yıllarının Sümer kalıntılarında rastlanan arabalar böyledir. Sürücüsü, iki tekerleğin arasına konmuş bir eyere, ata biner gibi otururdu. Bu taslak çabuk gelişerek dört tekerlekli bir araç oldu; fakat henüz ön tekerlekler sabitti.

Bu araca ilkin hangi hayvan koşulmuştu? Fransız arkeologu Georges Contenau’ya göre, yaban eşeği. O dönemde, bu bölgede at bilinmiyordu ve henüz sözünü etmediğimiz Türkler atı ehlileştirmişlerdir.

Ortaçağda önemli bir rol oynayacak olan bu ulus. Orta Asya, Doğu Sibirya ve Mançurya’da yaşamaktaydı. Henüz Yontma Taş Çağı’nda yaşayan bu göçebe halkın hayatı, Babil ve Mısır uygarlığının tam karşıtıydı. Ama onların buz gibi ve dümdüz steplerde uzanan ülkeleri. Yakın Doğu’nun güneşli ve serin vahasının da karşıtı değil miydi? Asyalı göçebe halkın hayatı, her çeşit yiyeceğe alışan bu yorulmaz hayvanın, atın sırtında geçiyordu. Onu gem’e alıştıran Türklerin Güneybatı Asya’ya akınları sonucunda, bu bölgede atı tanıdı, ilk uygarlıklar, insanlığın bu en soylu buluşunu, paha biçilmez armağanını onlardan aldılar.

Koşum kayışlarıyla arabaya bağlanan atla birlikte ilk savaş aracı da doğmuş oldu. Antik dünya, arabayı ve atları bu korkunç görünümüyle ilk defa tanıyordu. Sonra M.Ö. 2.000 yılında Mezopotamya’da görülen araba, giderek Sami ırkından Hiksosların akınıyla Mısır’a girince, Firavun’un ordusunda, 1917′de ilk müttefik tanklarının Alman askerleri üzerinde yarattığı paniğe benzer bir korku yarattı. Mısırlılar hayvan gücü olarak henüz öküz ve eşekten yararlanıyorlardı. Ancak tecrübeden çabuk ders almayı bildiler. istilâcıları ülkeden atar atmaz bu yeni savaş aracını kullanmaya başladılar. Öyle ki. Mısır tarihinin en parlak dönemi olan Yeni İmparatorluk’tan kalan belgeler, Firavun’u gelecek kuşaklara savaş arabasının üstünde, bir eliyle dizginleri tutar, ötekiyle de düşmanı yere serer biçimde gösterebilmiştir.

Bunu izleyen on yüzyıl boyunca, araba, savaş alanlarında fetih aracı olarak hizmet etti. Asurlular, M.Ö. 1.000 yıllarında bir sürücünün kullandığı, iki savaşçıyı çeken çift at koşulmuş arabaları sayesinde dünyaya egemen oldular. Asur’un ünlü kralları Surgon ve Assurbanipal birçok şehirleri, güçlü savaş makineleri halini alan arabalarıyla kuşattılar. Bu arabaların, tekerlekleri üzerine oturtulmuş ağır koçbaşlarıyla şehir kapılarına saldırdılar; savaşçılar kalkanlarının arkasına saklanarak kale duvarlarının üstüne yürüdüler. Ancak bu ağır “topçu gücü”nün yanı sıra yeni bir silahlı birlik daha meydana getirmişlerdi: Atlılar. Bir halı parçasının üzerinde oturan bu eyersiz ve üzengisiz Asur atlıları, İskender’in fetihlerine yol açan öncüler oldular.

Galileo Galilei Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 19th, 2008 | by admin | no comments

Pisa (İtalya) doğumlu Galile, müzik ve matematik ile uğraşan bir babanın oğlu, soylu ama yoksul bir ailenin üyesiydi. Kepler ile zamandaştır. Yetişmesi skolastik (ya da Aristocu) gelenek içindeki eğitim ile olmuştur. Ancak düşüncelerinde bağımsız, sözünü esirgemeyen kişiliği öne geçmiştir. Tıp eğitimi sırasında geometri konusunda dinlediği bir konferans ilgisini matematiğe çekmiştir. Newton’da tamamlanacak olan, Aristo fiziğinden modern fiziğe geçiş için bilimsel devrimi başlattı. Fizik, matematik ve astronomi konularında çığır açmış, ilgisi daha çok “hareket” üzerine yoğunlaşmıştır. Bu nedenle, klasik fiziğin temellerini kurmuş, Güneş merkezli astronomi sisteminin fiziğini geliştirmiştir.

Aristo’ya göre; hareket her zaman bir kuvvete (hareket ettiriciye) gereksinim duyar. Cisim, kuvvet kendisini hareket ettirdiği sürece hareket eder.

Galile’nin görüşü; kendi haline bırakılan cisim, herhangi bir kuvvet etkisinde kalmadığı sürece, durumunu korur (hareket ediyorsa hareketini sürdürür, durgun ise hareketsizliğini korur), bu “eylemsizlik kuralı”dır.

Galile Aristo fiziğini bu eylemsizlik kuramı ile yıkmıştır. Hareket cisim için bir noktadan başka bir noktaya geometrik geçiştir, cisimde bir değişiklik yapmaz. Bu nedenle tek bir cisim birden fazla harekete sahip olabilir. Bu şekilde cismin izleyeceği yol bu hareketlerin birleşimi ile belirlenir. Atılan bir merminin, düzgün doğrusal hareket ile serbest düşme hareketinin bileşkesi olan parabol bir yol izlediğini göstermiştir. Galile’ye göre hareketin hızın değiştirebilmek için bir kuvvet gerekir (daha sonra Newton mekaniğinde hareketin birinci yasası oldu; F=m*a).

Onun için gerçek dünya, matematik bağıntıların dünyasıydı. Deney ve matematiksel düşünmeyi birleştirerek modern sentez yöntemine ulaşmıştır. Cisimlerin serbest düşme olayını ele aldı, atmosferde serbest bırakılan aynı büyüklükteki iki cisimden daha yoğun olanı Yer’e daha erken ulaşır (ki bu Aristo’nun da bildiği gözlediği olaydır). (Ancak ideal durumda (düşmeyi engelleyen atmosfer direncinin olmadığı tam bir boşlukta), yoğunlukları ne olursa olsun tüm cisimler aynı düşme yüksekliğini aynı sürede tamamlarlar). Gözlemler düşmenin düşmenin sabit hızla değil ivmeli olduğunu göstermiştir. Galile yaptığı deneylerle “serbest düşme yasası”nı ifade etti; serbest düşen bir cismin aldığı yol, düşme süresinin karesi ile orantılı olarak değişir: s = (1/2) g t2 (g:yerçekimi ivmesi)

Katedralin tavanındaki bronz lambaların hareketini izleyerek /tüm salınımların aynı sürede devam ettiğini gözleyerek) sarkaç yasasını buldu. Buradan da salınımın, saatlerde kullanılabileceğini düşündü.

Fizikteki bulguları teorik yönden olduğu kadar uygulama yönünden de etkisini göstermiştir. Brahe ve zamandaşı Kepler’in tersine daha baştan Kopernik’in Güneş merkezli teorisini benimsemiş ve bunu doğrulamak için araştırmalar yapmıştır.

1609’da Hollandalı bir gözlükcünün uzak cisimleri büyüten mercek icat ettiğini duyduğunda (ışığın yansıma ve kırılma bilgilerinden de yararlanarak) araştırmalara girerek ilk teleskobu üretdi. Bu sayede Batlamyus astronomisini temelden çökerten buluşlar yapılmaya başladı. Gözlem sonuçlarını Siderius Nuntius (Yıldızların Habercisi) adlı kitabında yayınlamıştır:

1. Jüpiter gezegeninin etrafında dolanan 4 tane uydu saptadı (Io, Europa, Ganymade ve Callisto). Geleneksel öğreti; yıldızlar dışında gökcisimlerinin sayısının 7 den fazla olamayacağını varsayıyordu. Kepler yasaları bu uydular için de geçerliydi, o halde bunlar minyatür bir Güneş sistemidir. Bu uyduların dolanmaları da gezegenlerin Güneş etrafındaki hareketlerine (Kopernik sistemi) benziyordu.

2. Teleskobu ile, Venüs’ün Ay gibi evreler gösterdiğini ortaya çıkardı. Bu gözlemi ile Kopernik’in varsayımını doğrulamaktadır, Batlamyus modelinde ise Venüs’ün dolun evresinde de görülmesi gerekir. (Bunlar, yüzyıllardır süren önyargılara ters düştüğü için, şeytanca bir araç olan teleskopla gökyüzünü incelemeye pek iyi gözle bakılmıyordu).

3. Ay yüzeyinde krater, dağ ve vadilerin bulunduğunu saptamıştır. Dolayısiyle Ay ile Yer aynı maddeden yapılmıştır (yine Aristo görüşüne ters).

4. Güneş üzerinde bulunan “siyahlıklar”ın, yüzeyindeki lekeler olduğuna inandı. Uzun ömürlü lekeleri takip ederek Güneş’in » 26 günlük bir dönme dönemi olduğunu buldu. O zamana kadar bu koyuluklarla ilgili iki görüş vardı:

i) Bunlar Merkür’ün Güneş önünden geçerken oluşan gölgelerdir. Galile; Merkür’ün Güneş önünden geçişinin » 7 saat sürdüğünü hesapladı, ama lekeler daha uzun süreli gözlenebiliyordu.

ii) Bu koyuluklar, Güneş ile Yer arasında bulunan küçük gök cisimlerine aittir. Güneş üzerindeki olay böyle olsaydı, farklı gözlem noktalarından bakıldığında benekler Güneş’de farklı konumlarda olacaktı.

5. Samanyolu’nun bir bulut değil, çok sayıda yıldızdan oluştuğunu gözledi.

6. Satürn’ün etrafında gezegene yapışık iki parça ya da uydu gördü. Bir süre sonra bunların ortada olmadığını izlediğinde “galiba Satürn çocuklarını yedi” şeklinde şaşkınlığını belirtti. Teleskobu güçlü olmadığı için Satürn’ün halka yapısını tam anlayamamıştır. Yer ve Satürn’ün yörünge hareketi sırasında, halka düzlemi bakış doğrultusuna geldiğinde seçilmesi zor olur.

1616 yılında kilise Galile’ye Kopernik modelini kabul etmeyi, öğretmeyi ve savunmayı yasakladı. Ancak O 1632 de “İki Dünya Sistemi Arasında Konuşma” adlı eserini yayınladı ve bu hareketin kaçınılmaz sonucu geldi çattı. 1630 da Roma’da engizisyon mahkemesine çıkarıldı.

Galile hakkında, kilisenin verdiği kararın bozulması için (346 yıl önceki mahkumiyetini kaldırmak için) Papa II. John Paul 1979 yılında bir öneri verdi Bu olay 12 yıl görüşüldükten sonra 1992’de Galile affedildi. İlginç olan, doğruluğu artık kimse tarafından inkar edilemeyecek olayın 12 görüşülmesidir.

Kopernik ve Kepler’den sonra gezegen hareketlerinin matematiksel olarak ifade edilebileceği aşikardı. Galile yer yüzündeki cisim hareketlerinin de matematiksel bağıntı ile saptanabileceğini gösterdi. Galile, doğayı, Aristo geleneğinde olduğu gibi, insan imajı ile düşünmedi, ancak sayılara da Pisagorcu gelenekteki gibi mistik ya da tanrısal özellik vermedi. Anlatmak istediği, “insanın dışında ve onun isteklerinden bağımsız olan dünya matematiksel yöntemlerle anlaşılabilir”.

Sir Isaac Newton Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 19th, 2008 | by admin | no comments

Bir Çiftci olan babası o doğmadan üç ay önce ölmüştü. Oniki yaşında Grantham’da king’s School’a yazılan Newton bu okulu 1661′de bitirdi. Aynı yıl Cambridge Universite’sindeki Trinity Kolleje girdi. Nisan 1665 ‘te bu okuldan lisans derecesini aldı. Lisansüstü çalışmalarına başlıyacağı sırada ortalığı saran veba salgını yüzünden üniversite kapatıldı.
Salgından korunma amacıyla annesinin çiftliğine sığınan Newton burada geçirdiği iki yıl boyunca en önemli buluşlarını gerçekleştirdi. 1667′de Trinity Kolleje öğretim üyesi olarak döndüğünde diferansiyel ve integral hesabın temellerini atmış,beyaz ışığın renkli bileşenlerine ayrıştırılabileceğini saptamış ve cisimlerin birbirlerini, uzaklıklarının karesi ile ters orantılı olarak çektikleri sonucuna ulaşmıştı.Çekingenliği yüzünden Newton her biri bilimde devrim yaratacak nitelikteki bu buluşların çoğunu uzun yıllar sonra (örneğin diferansiyel ve integral hesabı 38 yıl sonra) yayımlamıştır.Lisansüstü çalışmasını ertesi yıl tamamlayan Newton 1669′da henüz 27 yaşındayken Cambridge Universite’sinde matematik profesörlüğüne getirildi.1671′de ilk aynalı teleskopu gerçekleştirdi, ve ertesi yıl Royal Society   üyeliğine seçildi. Royal Society’ye sunduğu renk olgusuna ilişkin bidirisinin eleştirilere hedef olması , özellikle Robert Hooke tarafından şiddetle eleştirilmesi üzerine  Newton tümüyle içine kapanarak, bilim dünyasıyle ilişkisini kesti. 1675′de sunduğu gene optik konusundaki iki bildirisi yeni tartışmalara yol açtı. Hooke makalelerdeki bazı sonuçların kendi buluşu olduğunu ,Newton’un bunlara sahip çıktığını öne sürdü.Bütün bu tartışma ve eleştiriler sonucunda 1678′de  ruhsal bunalıma giren Newton ancak yakın dostu ünlü astronom matematikçi Edmond Halley’in çabalarıyla altı yıl sonra bilimsel çalışmalarına geri döndü.
Cambridge Universite’sinde katolikliği yaygınlaştırma ve egemen kılma çabalarına karşı başlatılan direniş hareketine öncülük eden Newton, kral düşürüldükten sonra 1689′da üniversitenin parlamento daki temsilciliğine seçildi. 1693′de yeniden bir ruhsal bunalıma girdi ve yakın dostlarıyla, bu arada Samuel pepys ve John locke ile arası bozuldu.Iki yıl süren bir inziva döneminden sonra sağlığına yeniden kavuştuysada bundan sonraki yaşamında bilimsel çalışmaya eskisi gibi ilgi duymadı.Daha sonra 1699′da Fransız Bilimler Akademi’sinin yabancı üyeliğine 1703′de Royal Society’nin başkanlığına seçildi.
Gelmiş geçmiş bilim adamlarının en büyüklerinden biri olarak kabul edilen Newton matematik ve fizikte çok önemli buluşlar gerçekleştirdi. Matematikte (a+b)ª  ifadesinin üstel seriye açınımını veren genel ikiterimli teoremini  buldu. Newton’un bilime en büyük katkısı mekanik alanındadır. Merkezkaç kuvvet yasası ile Kepler yasalarını birlikte ele alarak kütleçekim yasasını ortaya koydu. Newton hareket yasaları olarak bilinen eylemsizlik ilkesi, kuvvetin kütleyle ivmenin çarpımına eşit olduğunu ifade eden yasa ve etki ile tepkinin eşitliği fiziğin en önemli yasalarındandır.
Yayımladığı kitaplardan bazıları Philosophiae naturalis principia mathematica, principia,opticks sayılabilir.

Benjamin Franklin Hayatı ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 19th, 2008 | by admin | one comments

Diplomat,bilim adamı, yazar, yayımcı ve basımcı olarak çok değişik alanlardaki önemli katkılarıyla tanınan Franklin’in ABD tarihinde saygın bir yeri vardır. İngiliz kökenli ve 17 çocuklu bir ailenin 10. oğlu olarak Massachusetts’in Boston kentinde doğdu. Yalnızca iki yıl okula gidebildi. Bir süre babasının sabun ve mum imalathanesinde çalıştıktan sonra ağabeylerinden birinin basımevinde çıraklığa başladı. El yazısını değiştirerek yazdığı birtakım yazıları basılması için gizliğe ağabeyinin oda kapısının altından atıyordu. Ağabeyi bunları kimin yazdığını anladığında aralarında kavga çıktı. Kendine iş aramak zorunda kalan17 yaşındaki Franklin philadelphia ‘da bir basım evine girdi. İyi bir usta olduğunda Pennsylvania valisi ona kendi basım evini kurma olanağını sağladı. Franklin baskı makinesi ve hurufat almak için İngiltere ye gitti. Ne var ki vali sözünde durmayınca Londra da parasız kaldı. Ama çok geçmeden bir basın evinde iş bularak iki yıla yakın İngiltere de kaldı. Philadelphia ya döndüğünde basın işini sürdürdü. 1729 da sıkıcı ve az sayıda okuyucusu olan bir gazeteyi satın alarak kısa zamanda bunu canlı eğlendirici ve çok satılan bir yayına dönüştürdü. 1732-1757 yılları arasında çalışkanlığı, dürüstlüğü ve sağduyuyu öven özdeyişlerin yer aldığı bir almanak yayımladı.

Franklin in ilgi alanı çok genişti. Bir kitaplık hastane, gönüllü itfaiye örgütü, kent temizliği ekibi, sigorta şirketi, daha sonra Pennsylvania üniversitesine dönüşen Philadelphia akademisini kurdu. Geliştirdiği odun sobası 200 yıl kullanıldı. Bu arada birkaç yabancı dil ile birkaç müzik aleti çalmayı öğrenmek içinde zaman buldu. Bilime büyük ilgi duyan Franklin fırtınalı bir havada gökyüzünde şimşekler çakarken uçurtma uçurarak yaptığı deneyde şimşeğin aslında bir elektrik akımı olduğunu kanıtladı. Bu deneyden sonra da paratoneri buldu. Pozitif, negatif, elektrik pili gibi, elektrikle ilgili terimleri de ilk kez o kullanmıştır. 1753 de kuzey Amerika daki İngiliz kolonilerinin posta müdürü yardımcılığına atandıktan sonra hem etkin hem de karlı bir posta hizmetleri servisi kurdu. 1755 de Fransızlara ve yerlilere karşı kuzeybatı cephesinin savunulmasında önemli bir görev üstlendi. 1757 de Pennsylvania halkı ile Pennsylvania topraklarının en büyük bölümüne sahip Penn ailesi arasındaki çatışmayı çözümlemek için İngiltere ye gönderildi. Bu görevi başarıyla yerine getirdi ve 1762 de philadelphia ya geri döndü. 2 yıl sonra Amerikan kolonilerinden istenen vergiler konusunda İngiliz bakanlarla görüşmek üzere bir kez daha İngiltere ye gitti. Savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayınca kolonilerdeki halka yardım etmek amacıyla Amerika’ya döndü. 1776 da koloniler İngiliz yönetiminden bağımsız yaşamaya karar verdiklerinde, Bağımsızlık Bildirgesinin yazılmasına yardım eden ve imzalayanlardan biri de Franklin di. Sonra ki yıl Fransa dan ekonomik  ve askeri yardım isteyen delegeler arasında bulunan Franklin, Fransızların kolonilerinin müttefiki olmalarını sağladı. Amerikan bağımsızlık savaşının sonunda İngiltere ile barış görüşmelerine katıldı ve barış antlaşmasının hazırlanmasına katkıda bulundu. ABD ‘nin yönetim biçimini belirlemek üzere 1787 de toplanan Philadelphia anayasa kurultayının üyelerinden biriydi.

Altı Sigma Nedir?

Categories: Bilim Teknik | February 17th, 2008 | by admin | no comments

Sigma, Motorola Inc. tarafından, faaliyet alanı ister imalat, isterse hizmet olsun tüm çalışma gruplarının kalite düzeyini ifade edebilecek ortak bir ölçüm birimi olarak geliştirildi. Böylece bir firmada yer alan çok farklı süreçleri tek bir cetvelle değerlendirebilme ve sağlanan ilerlemeyi takip edebilme imkanı doğdu. Süreç performansını ölçmek ve karşılaştırmak için kullanılan bu birim aynı zamanda mükemmel kaliteyi temsil eden yeni bir hedefi ifade etmek için de kullanılır oldu. 6 Sigma, yani milyonda 3.4 hata düzeyi…

Kelime anlamı olarak sigma, sürecin müşteri beklentilerini karşılayacak mükemmellikten ne kadar uzakta olduğunu gösteren istatistiksel bir terimdir. Milyonda 3,4 hataya denk bir performans düzeyini ifade eden Altı Sigma zamanla bunu gerçekleştirmeye yönelik vizyonu ve sistemi de anlatan bir terim haline gelmiştir. En geniş anlamıyla Altı Sigma yı, müşteri ihtiyaçlarını kusursuza yakın bir düzeyde karşılama, daha fazla müşteri tatmini, karlılık ve rekabetçi pozisyon için kültürel değişim gayreti olarak tanımlamak mümkündür.

Altı Sigma düzeyi, müşteri ihtiyaçlarının yakından anlaşılması, olayların, verilerin ve istatistik analizlerin sistematik kullanımı, ana süreçlerin yönetimi, iyileştirilmesi ve tekrar yapılandırılması ile sağlanır.

Altı Sigma çoğu kez mühendis ve istatistikçiler tarafından ürün ve süreçlerin mükemmelleştirilmesi için kullanılan teknik bir yöntem olarak algılanır; ancak temelde iş başarısını sağlamak, sürdürmek ve maksimize etmek için kullanılabilecek kapsamlı ve esnek bir çalışma sistemdir. İstatistik bu sistemin en önemli ögesidir çünkü sezgilerin bizi yanlış yönlere sürükleyebileceği durumlarda istatistiksel analiz doğruyu bulmamızı sağlar.

Altı Sigma uygulayan şirketlerde verimsizlik yaratan ve sigma seviyesinin düşmesine sebep olan problemler iyileştirme projelerini tetikler. Bu projeler Kara Kuşaklar önderliğindeki takımlar tarafından hedeflerine ulaştırılır. Birer problem çözme ve veriye dayalı karar verme uzmanı olarak yetiştirilen Kara Kuşaklar üstün yetenekleri ve bilgileri sayesinde değişim yönetiminin öncülüğünü yaptıkları gibi geleceğin yönetici kadrosunu da oluştururlar. İyileştirme takımı üyelerine ise Yeşil Kuşak adı verilir. Yeşil Kuşaklar temel ölçüm/analiz yöntemleri ve bu analizler sırasında kullanacakları bilgisayar yazılımları konusunda yetiştirilirler.

Altı Sigma ve Problem Çözümünde İzlenen TÖAİK Çevrimi ( Tanımlama, Ölçme, Analiz, İyileştirme, Kontrol )

Tanımlama aşamasında projenin amaç ve kapsamı tanımlanır. Süreç ve müşteri hakkında bilgi toplanır. Sürecin verimini ve etkinliğini arttıracak, en yüksek müşteri memnuniyetini en uygun maliyetle sağlayacak projeler seçilir. Bu aşamanın çıktısı;
Planlanan iyileştirmenin ayrıntılı tanımı,
Müşteri açısından kritik değer taşıyan kalite faktörlerinin listesi,
Sürecin akış diyagramı yardımı ile detaylı gösterimidir.

Ölçme aşamasında mevcut durumu detaylı şekilde ortaya koyan veriler toplanır. Amaç, sağlıklı ölçümlerle sürecin mevcut performansını saptamak, yapılan iyileştirmelerin etkilerini belirleyebilmek ve karşılaştırma yapabilmek için bir temel oluşturmaktır. Bu aşamanın çıktısı;
Sürecin mevcut performansı,
Problemin etkilerini yorumsuz ortaya koyan veriler,
Problemin verilerle detaylandırılmış aktüel bir tanımıdır.

Analiz aşamasında problemin kök nedenleri tanımlanır ve bunların nedenlerini verilerle doğrulanır. Bu aşamanın çıktısı test edilen ve doğrulanan bir hipotezdir. Doğrulanan hipotez, bir sonraki aşamanın girdisini oluşturur.

İyileştirme aşamasında problemin kök nedenlerini ortadan kaldıracağı düşünülen çözümler pilot uygulamalarla denenir ve uygulamaya konulur. Bu aşamada ayrıca sonuçların bir sonraki aşamada nasıl değerlendirileceğini açıklayan bir plan oluşturulur.

Kontrol aşamasında, uygulanan iyileştirme planı ve sonuçları değerlendirilip elde edilen kazanımların sürekliliği ve geliştirilmesi için yapılması gerekenler ortaya koyulur. Bu aşamanın çıktıları;
Sürecin son durumu,
Sağlanan kazançlar,
Kazançları sürekli kılmak için tavsiyeler
Süreci daha da geliştirmek için ortaya çıkan yeni fırsatlardır.

IQ - EQ - SQ Nedir?

Categories: Bilim Teknik | February 17th, 2008 | by admin | no comments

IQ: Kişisel zekamızdır. Bunu birçok yerde duymuş, bunun ile ilgili yazılar okumuşuzdur. Beyinsel zekamız olarak değerlendirebiliriz. IQ bizim karşımızdaki konuyu anlamamıza yardımcı olur. Doğuştan gelen bir özelliktir daha sonra bunu yükseltme oranımız diğer zekalara göre daha az konumdadır.

IQ’nun beynimizin sol lob’undan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Çünkü sol lob ta beynimizin sayısal kısmında kullanılır. IQ su yüksek olan kişiler daha çok sayısal konularda başarılı oldukları gözlenmiştir. Bunu geliştirmek için sayısal sorular çözebiliriz.

EQ: Kişilerin duygusal zekası olarak tanımlanır. Sözel konularda daha başarılı olurlar ve beyinin sağ lab. kullanılır. Kişilerin çevre ile iletişimini sağlaması EQ’nun genel özelliklerinden olmaktadır. Kişilerle olan ilişkimizi düzenlemekte bunu kullanabiliriz. Anlaşılacağı gibi duygusal zeka IQ ya göre daha fazla arttırabilmek imkanımız var. Bunu çocuklukta etrafı konuşmayan bir kişinin ilerde çevresi ile daha iyi ilişkiler kurduğunu fark etmişizdir. Buna örnek olarak kendimizi de gösterebiliriz. Gün geçtikce çevremiz ile daha iyi diyaloglar kurabiliyoruz. Buda EQ nun daha rahat geliştiğini gösteriyor. Çevremiz ile diyaloglara özen gösterip sorunları çözebiliriz.

SQ: Kişilerin ruhsal zekası olarak tanımlanır. Kişiler bunu kendi içlerindeki ruhsal denge, ruhsal zeka olarak da tanımlayabiliriz. SQ, bizim IQ ve EQ değerlerinin toplamı olarak da değerlendirebiliriz. Çünkü ruhsal dengemizi sağlamak için IQ ve EQ nun düzenli olması gerekir. Yine aynı şekilde eşitliğin diğer tarafı yani SQ arttığı takdirde IQ ve EQ düzeyinde de artma meydana gelecektir. Bunu ise EQ ya göre daha çok yükseltebiliriz. Bunun için sözel zeka soruları çözebiliriz. Bu hem hayal gücümüzü hem de sayısal zekamızı kullanarak artmasını sağlar.

Şimdi bunları karşılaştırmak gerekirse zeki ama başarısız insan görmek çok zor değildir bunun sebebi ise EQ dur. Çünkü çevresi ile iyi bir iletişim kurmadığından dolayı ders çalışması gerektiği konularda başarısız kalır. Çevremizde zeki olmayan fakat başarılı kişilerin temel kaynağı da buna dayanmaktadır. Peki çevre ile ilişkileri iyi olan ve EQ du yüksek olan kişilerde de başarılı olamadıkları olur bunun sebebi nedir? Bunun sebebi ise SQ dur. Yani ruhsal dengesini sağlayamadığından dolayıdır.

IQ sorunlarda tepkisiz kalır. Tepki vermez.
EQ şaşırır ama ne yapacağı konusu tam olara çözemez.
SQ bu iki zekanın kavramı olduğundan dolayı sorunu çözer.

Çok fazla karıştırılan bu konuları kısaca böyle tanımlayabiliriz.

Tabi zeka çeşitleri bununla sınırlı değildir. Daha bir çok zeka çeşitleri bulunmaktadır. Ama en çok karşımıza çıkan ve bize gerekli olan bu üç zeka çeşididir.

Unutmayalım kullanılan özeliklerimiz artar, kullanılmayanlar azalır.
kaynak: donusumkonagi.net

Hipnoz Nedir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 17th, 2008 | by admin | no comments

Hipnoz, yapılandırılmış ortamda, telkine açık derin uyku, trans halidir.
Hipnozun psikoterapide bir tedavi yöntemi olarak kullanılması yönünde ilk çalışmalar Franz Anton Mesmer (1734-1815) tarafından denenmiş olup Mesmer’in hipnotizma uygulamaları hakkında bir de kitabı vardır.

Hipnoz, yunanca “uyku” anlamına gelmektedir. Ancak tam olarak bir uyku durumu olduğu söylenemez. Hipnoz sırasında bilinç ile bilinçaltı arasında ince bir çizgide bulunulur ve genellikle hasta, kendisine verilen telkinleri gayet iyi hatırlar. Hipnozda kişiye normal hayatta nefsine hakim olamadığı için reddedeceği şeyler kabul ettirilebilir(sigara, alkol kullanmama vs). Ancak hipnoz halindeyken kişiye ahlak anlayışına uyuşmayan şeylerin telkin edilmesi işe yaramaz.

Hipnozun ikinci bir türü ise ilaçlı(enjeksiyonla) hipnozdur, bu yöntem ise çok daha etkili olup genelde sinir hastalarına uygulanır. Çok daha etkilidir, normal hastalara tavsiye edilmez.

Hipnozu sadece belirli bir kesim yapabilir: Psikiyatristler(+Tüm doktorlar), diş hekimleri, psikologlar. Bu kesim dışındakilerin hipnoz yapması suç teşkil eder. Bununla birlikte izin verilen kişilerin TV’de gösteri maksatlı hipnoz yapmaları da yasaktır.

Hipnozda geçmişe dönme tekniği geri dönülmez sonuçlara yol açabilir, o yüzden uzman olmayan kişiler tarafından bu yöntem kullanılmamalıdır.
Hipnoz aynı zamanda günümüzde kaçılan bir yöntem olup pekte kullanılmamaktadır nedeni unutuldumu yada tehlike içerdiğinden kaynaklımı bilinmez ancak günümüzde hipnoz ile ilgili çalışmalar hala devam etmektedir buna örnek olarak bir bilgisayar yazılı vardır “vhypno55″ açık kaynak kodlu bir yazılımdır.

Alexander Graham Bell Hayatı Ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 17th, 2008 | by admin | 5 comments

1876′da Telefonun icadı ile tanınan Alexander Graham Bell, 1847 de İskoçyada Edinburgh da doğdu. Ontario ya yerleşti, daha sonra Amerikaya, ve Boston’a yerleşti.

Aslında Graham Bell, sağırların sessizliğini ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Bunu başaramadı ama her gün yeni bir özelliğe kavuşan telefonla birbirinden kilometrelerce uzaktaki insanların birbirlerini duymalarını sağladı.

Telefonun yaratıcılarından olan Graham Bell’in annesi doğuştan sağırdı. Dedesi ve babası yıllarını sağırlara adadı. Özellikle babası sağırlara duymasalar bile konuşmayı öğretmenin yollarını geliştirmeye çalıştı. İki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunun sağlığı için Kanada’ya göçtü. Babasının ölümünden sonra onun çalışmalarını tanıtmak ve yaymak için çabalayan Graham Bell ABD’ye gitti. Burada bir süre sağırlara dil öğretmeni yetiştiren okulda çalıştı. Daha sonra kendi okulunu kurdu.

Ünü kısa sürede yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne konuk öğretmen olarak çağrıldı. İngiltere’de eline geçen Alman Hermann von Helmholz adlı bilginin işitme fizyolojisine ilişkin kitabını okudu. Müzik sesinin bir tel aracılığı ile aktarılabilineceği düşüncesi üzerinde yoğunlaştı. Bu sırada başka bilim adamları da bu konularda çalışmalar yürütüyordu. İlisha Gray bunlardan biriydi.

İngiletere’den dönen Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi dalı profesörlüğüne getirildi. Kuramsal bilgilerini teknik destekle yaşama geçirmeye ve işitme engelliler için duymalarını sağlayacak aletler yapmaya girişti. Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte çalışmaya başladı. Çalışmalarını yürütmek için maddi destek gerektiğinde kendisine Avukat Gardnier Greene Hubbart yardım elini uzattı. Bell ve Watson 1875 yılında sesin tel üzerinden bir başka yere gittiğini ortaya çıkardı. Ancak ses anlaşılmaz bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü Bell ve Gray telefon patenti almak için ayrı ayrı başvuru yaptı. Bell’e 7 Mart günü istediği patent verildi. 174.465 nolu patentini alan Bell atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü. Watson’u yardıma çağırdı:

“Bay Watson, çabuk buraya gelin. Sizi istiyorum.”

Bell yardımcısını yardıma çağırırken farkında olmadan 125 yıl önce 10 Mart günü ilk telefon görüşmesini yaptı. Watson Bell’in sesini “telefon”dan duydu. ABD’nin 100’üncü kuruluş yıldönümüne denk gelen bu buluşu ona düzenlenen Yüz Yıl sergisinde birçok ödül kazandırdı. Bell bilimsel çalışmalarını yürütmek için maddi ve manevi destek gördüğü Hubbart Ailesi’nden Mabel ile bir yıl sonra evlendi.

Eşi dört yaşından beri sağırdı. Bell öğrencisi olarak tanıdığı ve daha sonra evlendiği Mabel’e derin bir sevgi duydu. Artan ününe karşın hiçbir zaman ne eşini ne de sağırları unuttu. Eşine yazdığı bir mektupta “Eşin, hangi noktaya çıkarsa çıksın, ne denli zengin olursa olsun, emin ol sağırları ve onların sorunlarını her zaman düşünecektir” diye yazmıştır.

Bugün öne çıkan buluşlarının gölgesinde kalan yapıtlarının çoğu sağırlık konusundaydı. Sağır annesinin ve eşinin duyamadığı sesleri kaydetmeyi başardı. “Gramofon”dan kazandığı parayı bugün de sağırlar için çalışmalar yürüten Alexander Graham Bell Sağırlar Kurumu’na harcadı. Fransa hükûmeti insanlığa hizmetinden dolayı onur ve para ödülü verdi. Verilen parayı Washington’da Sağırlar için Volta Enstitüsü’nü kurmada kullandı. İlk el telefonunu geliştirmek için Bell teknik sorunları alt etmeye çalışırken bir yandan da kendisini dava eden Gray’a karşı hukuk savaşı verdi. Telefon atölyeden 4 yılda çıkabildi. 1880 yılında Bell’e yardım eden Tainer radyofon adını verdikleri aleti denedi.

Bir okulun tepesine çıkan Tainer çok uzaktan görebildiği Bell’e telefonla seslendi “Bay Bell. Bay Bell. Beni duyabiliyorsanız lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın.” Bell şapkasını salladığında artık telefon doğumunun ardından emeklemeye başladı. Sekiz yıl sonra Connecticut eyaleti ilk telefon şebekesine sahip kent oldu.

Telefon yakın yıllara dek Türkiye’de olduğu gibi santraller ve memurlar aracılığı ile yürütülüyordu. Bir süre sonra santrallerde erkek memur yerine kadın memurun çalışması geleneği başladı. İlk kadın santral memuru da Boston’da çalışmaya başlayan Emma Nut oldu.

Kimi siyah beyaz filmlerde gülme konusu yapılan “manyetolu telefon” görüşmeleri 1899 yılında Almon B. Stowger adlı birinin katkısı ile otomatikleşmeye yöneldi. İşin garip tarafı Stowger telefoncu değil cenaze levazımatçısıydı. Rakibinin eşi telefon şirketinde çalışıyordu. Cenaze işleri için Strowger’ı arayanları bu memur kendi eşine bağlıyordu. Bu zor durum karşısında çözüm bulmak için kolları sıvayan Strowger otomatik santralı yapmayı başardı. Halk yeni telefona “kızsız telefon” adını taktı.

Bugünkü telefonlara benzemeyen bir biçimdeydi. Üzerinde birler, onlar, yüzler basamağını temsil eden üç tuş bulunuyordu. Bağlanmak istenen numara tuşlara aranan numarada yer alan rakamın değeri kadar basılarak sağlanıyordu. Arayan kişi tuşa kaç kez bastığını sık sık şaşırdığı için karmaşaya da yol açıyordu. Bunun da çözümü çok geçmeden bulundu.

Kısa sürede New York sokaklarını telefon direkleri ve kablo hatları örümcek ağı gibi kapladı. Yürünmez bir hale gelen sokaklardaki bir telefon direği kabloları tutan 50 çapraz tahta taşıyordu. Telefon günlük yaşama değişik biçimlerde girmeye başladı.

O yıllarda yayımlanan gazetelere verilen bir reklamda telefon şöyle tanıtıldı:

“Sohbet. Ağızdan kulağa telefonla konuşarak çok daha rahat…”

Bell 1915 yılında New York’u San Francisco’ya bağlayan ilk uzun kentlerarası telefon hattını açtı. Karşısında yine yardımcısı Watson vardı. Aradan geçen onca yıla karşın Bell ilk günü unutmadı. Watson’a “Watson seni istiyorum, buraya gel” dedi.

Telefonun olanaklarından yararlanarak müşteri çekmek isteyen oteller arasında kıyasıya bir savaş başladı. Oteller ünlü müzik, tiyatro, opera, konser salonlarına bağlanan telefon “Tiyatrofon” hattı ile aldıkları sesi lobilerinde oturan müşterilerine dinletmeye başladı. Bu evlere ve iş yerlerine yayıldı.

Graham Bell belleklerde telefonun bulucusu olarak yer etse de adının öne çıkmadığı çalışmaları da vardı.
Bunlardan biri büyük bir ilgi ile tüm dünyanın izlediği National Geographic dergisindeki yöneticiliğiydi. Yüzyirmi yıl önce silahlı saldırıya uğrayan ve ağır yaralanan ABD Başkanı Garfield’ın bedenindeki kurşunların yerini belirlemede ilk kez kullandığı telefonik sonda, Röntgen’in X ışınları ile tanıyı geliştirilmesinde kullanıldı. Deniz ve hava taşımacılığı için projeler gerçekleştirdi.

1893 yılında telefon ile ilgili gelişmeleri kaleme alan bir yazar gözlemini şöyle dile getirdi: “Şu anda duyabildiğimiz sanatçı ve şarkıcıları bir süre sonra insanlık görmeyi de başaracak.”

Bu sözler “televizyon” özlemi olarak yorumlanmasına karşın gelişen teknoloji görüntülü cep telefonlarını, internet üzerinden canlı yayınla iletişimi işaret ettiğini göstermektedir. Bilimkurgu severler ise “Uzay Yolu” filminden esinlenerek insanların ışınlanmalarından, insanların bulundukları yerde başka bir yerdeki olayı üç boyutlu olarak ekranlarda görerek ya da duyarak değil hissederek elde edeceği günleri tartışıyor.

Sağırlığa karşı yürütülen savaşımın sonucu insanlık dünyasının sağırlığını gideren bir buluşu armağan eden Bell öldüğünde ona duyulan büyük saygı ve sevgiden ötürü soyadından yola çıkarak telefonu simgelemek için kırmızı “çan” resimleri kullanıldı…

Arşimet (Archimedes), M.Ö. 287 - 212 yılları arasında yaşamış Sicilya doğumlu Yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendis. Bir hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti bilime en çok bilinen katkısıdır ancak pek çok matematik tarihçisine göre integral hesabın babası da Arşimet’tir.
Roma generali Marcellus, Sirakuza’yı kuşattığında, Archimedes adlı bir mühendisin yapmış olduğu silahlar nedeniyle şehri almakta çok zorlanmıştı. Bunların çoğu mekanik düzeneklerdi ve bazı bilimsel kurallardan ilham alınarak tasarlanmıştı. Örneğin, makaralar yardımıyla çok ağır taşlar burçlara kadar çıkarılıyor ve mancınıklarla çok uzaklara fırlatılıyordu. Hatta Archimedes’in aynalar kullanmak suretiyle Roma donanmasını yaktığı da rivayet edilmektedir. Ancak bütün bunlara karşın M.Ö. 212 yılında Romalılar Sirakuza’yı zapt ettiler ve şehrin diğer ileri gelenleriyle birlikte Archimedes’i de öldürdüler. Söylendiğine göre, “bu sırada Archimedes kum üzerine çizdiği çemberlerle hesaplar yapmaktadır.Elinde boynuna vurulmak üzere kaldırılan bir kılıçla yaklaşan romalı askere aldırmaz bile. Başını hesaplarından kaldırmadan “çemberlerime dokunma” der. Arşimedin kesik başı çemberlerin arasına düşer. ” Tarihin nadir olarak yetiştirdiği bu çok yetenekli bilim adamlarını öldürmek grek ve romalılarda neredeyse bir alışkanlık olmuştur. Pisagorun öldürülmesi bilime 2000 yıl kaybettirir.
Archimedes hem bir fizikçi, hem bir matematikçi, hem de bir filozoftur. Gençliğinde bir süre İskenderiye’de bulunmuş, burada Eratosthenes ile arkadaş olmuş ve daha sonra da onunla mektuplaşmıştır. Archimedes’in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayılabilir. Bunlara ilişkin eserler vermemiş, ancak matematiğin geometri alanına, fiziğin statik ve hidrostatik alanlarına önemli katkılarda bulunan pek çok eser bırakmıştır.
Geometriye yapmış olduğu en önemli katkılardan birisi, bir kürenin yüzölçümünün 4πr2 ve hacminin ise 4/3 πr3 eşit olduğunu kanıtlamasıdır. Bir dairenin alanının, tabanı bu dairenin çevresine ve yüksekliği ise yarıçapına eşit bir üçgenin alanına eşit olduğunu kanıtlayarak pi’nin değerinin 3 l/7 ve 3 10/71 arasında bulunduğunu göstermiştir.

Archimedes’in en parlak matematik başarılarından biri de, eğri yüzeylerin alanlarını bulmak için bazı yöntemler geliştirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenleştirirken sonsuz küçükler hesabına yaklaşmıştır. Sonsuz küçükler hesabı, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayı matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabın çok büyük bir tarihi değeri vardır. Sonradan modern matematiğin gelişmesinin temelini oluşturmuş, Newton ve Leibniz’in bulduğu diferansiyel ve entegral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur.
Archimedes Parabolün Dörtgenleştirilmesi adlı kitabında, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alanının, aynı tabana ve yüksekliğe sahip bir üçgenin alanının 4/3′üne eşit olduğunu ispatlamıştır.
İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adamı da Archimedes’dir. Bu prensiplerden bazıları şunlardır:
Eşit kollara asılmış eşit ağırlıklar dengede kalır.
Eşit olmayan ağırlıklar eşit olmayan kollarda aşağıdaki koşul sağlandığında dengede kalırlar: f1 • a = f2 • b
Bu çalışmalarına dayanarak söylediği “Bana bir dayanak noktası verin Dünya’yı yerinden oynatayım.” sözü yüzyıllardan beri dillerden düşmemiştir.
Archimedes, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu da bulmuştur. Söylendiğine göre, bir gün Kral II Hieron yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Archimedes’e havale etmiş. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, hamam havuzunun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve “Buldum, buldum” diyerek hamamdan fırlamış. Acaba Archimedes’in bulduğu neydi? Su içine daldırılan bir cisim taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığından kaybediyordu ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorun çözülebilirdi.
Archimedes’in araştırmalarından önce, tahtanın yüzdüğü ama demirin battığı biliniyordu; ancak bunun nedeni açıklanamıyordu. Archimedes’in bu kanunu doğada tesadüflere yer olmadığını, her zaman aynı koşullarda aynı sonuçlara ulaşılacağını göstermiştir. Archimedes, 23 yüzyıl önce, modern bilimsel yöntem anlayışına çok yakın bir anlayışla, bugün de geçerli olan statik ve hidrostatik kanunlarını bulmuş ve bu katkılarıyla bilim tarihinin en büyük üç kahramanından birisi olmaya hak kazanmıştır.

Alfred Bernhard Nobel Hayatı Ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 17th, 2008 | by admin | no comments

Alfred Nobel’in en büyük başarısı dinamiti icat ettikten sonra Avrupa’da savaşan taraflara satarak milyonlarca insanın ölümüne neden olmaktır. Buradan kazandığı paralarla “KANLI NOBEL” ödülünü dünyaya armağan(!) etmiştir.

1833′te varlıklı bir aileden gelen anne Andriette Ahlsell ile mühendis baba Immanuel Nobel’in üçüncü oğulu olarak Stokholm’de dünyaya geldi. Alfred doğduğunda, babası iflas etmişti, dolayısıyla ailesinin maddi durumu iyi değildi. Nobel ailesi 1837′de Finlandiya’ya, 1842 yılında ise St. Petersburg’a taşınır. St. Petersburg’da babası Immanuel Nobel bir atölye açar, annesi ise bir bakkal dükkânı işletir. Baba Nobel, St. Petersburg’da büyük başarı kazanır ve Rus ordusu için silah üretmeye başlar.

Alfred Nobel, özel öğretmenler tarafından eğitilir. Doğa bilimleri, dil ve edebiyat alanlarına yoğunlaşır. Onyedi yaşına geldiğinde İsveççe, Rusça, Fransızca, İngilizce ve Almanca’yı akıcı bir şekilde konuşabilmektedir. Fizik ve kimyanın yanısıra, onun bir mühendis olmasını isteyen babasının pek hoşuna gitmese de Alfred İngiliz edebiyatına ve şiire de ilgi duymaktadır.

Babası onu kimya mühendisliği eğitimi görmesi için yurtdışına gönderir. İki yıllık süre içinde İsveç, Almanya, Fransa ve ABD’de bulunur. Paris’te bulunduğu süre zarfında dönemin ünlü kimyageri T. J. Pelouze’nin laboratuvarında çalışır. Burada ayrıca güçlü bir patlayıcı sıvı olan nitrogliserini keşfeden İtalyan kimyager Ascanio Sobrero ile tanışır. Alfred Nobel de nitrogliserin ile ilgilenmektedir. Nitrogliserin, baruttan daha güçlü olmasına karşın, basınç ve sıcaklığın etkisiyle kolayca patlamaktadır. Nobel’e göre bu durum nitrogliserinin pratik kullanımını sınırlandırmaktadır.

Alfred Nobel, 1852′de ailesi tarafından St. Petersburg’a geri çağrılır. Nobel, nitrogliserin ile ilgili çalışmalarına burada devam etmeye çalışır. Ancak, babası Immanuel Nobel’in işleri bozulmaya başlar. Kırım Savaşı’nın sona ermesini takiben Rus ordusu baba Nobel’in işletmesinden silah sipariş etmeyi keser. Baba Nobel, bir kez daha iflas eder. Bunun üzerine baba Nobel iki oğlu Alfred ve Emil ile ile birlikte Stokholm’e geri döner (Diğer oğulları Robert ve Ludvig ise St. Petersburgda kalır).

Alfred Nobel, 1863 yılından itibaren nitrogliserin ile ilgili çalışmalarına Stokholm’de devam eder. 1864 yılında çalışmalarını yürütürken bir patlama olur. Kazada, küçük kardeşi Emil ile birlikte dört kişi hayatını kaybeder. Alfred Nobel’in Stokholm şehri sınırları dahilinde çalışma yapması yasaklanır. Bunun üzerine Alfred çalışmalarına Malaren Gölü yakınlarındaki bir mavnada devam eder.

Nitrogliserin’i patlayıcı madde olarak kullanma yollarını araştırdı. 1863 yılında Stokholm’de az miktarda nitrogliserin yapmaya başladı. Birkaç ay süren araştırmaların sonunda bir patlama ile laboratuvar yıkıldı. Çalışmalarına devam eden Alfred Nobel 1865′te yeni bir fabrika kurdu, bir süre sonra ikinci fabrikasını da açtı. 1864 yılında araştırmalarının sonucunu aldı ve dinamit barutunu buldu. Araştırmalarına devam eden Nobel, 1877′de Balistit adını verdiği yeni bir çeşit barut tasarladı. 1879′da, Paris yakınlarındaki Servan’da bir laboratuvar kuran Nobel, buradaki çalışmaları sırasında dumansız barut adını verdiği ve eşit miktarlarda nitrogliserinle nitroselüloz karışımından oluşan, itici barutu buldu.

Birkaç yıl sonra kordit adlı patlayıcı madde konusunda İngiliz hükümeti aleyhine dava açtı, ancak davayı kaybetti. Bu dönemde Fransa’ya karşı kurulan bir ittifakta İtalya ile işbirliği yapan Nobel, aleyhindeki kampanyalar sonucunda Paris’i terk ederek İtalya’nın San Remo şehrine yerleşti, laboratuvarını da oraya taşıdı.

Nobel, San Remo’da 1896 yılında beyin kanaması sonucu öldü. Vasiyetinde, mirasının Nobel Ödüllerinin enstitüleştirilmesi yönünde kullanılmasını ve 33.200.000 kronunun her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını istemiştir.

Bu ödüller, fizik, kimya, tıp veya fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel’in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yarattı. Ancak 1900 yılında İsveç hükümetinin Nobel Vakfı’nı kurmasıyla, Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlandı. Daha sonra 1968′de İsveç Bankası Alfred Nobel’in anısına bir ekonomi ödülü vermeyi kararlaştırdı, ödül ilk kez 1969′da verildi.

Sentetik bir element olan Nobelyum onun anısına bu isim ile anılmıştır.

Nobel ödülleri her sene ölüm tarihi olan 10 Aralık’ta verilmektedir.

Thomas Edison Hayatı Ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 17th, 2008 | by admin | no comments

edisonThomas Edison, Ohio eyaletinin Milan kasabasında Samuel Ogden Edison, Jr. ve Nancy Matthews Elliott’un (1810–1871) yedinci çocukları olarak doğdu. Yedi yaşındayken ailesiyle birlikte Michigan’daki Port Huron’a yerleşen Edison, ilköğrenimine yaşadığı bir hastalık dolayısıyla geç başladı. Ancak yaklaşık üç ay sonra algılamasının yavaşlığı nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı. Kanada’da daha önce öğretmenlik yapmış olan annesi büyük bir zevkle oğlunun eğitimine evde devam ediyordu. Okuması ve tecrübe edinmesi için onu sık sık teşvik ediyordu ve onu sık sık kontrol ediyordu. Derslerinin çoğu çok iyiydi. Son derece meraklı ve yaratıcı kişiliğe sahip bir çocuk olan Edison, 10 yaşına geldiğinde kendisini fizik ve kimya kitaplarına verdi.Bu arada evlerinin kilerinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Özellikle kimya deneylerine ve Volta kaplarından elektrik akımı elde etmeye yönelik araştırmalara ilgi duydu; bir süre sonra arkadaşıyla telgraf yaptı ve Mors alfabesini öğrendi. 12 yaşındaysa duymada güçlük yaşamaya başladı. Bunun sebebi olarak birçok teori ortaya atıldıysa da, Edison’a göre kendisi sağır oldu çünkü kendi kulakları tarafından bir tren vagonuna çekilmişti. 12 yaşına geldiğinde ailesine yardım etmek için Port Huron ile Detroit arasında çalışan trende gazete ve şekerleme satmaya başlayan, ömrünü kurtardığı Jimmie Mackenzie tarafından telgraf operatörlüğü işine başladı. Jimmie’nin Michigan’daki Clemen Dağları’nda J.U. Mackenzie istasyon temsilcisi babası, oğlunun Edison’u kendi kanatları altına almasını ve onu yetiştirmesinden çok minnettardı. Edison’un sağırlığı onu etkilemişti ve yanındaki telegraftan gelen sesleri tekrar duyması için onu teşfik etti. Bu dönemde Edison, telgırafıyla uğraştı arkadaşıda yanında ona yardım ediyordu”mükemmel icat adlı yapıtını okudu ve derinden etkilendi. Bunun üzerine bir yandan komşusunun deneylerini tekrarladı bir yandanda kendi deneylerine ağırlık vererek daha düzenli çalışmaya ve notlar tutmaya başladı. O yıllardaki akıl hocalarından biride telegrafcı ve kaşif Franklin Leonard Pope’tu. Kendisi fakirleşen Edison’a çalışması ve yaşaması için Elizabeth, New Jersey’deki yerini kullanmasına izin verdi.

edisonElektrikli telgrafla alakalı ilk buluşlarından biride borsadaki değerleri kaydeden bir cihazdı stock ticker. Edison’un kabul görmüş ilk icadı elektrikli oy kaydediciydi, 28 Ekim 1868.

24 Aralık 1871 yılında, 2 ay önce tanışmış olduğu 16 yaşındaki Mary Stilwell ile evlendi. Üç çocukları oldu: Marion Estelle Edison (bilinen adıyla Dot), Thomas Alva Edison, Jr. (bilinen adıyla Dash) ve William Leslie Edison. Mary Edison 9 Ağustos 1884′te hayatını kaybetti.

1880′lerde Fort Myers, Florida’dan bir arsa satın aldı ve daha sonra burda kışları kalmak için kendine küçük bir ev inşa ettirdi. Otomobil endüstrisinin büyük adamı Henry Ford yakın bir zaman sonra Edison’un evinin birkaç yüz metre ötesine taşındı. Bu nedenle Edison ve Ford ölene dek arkadaş kaldılar. 24 Şubat 1886 Edison ikinci evliliğini 19 yaşındaki Mina Miller ile gerçekleştirdi. Bu evliliğinden de üç çocuk sahibi oldu: Madeleine Edison, Charles Edison, ve Theodore Edison.

Thomas Alva Edison, kariyerine New Jersey’deki Newark’ta otomatik tekrarlayıcı ve geliştirilmiş telgraf cihazları ile mucit olarak başlamıştır. Ancak ona ün kazandıran ilk keşfi 1877 yılında geliştirdiği fonograftı. Bu başarı halk tarafından çok beklenmedik karşılanmış ve genelde büyülü olarak görünmüştür. Edison o zamanlarda yaşadığı şehir olan “Menlo Park’ın Büyücüsü” diye de bilinir. Edison’un fonografı kayıtlarını çok ince, kalay yaprağından yapılmış bir silindire gerçekleştirildiğinden kayıtlar sadece birkaç kez dinlenebilirdi. 1880′lerde balmumuyla kaplanmış karton silindirler kullanılan yeni modeller Alexander Graham Bell, Chichester Bell ve Charles Tainter tarafından üretilmeye başladı. Thomas Edison’un “Mükemmel Fonograf”ı yapmak için çalışmalarına devam etmesinin sebeplerinden biri de budur.

Thomas Edison özgür düşünceli biriydi ve yanlısıydı. İlahiyatçı kesimin çizdiği Tanrı portresine inanmıyordu ancak ulu bir güce olan inancından da şüphe etmiyordu. ruhu çok önemliydin varlığını kesinlikle redediyordu. İnanışıyla ilgili pozisyonunu Hristiyan inanışıyla saldırgan agnostisizm arasında bir yer olarak tanımlıyordu.

edisonEdison’un en önemli keşfi Menlo Park, New Jersey’deki ilk endüstriyel araştırma laboratuarıydı. Sürekli olarak teknolojik keşifler ve geliştirmeler-iyileştirmeler yapmak gibi özel bir amaç için kurulmuş ilk kurumdu. Edison birçok icadını resmi olarak bu labaratuarda üretmiş, birçok çalışanı onun direktifleri doğrultusunda bu icatların araştırma ve geliştirmesinde görev almıştır.

Elektrik mühendisi William Joseph Hammer, 1879 Aralık’ında Edisonun labaratuar asistanı olarak görevine başlamıştır. Telefon, fonograf, elektrikli tren, demir madeni ayıracı, elektrikli aydınlatma ve diğer birçok icatta büyük katkılarda bulunmuştur. Hammer’ı özel kılansa elektrik ampulünün icadındaki ve bu aletin geliştirme ve testleri sırasındaki çalışmalarıdır. Hummer 1880′de Edison’un lamba çalışmalarının şef mühendisi olmuş, bu mevkiideki ilk yılında Francis Robbins Upton’ın genel müdürlüğünü yaptığı fabrika 50.000 ampul üretmiştir. Edison’a göre Hammer elektrik ampulünün bir öncüsüdür. 1000e yakın patenti bulunmaktadır.

Albert Einstein Hayatı Ve Buluşları

Categories: Bilim Adamları | February 17th, 2008 | by admin | no comments

20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenen Albert Einstein, Görecelik kuramını geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülmüştür. (Nobel Ödülü’nün ve Nobel Komitesi’nin o zamanki ilkeleri doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen Görecelik kuramı fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)

Albert Einstein, 1879 yılında Güney Almanya’nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Babası Einstein & Cie adında bir elektrik fabrikası sahibi; annesi ise, klasik müziğe meraklı, eğitimli bir ev hanımıydı. Konuşmaya geç başlaması ve içine kapanık bir çocuk olması, ailesini tedirginliğe düşürmüşse de, sonraki yıllarda sağlıklı bir çocuk olduğu anlaşıldı.1880 de ailesiyle Münih’e taşındı. Babası Hermann ve abisi Yakob burada Einstein&cie adında elektrik mühendisliği ile bir şirket kurdular. 1894 yılında ailesin iflası nedeni ile İtalya’ya taşındılar

Einstein: buluş ve çalışmalarındaki esin kaynağını ise kendisi: “Çocukluğumda yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri, beş yaşında iken amcamın armağanı pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşındayken tanıştığım Öklit geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne kapılmayan bir kimsenin, ileride kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç beklenmemelidir!” sözleri ile açıklamıştır.

Lise öğrenimini 1894′te İsviçre’de tamamladı ve 1896′da Zürih Politeknik Enstitüsü’ne (ETH) girdi. Sırp asıllı Mileva Maric adlı bir fizik öğrencisi ile evlendi. Mileva, Einstein’nın 1905′te çıkardığı araştırmanın matematik hesaplarında yardımcı olmuştur.1921 yılında teorisi üzerinde çalışmak için New York’a gitti 1933 de hitler’in ırkçı politikası sebebiyle Alman vatandaşlığından çıkartıldı ve Amerika’ya gitti ve buranın vatandaşı oldu

1933 de Almanya’da Nasyonal Sosyalist Partisi’nin İktidar olmasıyla çalışmalarına izin verilmeyen 40 bilim adamı adına Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazarak onların Türkiye’de çalışmalarına devam etmelerini istemişti.Atatürk bu isteği kabul ederek İstanbul üniversitesi’nde çalışma imkanı tanımıştı

Bu Dönemde Einstein’a İsrail Başbakanlığı teklif edildi ancak kabul etmedi.Dr. Chaim Weizmann ile Kudüs Musevi Universitesini Kurdu.

1955′te yaşamını yitirene kadar bilim dünyasına pek çok katkıda bulundu. 1916′da yayımladığı “Genel Görelilik Kuramı”, 1921′de “fotoelektrik etki ve kuramsal fizik alanında çalışmalarıyla Nobel Fizik Ödülü’nü aldı.

Bern’de federal patent dairesinde görev aldı. Bu görevden arta kalan zamanlarda çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan problemler üzerinde bir çok araştırma yaptı. Önce atomun yapısı ve Max Planck’ın kuantum teorisi ile ilgilendi. Brown hareketine ihtimaller hesabını uygulayarak bunun teorisini kurdu ve Avogadro sayısının değerini hesaplayarak teorisini test etti. Kuantum teorisinin önemini ilk anlayan fizikçilerden birisi oldu ve bunu ışıma enerjisine uyguladı. Bu da onun, ışık tanecikleri veya fotonlar hipotezini kurmasını ve fotoelektrik olayını açıklayabilmesini sağladı.

1905 yılında “Annalen der Physik” dergisinde bu çalışmalarını açıklayan iki yazısından başka, üçüncü bir yazısı daha çıktı ve bu yazıda görecelik teorisinin temelini attı. Teorileri sert tartışmalara yol açtı. 1909′da Zürih Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldu. Prag’da bir yıl kaldıktan sonra, Zürih Politeknik Enstitüsü’nde profesör oldu. 1913′de Berlin Kaiser-Wilhelm Enstitüsü’nde ders verdi ve Prusya Bilimler akademisine üye seçildi.Bir bilim adamı olarak 1. Dünya Savaşı’nda tarafsız kaldı. İlk eşinden Hans ve Eduard isminde iki erkek çocuk sahibi olan bilim adamını 1914 yılında eşi terk etti. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle yiyecek kıtlığı sırasında mide ağrıları çeken bilim adamına kuzeni Elsa bakmış ve ikinci defa kuzeni Elsa (takma ismi Else) ile evlenmiştir.

Yabancı ülkelere birçok gezi yapmakla birlikte 1933′e kadar Berlin’de yaşadı. Almanya’da yönetime gelen Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejimin ırkçı tutumu dolayısıyla, pek çok Musevi asıllı bilim adamı gibi o da Almanya’dan ayrıldı. Paris’te College de France’ta ders verdi; burdan Belçika’ya oradan da İngiltere’ye geçti. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek Princeton Üniversitesi kampüsünde etkinlik gösteren Institute for Advanced Study’de (İleri Araştırma Enstitüsü) profesör oldu. 1940 yılında Amerikan yurttaşlığına geçti.

Küçük oğlu Eduard akıl hastalığı nedeni ile Zürih yakınlarında bir bakım evinde hayatını geçirmiş; büyük oğlu Albert, babası ve annesinin karşılaştığı Zürih Polytechnic’te mühendislik okumuş ve daha sonra University of California, Berkley’de profesörlük yapmıştır. 1955′de Princeton’da ölmüştür; oğlu Albert yanında bulunmuştur.

Üvey kızı Margot Einstein, bilim adamının kişisel mektuplarını özenle herkesten saklamış ve kendisinin ölümünden 20 yıl sonra daha saklı kalmasını vasiyet etmisti. Günümüzde Princeton Üniversitesi tarafından basılan bu mektuplar bilim adamının gizli kalmış özel yaşamı hakkında ilginç bilgiler sunmaktadır.

Einstein’ın fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi. Kendisi özellikle zaman ve uzay için düzenlenmiş bağlılık İzafiyet Teorisi ile tanındı.

Bu teori üç bölüme ayrılır:

Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren Özel Görecelik (1905);
Eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren Genel Görelilik (1916);
Elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri.
İlk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar. Einstein’ın atom ile ilgili olarak: “Ben atomu iyi bir şey için keşfettim,ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar.” demiştir. Ayrıca birçok kişinin ilgisini çeken “Neden Sosyalizm?” adlı yazısı Monthly Review adlı aylık dergisinin, ilk sayısının, ilk yazısıdır.

Gelecekte Oturacağımız Evler

Categories: Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 14th, 2008 | by admin | no comments

Altı yıl içerisinde evler baştan sona teknolojiyle donatılacak. Kapılar parmak iziyle açılacak. İşte geleceğin evleri…

Vatan’ın haberine göre, Microsoft şimdi de geleceğin evini tasarladı. 60 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zengini olan Microsoft’un patronu Bill Gates, birkaç yıl içinde evlerimizde yaşanacak değişimi anlattı. Söylediklerine inanmayanları da “İnanmıyorsanız gelin bakın” diyerek Disneyland’de görücüye çıkan “Geleceğin Evi” ne davet etti.

İşte 6 yıl sonra eviniz:

- Geleceğin evinde kapı anahtar yerine, parmak izi, göz retinasını tarayıcısı ya da cep telefonunuz ile açılacak.

- Duvardaki ekrandan size bırakılan mesajları okuyabilir, LCD ekrandan evinizdeki herşeyi kontrol edebileceksiniz.

- “Grace” adlı merkezi bilgisayar hem sekreteriniz olacak, hem de sizin hayatınızı kolaylaştıracak. Hava durumunu ve nasıl giyinmeniz gerektiğini söyleyecek.

- Duvar kağıtları bir tuşta değişecek. Kumandaya basıldığında duvar bir boğaz manzarasına, ya da dev bir akvaryuma dönüşecek.

- Seçtiğiniz tüm TV programları önceden kaydedildiği için istediğiniz programı istediğiniz zaman seyredeceksiniz.

- Bilgisayar bütün yemek tariflerini uygulamalı olarak size göstereceğinden yemek yapmak çocuk oyuncağı olacak.

- Evdeki robot, siz işteyken temizlik yapacak, çamaşırlarınızı yıkayacak hatta evde hasta varsa onun ilaçlarını bile verecek.

- Uyurken duvarları karartıp, tavana yıldız ekleyerek gece atmosferi yaratabileceksiniz.

ÖNCEKİ TAHMİN DOĞRU ÇIKTI

Disneyland, bundan 50 yıl önce de geleceğin evi projesi hazırlamış ve bütün tahminleri gerçek olmuştu. 1957 yılında yapılan ve California eyaletindeki Disneyland’de sergilenen geleceğin evinde, telsiz telefon, elektrikli diş fırçası, plastik sandalye, mikrodalga fırın gibi yeniliklere yer verilmiş ve bunların 1985 yılına kadar gerçekleşeceği öngörülmüştü.

Atık Su Arıtıldı!

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar, Teknoloji Haberleri | February 14th, 2008 | by admin | no comments

Türk bilim adamları dünyada ilk defa uygulanan bir yöntemle kağıt fabrikalardan çıkan atık suyu elektrokimyasal olarak arıttı.

Yeni yöntemle biyolojik olarak mikroorganizmalar tarafından parçalanamayan ve dere, nehir ve kanalizasyona verilerek çevre kirliliği yaratan atık sular, daha da arıtılabiliyor.

Hacettepe Üniversitesi (HÜ) Mühendislik Fakültesi, Kimya Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Abdurrahman Tanyolaç, A.A muhabirine yaptığı açıklamada, Avrupa’da kağıt fabrikalarının arıtılmış atık sularında atık madde oranının litrede 100-150 miligram olmasına karşın Türkiye’de 600-700 miligram olduğunu belirterek, geliştirdikleri yöntemle bu değeri 350 miligrama kadar düşürebildiklerini kaydetti.
Kağıt fabrikalarının atık sularını önce “çökeltme havuzlarına” aldıklarını, burada suda erimeyen kağıt elyafı gibi maddeleri toplayarak yine kağıt ve karton yapımında kullandıklarını, geri kalan suyu da biyolojik arıtmadan geçirdiklerini anlatan Tanyolaç, klasik biyolojik arıtmanın bazı kağıt üretimlerinde atıkları en fazla 600 miligram/litre seviyesine düşürülebildiğini belirtti.

Kağıt üretiminde kullanılan kimyasalların hepsinin biyolojik olarak parçalanamadığını anlatan Tanyolaç, Türkiye’de kanalizasyon deşarj sınırının 1000 miligram/litre gibi yüksek bir değerde olduğunu, bu nedenle Türkiye’deki kağıt fabrikalarının litrede 600-700 miligram kirliliğin bulunduğu arıtılmış sularını kanalizasyona verebildiklerini kaydetti.

Avrupa’daki fabrikaların, mevzuatları gereği, bu değeri litrede 100-150 miligrama düşürmek zorunda olduğunu belirten Tanyolaç, biyolojik arıtmadan sonra pahalı sistemler kurularak ozonlama ve ardından ikincil biyolojik arıtma gibi yöntemlerle istenilen değere düşürebildiklerini anlattı.

“Kağıt fabrikası atık suyunda karboksilik asit, sakkarit ve fenolik bazlı bir çok kimyasal bulunuyor ve bu maddelerin bazıları mikroorganizmalar tarafından yok edilemiyor. Biyolojik olarak mikroorganizmalar tarafından parçalanamayan maddeleri elektrokimyasal olarak biz burada parçalıyoruz” diyen Tanyolaç, geliştirdikleri yöntemin biyolojik arıtmanın ardından destekleyici olarak kullanması gerektiğini bildirdi.

Geliştirdikleri yöntemde kağıt atık sularında biyolojik olarak arıtılamayan maddelerin demir elektrotlar üzerinde reaksiyona girmesini sağladıklarını anlatan Tanyolaç, bunun ozonlama yöntemine göre daha avantajlı olduğunu dile getirdi. Prof. Dr. Abdurrahman Tanyolaç, “Bu yöntemin ozona göre avantajı; hidroksil radikalleri üretmesi ve ucuz olması. Hidroksil radikallerinin parçalama gücü ozon gazından daha fazla, dolayısıyla daha verimli” dedi.

Tanyolaç, “AB çevre mevzuatı Türkiye’de uygulanmaya başlayınca kağıt fabrikaları litrede 650-700 miligrama düşürebildikleri atık miktarını 100-150 miligrama düşürmek zorunda kalacak. Bu yöntemle kirlilik değerini 1 litrede 350 miligrama kadar düşürdük, daha da düşürmek için çalışıyoruz” diye konuştu.

2 Yeni Etobur Dinozor Keşfedildi

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 14th, 2008 | by admin | no comments

8 yıl önce Nijer’de Sahra çölünde bulunan fosillerin 2 yeni etobur dinazor türüne ait olduğu ortaya çıktı.

Nijer’de, Sahra çölünde ortaya çıkarılan fosillerin önceden bilinmeyen 2 yeni etobur dinozor türüne ait olduğu bildirildi.

“Acta Palaeontologica Polonica” dergisinde yayımlanan yazıya göre, Amerikalı araştırmacılarla çalışan Bristol Üniversitesi’nden bir araştırmacının tanımladığı bu iki yeni türden birinin sırtlanlar gibi leşle beslendiği, diğerininse avcı olduğunun tahmin edildiği belirtildi.

110 milyon yaşındaki fosillerin, Chicago Üniversitesi’nden doktor Paul Serano tarafından, 8 yıl önce Nijer’de, Sahra çölünün Tenere bölgesinin batı kesiminde ortaya çıkarıldığı kaydedildi.

“Kryptops palaios” ya da “gizli yaşlı yüz” adı verilen dinozorlardan birinin yaklaşık 8 metre uzunluğunda ve üzerinde boynuzumsu bir kaplamanın bulunduğu kısa burunlu olduğu belirtildi. Bu dinozor türünün, Güney Amerika ve Hindistan’da “abelisaurids” olarak bilinen dinozor grubu üyeleri gibi kısa ve zırhlı çenesiyle leşlerin iç kısımlarını yiyebildiği kaydedildi.

“Eocarcharia” ya da “kötü bakışlı şafak köpek balığı” adı verilen diğer tür, en büyük yırtıcı olarak bilinen “Tyrannosaurus rex” gibi yırtıcıların bulunduğu “Carcharodontosaurids” grubundan ve 12 metre uzunluğunda.

Bu yırtıcı tür sahip olduğu bıçak gibi keskin dişleriyle avını parçalarına ayırarak besleniyor. Araştırmacılar, “Eocarcharia”nın gözlerinin üzerindeki kabarık kemikli kaşlarının bu türe vahşi bir görüntü verdiğini ve çiftleşme döneminde rakiplerini korkuttuğunu tahmin ediyor.

Son 25 Yılın En Önemli Buluşları

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 14th, 2008 | by admin | no comments

Son 25 yılın buluşları listesi, önemlerine göre şöyle sıralanıyor:
1) İnternet

2) Cep telefonu

3) Kişisel bilgisayar

4) Fiber optik

5) E-posta

6) Ticari GPS (Küresel Konuşlandırma Sistemi)

7) Taşınabilir bilgisayarlar

8- Hafıza depolama disketleri

9) Tüketicilere yönelik dijital fotoğraf makinası

10) Radyo frekanslı kimlik etiketleri

11) MEMS (MikroElektroMekanik Sistemler)

12) DNA testleri

13) Hava yastıkları

14) ATM

15) Gelişmiş piller

16) Melez (Hibrid) otomobiller

17) OLED (Organic light-Emitting diode: Organik ışık-Yayıcı diyot)

18) Görüntü panelleri

19) HDTV (Yüksek çözünürlüklü televizyon)

20) Uzay mekiği

21) Nanoteknoloji

22) Yapay hafıza

23) Sesli posta

24) Modern işitme cihazları

25) Kısa Menzilli, Yüksek Frekanslı Radyo.

Yeni Keşfedilen Bir Kemirgen Türü

Categories: Bilim Teknik, Hayvanlar Alemi | February 14th, 2008 | by admin | no comments

Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan ’sıradışı’ olarak tanımlanan bu kemirgen, bilimadamlarınca bir ilk olarak nitelendirildi.

Daily Mail’de yer alan habere göre koca kulaklı, fareyi andıran kemirgen jerboa, ilk görüntüleriyle karşımızda. Ancak birkaç ay önce Denizli’nin Acıpayam ilçesine bağlı Gümüş köyünde bulunan Arap tavşanıyla benzerliği de kafaları karıştıracak gibi görünüyor.Yabancı basında, bilim adamlarının ilk defa böyle bir yaratığa rastladıkları söylenirken, Türkiye’de bulunan yarı tavşan yarı fare görünümlü yaratığın da koca kulaklı bir kemirgen olduğu ve birbirlerine oldukça benzediği dikkat çekici.Gazeteport adlı internet sitesinin haberine göre, Kanguru gibi hareket eden ve uzun kulaklı bir fare görünümünde olan bu yeni kemirgen, Moğolistan ve Çin’in belli bölgelerinde yaşıyor. Hakkında çok az bilimsel veri bulunan kemirgenin en önemli özelliği kulaklarının kafasından üçte bir oranında daha büyük olması. Bu özelliğiyle, dünyanın vücuduna göre en büyük kulaklara sahip hayvanı.

Nano Teknoloji Nedir? Faydaları Nelerdir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 14th, 2008 | by admin | no comments

Boya sanayinden, tekstil ve otomotive kadar hemen her alanda yenilikler vaat eden Nano teknolojisi Türkiye’ye getirildi.

Otomobilinizin yakıt tüketimini yüzde 20’ye kadar azaltabileceğinizi söylesek ne dersiniz? Peki ev, işyeri ya da hastanelerin kirlenmeyen, uzun ömürlü ve bakterilerin üremesini önleyen boyalarla boyanabileceğini söylesek? Ayakları koku yapanlara da bir müjdemiz var: anti bakteriyel ve kan deveranını artırıcı etkisi ile ayak kokusuna son veren ayakkabı tabanı bu soruna çare oluyor. Yepyeni bir devrimin (biraz geç kalmış olsak da) kapısındayız: Nano teknolojisi.

Sanayide meydana gelen devrim niteliğindeki gelişmeler arasında buharlı makinenin icadı, motorun icadı, İnternet’in geliştirilmesini takiben şimdi de dördüncü basamağı oluşturduğuna inanılan Nano teknolojisi insanlığın yaşam kalitesini artırmada yeni ufuklar vaat ediyor.

Nano, metrenin milyarda birini ifade etmek için kullanılan ölçü birimi. Nano teknolojisi sayesinde maddelerin nano boyutlara indirgenip işlenebilmesi mümkün hale geliyor. Bir örnek vermek gerekirse, bildiğimiz doğal kil ya da seramiği nano boyutlarda toz zerrecikleri haline getirebilir ve bunu nano polimerlerle işleyebilirsek, doğal ortamda karşılaşamayacağımız sertlikte ve dayanıklılıkta malzemeler imal edebiliriz.

Tayvan’da Nano Baba olarak bilinen Ku Shao-Tu, yüzde 50 Tayvan, yüzde 50 Türk ortak girişimi ile kurulan Nanolight Yüksek Teknoloji Ürünleri şirketinin açılışı için Türkiye’deydi. Aynı zamanda Tayvan Araştırma Merkezi’ne bağlı Nano Bölümü’nün de Başkanı olan Ku Shao-Tu ile nano teknoloji üzerine bir söyleşi gerçekleştirildi ama bizim “QUALİTY TUKİSH MEDİA” mız bu söyleşiye önemsiz haber damgasını vurarak yayınlamadı işte “AkiFB” farkıyla söyleşinin bir kısmı:

Basit bir ifade ile nano teknolojisi nedir?

- Nano ne bir maddedir, ne bir şeydir. Sadece bir ölçüdür. Ölçünün küçültülmüşüdür.

Hayatımızda ne gibi değişikliklere neden olacak?

- Elektronik alanında dünyanın gidişatına bakarsak, 2004 senesinde nano’nun 4. sanayi devrimi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü nano, sağlığa, tasarrufa ve huzura da hitap etmekte.

Sağlığa ve tasarrufa nasıl yansıyor?

- Aslında her alanda kullanılabiliyor. Ağır sanayide, elektronikte, sağlıkta, tekstilde, ziraatta, her alanda kullanabiliyoruz. Bilhassa Almanya ve İngiltere’de çok revaçta. Nano teknolojisi ile üretilen tekstil ürünleri, vücut ısısını koruyor aynı zamanda kan deveranını sağladığı için vücudun yorulmasını azaltıp rahatlık veriyor.

Tekstil firmalarının ek bir yatırım yapmaları gerekiyor mu bu yenilikten yararlanmaları için?

- Aslında toz bazlı olup, tekstile adapte ediliyor. Sonra tekstil ürünleri imal ediliyor. Esas nano hammaddesi natüreldir. Bir kimya değildir, bir bileşim değildir.

Bu madde sadece Tayvan’da mı üretiliyor?

- Bu bir ölçüdür. Bu bir buluş değil, fark ediliştir. Nanonun olabileceğini ve neler yapılabileceğini fark ettik. Bu teknik şu anda sadece Tayvan’da var.

Dünyada başka örnekleri var mı?

- Almanya, İngiltere, Hollanda ve Amerika’ya yarı mamul halde girmiştir.

Nano ürünler öncekilere göre hangi açılardan farklı olacak?

- Nano teknolojisi, insan hayatında çok büyük değişiklikler yaratabilecek bir gelişmedir. Örneğin, banyodan çıktığınızda, bornozu çıkardığınızda bir soğukluk hissedersiniz, nano ile bunu hissetmeyeceksiniz. Çünkü vücut ısısını bir müddet daha tutuyor. Başka bir örnek, yakıt tasarrufu sağlayan ürünler imal edilebiliyor. Dizel veya benzinli aracın yakıt borusunun üzerine monte edilen (plastik hortuma benzeyen) nano ürünü, yakıt tasarrufu sağlarken, havanın kirlenmesini azaltıyor, kokuyu gideriyor. Bu nedenle Çin’de en büyük vilayetlerden üçünde kullanılması tavsiye ediliyor. Hollanda da bu ürünü kullanmayı öneren bölgeler var.

Bu teknolojinin Türkiye’ye ne gibi katkıları olabilir?

- Nano teknolojisi artık sanayide olmazsa olmaz bir ürün oldu. Şimdi bütün ülkelerin yeni araştırmalara, bilhassa insanın hayatı, rahatı, iyi yaşaması için harcadıkları para çok büyük. Ve nano, bu araştırmalar sonucunda elde edilen en iyi teknolojilerin başında geliyor. Buraya gelmemin en büyük nedeni, Türkiye’nin Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir ülke olarak, Avrupa Birliği standartlarında bir ülke haline geleceğine inanıyor olmam. Türkiye şu anda ilk sırayı almıyor, ikinci basamakta ama ilk sıraya çıkmasında bizim de katkılarımız olacak. Bu çerçevede, Türkiye’de kurmuş olduğumuz şirket, bölgedeki 70 ülkedeki operasyonun merkezi olacak.

Bunlarda benden extra bilgiler

Nano Teknolojisi Nedir?

Nano metre, metrenin milyarda biridir. Gözle görülemeyecek kadar küçük olan nanonun, yaşama yansıması, işlevleri gözden kaçmayacak kadar büyüktür.

Nano Teknolojisi ile gerçekleştirilen üretimlerde, maddelerin molekülleri çok büyük enerji yaratmaktadır. Bu sayede, çok özel işlevi olan mucize ürünler elde edilmektedir.

Nano Teknolojisi, tekstil, boya, kimya, taş, su arıtma, elektronik, sağlık, otomotiv, bilgisayar teknolojisi ve sanayiinin tüm kollarında devrim yaratacak niteliktedir. NanoLight Ray Türkiye’ye şimdilik tekstil, boya (yüksek ısıya dayanıklı sanayi boyaları, doğal taş-mermer boyaları ve antibakteriyel özellikli boyalar), otomotiv ve medikal sektörlerine hammadde temini, endüstriyel çözümler ve bitmiş ürünler bazında girmiştir.

Nano teknolojisi ile üretilen ürünler global rekabette her geçen gün kendinden daha çok söz ettirmekte, üstün özellikleriyle pazardan aldıkları pay oranını sürekli olarak artırmaktadır.

Nano Teknolojinin Yararları Nelerdir?

Nano teknoloji tasarruf demektir.

Daha az maliyetle, daha çok üretim sağlarsınız.

Enerji kaynaklarından elde edeceğiniz tasarruf ile enerji maliyetlerini düşürürsünüz.

Üretim süreçlerini kısaltarak zaman ve maliyat kaybını önler, rekabet gücünüzü artırırsınız.

Teknolojik yarışta geri kalmaz, öne geçersiniz.

Nano teknoloji yaşam kalitenizin yükselmesini sağlar.

Ürün kalitenizi yükseltirsiniz.

Üretiminizle, insanların yaşam standartlarını ve kalitesini yükseltir, daha sağlıklı ve daha güvenli bir yaşam sunarsınız.

Ulusal gelir düzeyinin yükselmesinde önemli bir rol üstlenirsiniz

Artık yerde değil gökte trafik yoğunlaşacak! Uçan otomobiller 5 yıl sonra satışa çıkıyor. İşte özellikleri…

İnsanoğlunun 100 yıllık hayali gerçek oluyor. Tek kişilik olan uçak-otomobil 600 kilodan daha hafif ve kurşunsuz benzinle çalışıyor. Hollanda merkezli bir firma tarafından geliştirilen Pal-V, Fiat Uno büyüklüğünde.

Tek kişilik olan uçak-otomobil 600 kilodan daha hafif ve kurşunsuz benzinle çalışıyor. Pal-V’nin havalanması için sadece 50 metrelik bir yola ihtiyacı var. İnmek için ise sadece 4 metreye yeterli oluyor.

Uçma konumuna geçildiğinde tavanındaki pervane açılıyor ve tek motordan beslenen araç helikopter gibi havalanıyor. Karada saatte 200 km hız yapabilen otomobilin havadaki hızı ise saatte 190 km. Menzili 550 kilometre ve 1200 metre yükseğe çıkabiliyor.

5 yıl içinde satışa çıkması beklenen üç tekerlekli uçak otomobilin fiyatının işadamlarının makam araçlarından biraz daha pahalı olacağı tahmin ediliyor.

Dünyanın En Hızlı Yolculuğu

Categories: Bilim Teknik | February 14th, 2008 | by admin | no comments

Abingdon’daki “Reaction Engines” adlı şirketin uzmanlarınca 25 yıla kadar hayata geçirilmesi tasarlanan projeye göre, Mach 5 hızında (saatte 6 bin 125 km) yol alabilecek “A2” uçağı, 300 yolcusuyla 4 saat 40 dakikada İngiltere’den Avustralya’ya varabilecek. (Mach 5’ten itibaren uçaklara hipersonik jet deniyor.) Bu mesafeyi uçaklar molayla birlikte halen 22 saatte alıyor.

Dünyanın en hızlı uçağı Concorde, Mach 2 ile uçuyordu.

Müstakbel uçağın bileti 3500 sterlin (yaklaşık 8 bin YTL) civarında olacak.

Uçak kısaca LAPCAT olarak adlandırılan proje çerçevesinde geliştiriliyor. 7 milyon Euro’luk proje finansmanının yarısı AB’den geliyor.

Avrupa Uzay Kurumunun da katkı sağladığı projenin, uzay çalışmalarında elde edilen bilgi birikimi ve teknolojinin, hava yolu şirketlerince hayata sokulmasını teşvik etmeye yönelik olduğu belirtiliyor.

“Hipersonik” uçak “A2”, 143 metre boyunda olacak. Mühendisler, uçağı sıvı hidrojenle çalışan “Scimitar” motoruyla donatmayı tasarlıyor. Motor geliştirme çalışmaları da sürüyor.

Şirket yöneticilerinden Alan Bond’un verdiği bilgiye göre, “A2”, Kuzey Atlantik’i 0,9 Mach hızıyla (ses hızının altında) “sessizce” geçtikten sonra Kuzey kutbunun üzerine geldiğinde hızını 5 Mach’a yükselterek Avustralya’ya yönelecek.

Deniz Suyundaki Tuz Nereden Gelir

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 13th, 2008 | by admin | no comments

Yirminci yüzyılın başlarında Bilim adamları bu konuyu çok basit bir şekilde açıklıyorlardı. Bu açıklamaya göre, her ne kadar nehirlerin suları tatlı ise de içlerinde bir miktar da erimiş mineral vardır. Yataklarındaki bu mineralleri ve içlerinde tuz bulunan kayaları erozyona uğratarak okyanuslara taşırlar. Bu mineraller içinde en çok olanı kimya dilinde sodyum klorür (NaCl) diye adlandırılan bildiğimiz sofra tuzudur ve bir daha karaya geri dönmez.Bilim adamları bu teoriden yola çıkarak dünyanın yaşının da hesap edilebileceğine inanıyorlardı. Ancak nehirlerdeki tuz oranı ile okyanuslardaki tuz oranı mukayese edilerek yapılan hesaplamalarda dünyanın yaşı 300 milyon yıl çıktı. Dünyamız ise gerçekte 4,5 milyar küsur yaşındadır.

Ayrıca bu teoriye göre denizlerdeki tuzun her geçen yıl artması gerekir. Her ne kadar denizlerdeki tuz oranı bölgelere ve zamana göre değişiklik gösterse de içindeki belli başlı elementlerin yoğunluklarının yüz milyonlarca yıl hemen hemen aynı kaldıkları bilinmektedir. Öyleyse bu yüksek miktardaki tuz başlangıçta denizlere nereden gelmiştir? Bilim adamları da tam olarak bilemiyorlar ve emin değiller ama iyi bir tahminleri var.

Tuz iki çeşit atomdan yapılmıştır. Sodyum (Na) ve Klor (Cl). Bilim adamları Sodyum un ilk teoride olduğu gibi nehirler yolu ile karalardan denizlere taşındığını, Klor un ise dünya tarihinin ilk dönemlerinde, yer kabuğu ile yer merkezi arasında kalan katmanlardan, okyanusların diplerindeki çatlaklar ve volkanlar yolu ile denize karıştığını ve bu ikisinin birleşerek denizin tuzunu oluşturduklarını tahmin ediyorlar.

Ama hala niçin denizlerin gittikçe tuzlu olmadığının cevabını alabilmiş değiliz. Bilim adamları bunun açıklamasını da şöyle yapıyorlar: Tuz nehirler yolu ile denizlere ilave edilmektedir, ama aynı zamanda denizdeki diğer kimyasallarla birleşerek, okyanus tabanındaki kayalar tarafından emilerek veya deniz suyunun çözeltisinden ayrılıp çökelti haline gelerek bir şekilde deniz suyunun içinden eksilmektedir.

Altın Oran Nedir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 12th, 2008 | by admin | no comments

Altın oran, Fi (phi) sayısı olarak bilinir. neticede matematiksel bir kavramdır ve değeri de 1,618 dir. Fibonacci sayıları ve altın oran matematiğin en ilgi çekici konuları arasındadır. Leonardo Fibonacci 13. yüzyılda yaşamış bir Italyan matematikçisiydi.

FIBONACCI DIZISI: 1,1,2,3,5,8,13,21,34,55,89,144….

Bu diziye baktığımız zaman onun basit bir kurala dayanarak oluşturulduğunu görebiliriz. Bu kuralı sözcüklerle ifade edersek; her sayı (ilk ikisi dışında) kendisinden önce gelen iki sayının toplamından oluşmuştur.

Arı kovanlarında yaşayan dişi arıların sayısının erkek arıların sayısına bolundugunde hep aynı sayı elde edilir. Yani 1.618

Leonardo Da Vinci nin ünlü cıplak erkegini gosteren Vitruvius adamında da aynı oranlar mevcuttur. Altın Oran ın Görüldüğü ve Kullanıldığı Yerler

1. Ayçiçeği: Ayçiçeği nin merkezinden dışarıya doğru sağdan sola ve soldan sağa doğru tane sayılarının birbrine oranı, altın oranı verir.

2. Papatya Çiçeği: Papatya Çiçeğinde de ayçiçeğinde olduğu gibi bir altın oran mevcuttur.

3. Insan Kafası: Bildiğiniz gibi her insanın kafasında bir ya da birden fazla saçların çıktığı düğüm noktası denilen bir nokta vardır. Işte bu noktadan çıkan saçlar doğrusal yani dik değil, bir spiral, bir eğri yaparak çıkmaktadır. Işte bu spiralin ya da eğrinin tanjantı yani eğrilik açısı bize altın oranı verecektir.

4. Insan Vücudu: Insan Vücudunda Altın Oran ın nerelerde görüldüğüne bakalım:

4.1. Kollar: Insan vücudunun bir parçası olan kolları dirsek iki bölüme ayırır(Büyük(üst) bölüm ve küçük(alt) bölüm olarak). Kolumuzun üst bölümünün alt bölüme oranı altın oranı verceği gibi, kolumuzun tamamının üst bölüme oranı yine altın oranı verir.

4.2. Parmaklar: Ellerimizdeki parmaklarla altın oranın ne alakası var diyebilirsiniz. Işte size alaka… Parmaklarınızın üst boğumunun alt boğuma oranı altın oranı vereceği gibi, parmağınızın tamamının üst boğuma oranı yine altın oranı verir.

5. Tavşan: Insan kafasında olduğu gibi tavşanda da aynı özellik vardır.

6. Mısır Piramitleri: Her bir piramitin tabanının yüksekliğine oranı yine altın oranı veriyor.

7. Leonardo da Vinci: Bilindiği gibi Leonardo da Vinci Rönesans devri ünlü ressamlarındandır. Şimdi bu ünlü ressamın çizmiş olduğu tabloları inceleyelim.

7.1. Mona Lisa: Bu tablonun boyunun enine oranı altın oranı verir.

7.2. Aziz Jerome: Yine tablonun boyunun enine oranı bize altın oranı verir.

8. Picasso: Picasso da Leonardo da Vinci gibi ünlü bir ressamdır. Ve resimlerinde bu oranı kullanmıştır.

9. Çam Kozalağı: Çam kozalağındaki taneler kozalağın altındaki sabit bir noktadan kozalağın tepesindeki başka bir sabit noktaya doğru spiraller (eğriler) oluşturarak çıkarlar. Işte bu eğrinin eğrilik açısı altın orandır.

10. Deniz Kabuğu: Denize çoğumuz gitmişizdir. Deniz kabuklarına dikkat edenimiz, belki de kolleksiyon yapanımız vardır. Işte deniz kabuğunun yapısı incelendiğinde bir eğrilik tespit edilmiş ve bu eğriliğin tanjantının altın oran olduğu görülmüştür.

11. Tütün Bitkisi: Tütün Bitkisinin yapraklarının dizilişinde bir eğrilik söz konusudur. Bu eğriliğin tanjantı altın orandır.

12. Eğrelti Otu: Tütün Bitkisindeki aynı özellik Eğrelti Otu nda da vardır.

13. Elektrik Devresi: Altın Oran sadece Matematik ve kainatta değil,

Fizik te de kullanılıyor. Verilen n tane dirençten maximum verim elde etmek için bir paralel bağlama yapılması gerekir. Bu durumda Eşdeğer Direnç, yani Reş= yani altın oran olur.

14. Salyangoz: Salyangozun Kabuğu bir düzleme aktarılırsa, bu düzlem bir dikdörtgen oluşturur (-ki biz bu dikdörtgene altın dikdörtgen diyoruz.-) Işte bu dikdörtgenin boyunun enine oranı yine altın oranı verir.

15. MIMAR SINAN: Mimar Sinan ın da bir çok eserinde bu altın oran görülmektedir. Mesela Süleymaniye ve Selimiye Camileri nin minarelerinde bu oran görülmektedir.

INSAN VÜCUDUNDA ALTIN ORAN

Insan gözünün ALTIN ORAN a bu kadar yakın olmasının, estetik açıdan sürekli olarak ALTIN ORAN a uygun şekil ve yapıları tercih etmesinin bir nedenini, yaşadığı çevre olan doğada hemen her an ALTIN ORAN la karşı karşıya olmasının yanı sıra, kendi vücudunun hemen her noktasında ALTIN ORAN a sahip olmasında arayabiliriz. Aşağıda oranlarda insanında ne kadar ALTIN ORAN örneği olduğunu göreceksiniz:

Boy/ (bölü)Bacak boyu

Beden boyu/kolaltı beden boyu

Tam kol boyu(Boyun-Parmak ucu)/Dirsek - Boğaz

Parmak ucu - omuz/Parmak ucu - Dirsek

Göbek - Omuz/Göbek - Bel

INSAN YÜZÜNDE ALTIN ORAN

Ideal ölçülere sahip bir insan yüzünde de sayısız ALTIN ORAN örnekleri görmek mümkündür:

Yüz yüksekliği/Yüz genişliği

Tepe - Göz yüksekliği/Saç Dibi - Göz Yüksekliği

Göz - çene arası/Burun - çene arası

Alın genişliği/Burun boynu

Göz - Ağız/Burun boyu

Burun altı - çene/Ağız - Çene

Yüz genişliği/Gözbebekleri arası

Gözbebekleri arası/Ağız genişliği

Ağız genişliği/Burun Genişliği

Bilimin Açıklayamadığı Bazı Olaylar

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 12th, 2008 | by admin | no comments

Bilim dünyasında, bilinen teorilere uymayan, çok sayıda olay gözlenebiliyor. İlk başlarda açıklanamayan bu olaylar zaman içinde yeni teorilerin ve bilimsel buluşların ortaya çıkmasına neden olabiliyor ve bu nedenle bu tür açıklanamayan olayların üzerinde durmak insanlık için son derece faydalı sonuçlar doğurabilir. Ancak bu olaylardan bazıları ilk ortaya kondukları andan bu ana yıllar geçmiş olmasına rağmen halen açıklanamıyor ve yanlışlıkları da ispatlanamıyor. 2005 yılı itibariyle üzerinde en çok durulan ve henüz açıklanamayan 13 olay şu şekilde sıralanıyor:

1) ETKİSİZ İLACIN (PLASEBO) ETKİSİ NEDİR?

Etkisiz ilaç verilen hastaların, tıpkı normal ilaç almış gibi kendilerini iyi hissetmelerinin nedeni nedir, bilinmiyor.

Süphesiz duymuşsunuzdur, ilaç yerine verilen etkisiz ilaçların, tıpkı ilaç almış gibi etki yaptığını. Ama nasıl etkidiği ve nedeni bilinmiyor. Plasebo etkisinin gücünü siz de evde bir deneyle görebilirsiniz, tabii bu deneyi üzerinde uygulayabileceğiniz birisini bulabilirseniz! Günde birkaç kez, birkaç gün boyunca birinin canını yakın. Deney in son gününe kadar ağrıyı morfin ile kontrol altına alın. Bu son gün morfin yerine tuzlu su kullanın. Sonuçta tuzlu suyun ağrıyı azalttığını göreceksiniz.

İşte plasebo etkisi buna deniyor. Bu etki bazen çok güçlü olabiliyor. Yukarıdaki deneyi ilk kez İtalya da Torino Üniversitesi nden Fabrizio Benedetti yaptı. Doktorlar plasebo etkisinin onlarca yıldır farkında.

Benedetti, ayrıca Parkinson hastalarında da plasebo etkisini araştırdı. Tuzlu suyun plasebo etkisinin hastalarda titreme ve kas sertliğini azalttığını gören (Nature Neuroscience, vol 7, p 587) Benedetti ve ekibi, hastalara tuzlu su verirken beyinlerindeki nöronların faaliyetlerini ölçtü. Deneyde “Alt-talamik çekirdek”teki nöronların, tuzlu su verildikçe daha az tetiklendiği anlaşıldı. Bu şekilde hastalığın semptomları düzelirken, nöron faaliyetleri de azalıyordu.

Benedetti bu deneyden elde edilen sonuçları şöyle değerlendiriyor: “Burada neler olup bitiğini öğrenmek zorundayız. Ancak bir şey kesin: Beklentiler ve terapötik sonuçlar arasındaki ilişki, beyin-beden etkileşimini anlamak için mükemmel bir model oluşturuyor. Şimdi bilim adamları plasebo etkisinin nerede ve ne zaman devreye girdiğini anlamaya çalışıyor. Hastalıklar farklı da olsa altta yatan mekanizma aynı olabilir”.

2) BIG BANG RADYASYONU YAYILIMI UZAYDA NASIL EŞİT OLUYOR

Ufuk Problemi adı ile bilinen olgu, ?büyük patlama dan geride kalan radyasyon yayılımının evrenin her yerinde nasıl eşit olarak dağıldığıdır. Astrofizikçiler sorunu çözmek için göbek patlatıyor.

Evren anlaşılmaz bir şekilde tekdüzedir. Görülür evrenin bir ucundan diğerine, uzayı bütünü olarak incelerseniz, kozmosu dolduran mikrodalga geri plan radyasyonunun sıcaklığının her yerde aynı olduğunu görürsünüz. Bu ilk bakışta şaşırtıcı gelmeyebilir; ancak bir uçtan diğer uca mesafenin 28 milyar ışık yılı olduğu ve evrenin 14 milyar yaşında olduğu düşünülürse, bu sonucun ne denli anormal olduğu ortaya çıkar.

Hiçbir şey ışık hızından daha hızlı değildir. Dolayısıyla ısı radyasyonunun, Big Bang sırasında ortaya çıkan soğuk ve sıcak noktalar arasındaki farklılığı eşitlemek için iki ufuk arasında yol alması mümkün görünmüyor. Bu “ufuk problemi” kozmologların başını ağrıtan en önemli problemlerden biri. Ortaya atılan ve herkes tarafından kabul edilmeyen görüşler var.

3) EINSTEIN YANILIYOR MU?

10 yıldan daha uzun bir zamandır Japonya daki fizikçiler varolması mümkün olmayan kozmik ışınları gözlüyorlar. Kozmik ışınlar, evrende ışık hızına yakın bir hızda yol alan parçacıklardır Dünya da tespit edilen bazı kozmik ışınlar, süpernova gibi şiddetli olaylar sırasında üretilir ve bunlar doğada görülen en enerjik parçacıklar.

Kozmik ışın parçacıkları uzayda yol alırken, evreni dolduran düşük enerjili fotonlarla çarpışarak enerjilerini yitirirler. Einstein ın özel görelilik kuramına göre bizim galaksimizin dışındaki bir kaynaktan çıkıp Dünya ya gelen kozmik ışınlar, o kadar fazla sayıda enerji azaltıcı çarpışmaya maruz kalır ki, bunların maksimum olası enerjisi 5 x 10 19 elektronvolta çıkar. Buna Greisen-Zatsepin-Kuzmin sınırı adı verilir.

Ne var ki son 10 yılda, Tokyo Üniversitesi nden Akeno Giant Air Shower Array adı verilen 111 parçacık dedektörü, GZK sınırının üzerinde birkaç kozmik ışın tespit etti. Kuramsal olarak bunların, enerji yitirmemiş olmaları için, bizim galaksimizin içinden gelmesi gerekir. Ancak astronomlar galaksimizin içinde bu kozmik ışınların gelmiş olabileceği bir kaynak bulamadılar. Peki bunlar nereden geliyordu?

Bir olasılığa göre Akeno sonuçları yanlış olabilir. Bir diğer olasılık ise Einstein in yanılıyor olmasıdır. Einstein ın özel görelilik kuramına göre uzayın her yönde aynı olması gerekir. Ancak parçacıkların bazı yönlere doğru daha kolay yol alması durumunda ne olacak? O zaman kozmik ışınlar enerjilerinin daha fazlasını koruyabilir ve GZK limitlerinin dışına çıkabilir.

Arjantin, Mendoza daki Pierre Auger deneyindeki fizikçiler de bu sorun üzerinde çalışıyor. 3000 kilometre kare üzerine yayılan 1600 dedektörden yararlanan bilim adamları, gelmekte olan kozmik ışınların enerjilerini tespit ederek Akeno sonuçlarının daha iyi anlaşılmasını sağlayabilecekler.

4) HOMEOPATİK ERİYİKLER ETKİLİ Mİ?

Homeopatik yöntem, kimyasal ilaçların sulandırılması esasına dayanır; tek bir ilaç molekülü içermeyecek noktaya gelinceye kadar sulandırılma devam etse dahi, suyun iyileştirme özelliğini koruduğu iddia edilir. Bu nasıl oluyor?

Belfast taki Queen s University den farmakolog Madeleine Ennis ise homeopatiyi şiddetle eleştirenler arasında. Homeopatinin hiçbir işe yaramadığını düşüncesinde.

Ennis, son makalesinde, iltihabi yangı durumunda ortaya çıkan insan akyuvarları üzerinde aşırı sulandırılmış histaminin etkilerini araştırdı. Bu bozofiller, hücre saldırı altındayken histamin adı verilen maddeyi salgılar. Bunlar bir kez salgılandığı zaman, histamin bozofillerin daha fazla salgılamasını engeller. Farklı laboratuvarlarda tekrarlanan bu çalışma homeopatik eriyiklerin histamin gibi etki yarattığını ortaya çıkartmış. Bu sonucun üzerine Ennis bu etkinin yok sayılamayacak kadar gerçek olduğunu kabul etmek zorunda kalmış.

Bu nasıl oluyor? Homeopatlar kömür, örümcek zehiri gibi maddeleri etanol içinde eriterek, bu “ana eriyik”i su ile tekrar tekrar sulandırır. Sulandırma düzeyinden bağımsız olarak homeopatlar, orijinal ilacın su molekülleri üzerinde iz bıraktığını iddia eder.

Ennis in niçin konuya kuşkuyla yaklaştığını anlayabiliyoruz. Kaldı ki homeopatik tedavinin, geniş kapsamlı, plasebo-kontrollü klinik bir deneyde bugüne dek yararlı olduğu kanıtlanmadı. Ancak Belfast çalışması (Inflammation Research, vol 53, p 181) bazı şeylerin “etkin olduğunu” gösteriyor. Enis diyor ki: “Bulgularımızı açıklamakta zorlanıyoruz. Dolayısıyla başkalarını ileri deneyler yapması için teşvik ediyoruz. Eğer bu ileri deneylerde sonuçlar olumlu çıkarsa kimya ve fiziği yeniden yazmamız gerekebilir.”

5) KARA MADDE VAR DENİYOR, AMA NEDİR AÇIKLANAMIYOR!

Fizikçiler, evrende bazı olayları açıklayabilmek için kara maddenin varolduğunu söylüyor.
Yerçekimi konusundaki bilgilerimizi galaksilerin nasıl döndüğü konusuna uyarladığınız zaman, ortaya yeni bir problem çıkar, çünkü galaksilerin hızla birbirlerinden ayrılması gerekir. Galaktik madde merkezi bir nokta etrafında yörüngeye oturur, çünkü bunların karşılıklı kütleçekimsel cazibesi, merkezcil kuvvetler yaratır. Ancak galaksilerde, gözlenen dönmeyi yaratacak miktarda kütle yoktur.

Amerikalı astronom Vera Rubin, 1970 li yılların sonlarına doğru bu anormalliği tespit etti. Fizikçilerden gelebilecek en anlamlı tepki, görebildiğimizden daha fazla kütlenin varolabileceği doğrultusundaki önermeydi. Burada sorun bu “kara madde”nin ne olabileceği konusunda kimsenin bir fikri olmamasıydı.

Şu anda hálá bu soruya kimse yanıt veremiyor. Öneri bol ama bu konuda bir ortak bir görüş yok. Bu da bilim adına utanılacak bir konu. Astronomik gözlemlere göre kara madde evrendeki kütlenin yüzde 90 ını oluşturmakla birlikte, insanoğlu bu yüzde 90 ın ne olduğunu bilmemekte.

Büyük bir olasılıkla en önemli neden belki de böyle bir şeyin varolmamasıdır. Rubin de gerçeğin bu olduğuna inanıyor: “Eğer seçme şansım olsaydı, geniş mesafelerdeki kütleçekimsel etkileşiminin doğru olarak tanımlanması için Newton ın yasalarının değiştirilmesini talep ederdim.”

6) MARS TA METAN GAZININ KAYNAĞI NE?

Viking uzay araçlarından biri Mars ta metan gazı var, diğeri yok diye rapor etti? Var mı yok mu?

1976 yılında Gilbert Levin gört gözle uzay aracı Viking den gelecek verileri bekliyordu. Mars tan milyonlarca kilometre uzakta, Viking uzay araçları Lander, yerden aldıkları toprak örneğini karbon-14 etiketli madde ile karıştırdı. Lander ın üzerindeki enstrümanlar, topraktan yayılan emisyonun içinde metan gazı olduğunu saptarsa, Mars ta yaşam olduğu anlaşılacaktı.

Viking sonucun pozitif olduğunu belirtti. Demek ki bazı organizmalar karbon-14 ü sindirip yaktığı için metan gazı çıkıyordu.

Ancak bu sonuçlar beklenilen etkiyi yaratmadı. Çünkü, organik molekülleri bulmak için tasarlanan başka bir enstrüman hiçbir şey bulamamıştı. Bilim adamları da Viking in yanlış veri gönderdiği konusunda görüş birliğine vardı. Peki Viking niçin pozitif sonuç göndermiş olabilirdi?

Tartışmalar şiddetlendi. Bu arada NASA nın Mars a son gönderdiği Rover ların yolladığı bilgilere göre Mars geçmişinde sulak bir gezegendi ve bu nedenle yaşam olasılığı vardı. Levin, Mars tan gelen tüm verilerin yaşam olduğuna ilişkin görüşünü desteklediğini ileri sürüyordu.

Ve Levin bu iddiasından hiçbir zaman vazgeçmedi ve bu konuda da yalnız değil. Los Angeles teki Güney Kaliforniya Üniversitesi nden hücre biyoloğu Joe Miller, verileri yeniden gözden geçirerek, emisyonun 24 saatlik biyolojik döngüsüne ilişkin kanıtlar içerdiğini ileri sürdü. Bu da, yaşamın olduğuna ilişkin çok önemli bir kanıttı.

Acaba öyle mi? Mars a gönderilecek araçların, Mars ta yaşam olup olmadığını bazı moleküllerin şekline bakıp karar verecek.

7) HESAPTA OLMAYAN BU PARÇACIKLAR DA NE?

Atomun yapısı modelinde asla yer almayacak bazı parçacıklar gözlendi. Eğer bu doğruysa, evrenin genişlemeyi bir kenara bırakın, kendi üzerine çökmesi gerekirdi!.. Ama bu parçacıkların varlığına inananlar da var. Bu nasıl oluyor?

Bundan 4 yıl önce Fransa da bir parçacık hızlandırıcısı varolmaması gereken 6 parçacık tespit etti. Bunlara tetra-nötron adı verildi. Dört nötronun birbirine bağlanmasıyla oluşan bu yapılar fizik yasalarına meydan okuyordu.

Caen deki Ganil hızlandırıcısında çalışan Francisco Miguel Marques ve arkadaşları bu yapıları yeniden ele geçirmenin yollarını arıyor. Eğer başarılı olurlarsa bu kümeler, atomik çekirdekleri bir arada tutan kuvvetleri yeniden gözden geçirmemize neden olacak.

Ekip, berilyum çekirdeğini küçük bir karbon hedefe ateşleyerek, çevresindeki dedektörde biriken parçacıkları inceledi. Dedektörlere çarpan 4 ayrı nötronun izini göreceklerini umut ediyorlardı. Oysa Ganil ekibi yalnızca tek bir dedektörün üzerinde tek bir ışık çakması tespit etti. Bu ışık çakmasının enerjisi, dedektöre 4 nötronun aynı anda çarpmış olabileceğini gösteriyordu. Kuşkusuz, bu rastlantısal bir keşif olabilirdi. 4 nötron aynı yere aynı anda rastlantısal olarak varmış olabilirdi. Ne var ki bunun bir rastlantı olma olasılığı çok düşüktü.

Ancak tetranötronların varolma olasılığı da bu rastlantı kadar düşüktü. Çünkü parçacık fiziğinin standart modelinde tetranötronlar yer almaz. Pauli ilkesine göre aynı sistem içindeki iki proton veya nötronun bile kuantum özellikleri aynı değildir. Aslında bunları bir arada tutan şiddetli nükleer kuvvet o şekilde ayarlanmıştır ki, bırakın 4 nötronu bir arada tutmayı, iki yalnız nötronu bile birlikte tutamaz. Marques ve ekibi bu keşif karşısında o kadar büyük bir şaşkınlığa uğramış ki, bulguların yanlış olduğunu düşünüp bir kenara atmışlar.

Bu arada tetranötronların varlıklarına ilişkin başka kuşkular daha söz konusu. Fizik yasalarını bir kenara itip 4 nötronun birbirine bağlanmasına izin verdiğiniz takdirde kaos meydana gelebilir (Journal of Physics G, vol 29, L9) Bu şu anlama geliyor: Evren genişlemeye fırsat bulamadan çökerdi!..

Bu mantık silsilesinin içinde yine de bazı boşluklar var. Hálihazırda geçerli olan kuramlar tetranötronların varolabileceğini kabul ediyor, ancak çok kısa ömürlü bir parçacık olarak. Maddenin çoklu nötronlardan oluşabileceği fikrini destekleyen bir başka kanıt da nötron yıldızları. Çok fazla miktarda yapışık nötron içeren bu unsurlar, nötronların kümeleşmeleri durumunda açıklanamayan bazı kuvvetlerin ortaya çıkabileceği olasılığını gündeme getiriyor.

8- PIONEER 10 VE 11 İ UZAY BOŞLUĞUNA ÇEKEN NE?

Şimdi güneş sisteminin dışına çıkarak yıldızlararası boşlukta yol alan Pioneer 10 ve 11 uydularını uzay derinliklerine çeken veya iten bir enerji var, bu nedir?

Bu iki uzay aracı ile ilgili bir öykü. Pioneer-10 1972 yılında fırlatıldı, Pioneer 11 bir yıl sonra yola çıktı. Şu günlerde iki uzay aracı, uzayın derinliklerinde sürükleniyor. Ancak bunların yörüngesi göz ardı edilemeyecek kadar önemli.

Çünkü bunları bir şey itiyor veya çekiyor olabilir. Bu şey uzay araçlarının hızlanmasına yol açıyor. Gerçi sonuçta ortaya çıkan hızlanma saniyede bir nanometreden küçük! Bu da Dünya nın yüzeyindeki yerçekiminin on milyarda birine eşit. Ancak yine de Pioneer 10 u 400.000 kilometre öteye sürükleyecek kadar güçlü. NASA nın, Pioneer 11 ile bağlantısı 1975 yılında kesildi. Ancak o noktaya kadar Pioneer 10 ile benzer bir sapmaya maruz kalmıştı. Bu sapmanın nedeni ne olabilir?

Bunun kimse bilmiyor. Yazılım hataları, güneş rüzgárları veya yakıt sızıntısı gibi bazı olası açıklamaların yanlışlığı şu ana kadar kanıtlandı. Eğer bunun nedeni kütleçekimsel bir etkiyse, bu bizim bildiğimiz kütleçekimi olamaz. Aslında, bazı fizikçiler bu konuda o kadar çaresizler ki, bu gizemi açıklamak için açıklaması olmayan başka fenomenlere başvurmaktan çekinmiyorlar.

İngiltere deki Portsmouth Üniversitesi nden Bruce Bassett, Pioneer bilmecesinin, hassas yapı sabiti olan alfa daki değişikliklerden kaynaklanmış olabileceğini ileri sürüyor. Diğerleri nedenin kara delikle ilgili olabileceğini düşünüyor.

Bazıları da uzay aracından gelen erken yörünge bilgilerinin yeniden incelenmesi gerektiğine inanıyor. Bu veriler, yeni bilgilerin ışığı altında incelendiğinde taze fikirlere zemin hazırlayabilir. Ancak sorunun temeline inebilmek için güneş sisteminin derinliklerindeki yerçekimsel etkiyi test edecek yeni uzay araçlarına ihtiyaç var. Böyle bir aracın 300 ile 500 milyon dolara mal olacak olması NASA yı düşündürüyor. Yine de Pioneer anomalisinin fark edilemeyen bir ısı kaynağı gibi çok basit bir nedene bağlı olabileceği olasılığı da var.

9) EVRENİN GENİŞLEME HIZINI ARTIRAN NE?

Keşif doğru, genişleme artan hızla sürüyor, fakat bu hızı artıran kuvvetin ne olduğu bir sır.
Bu, fiziğin en utanç verici, en ünlü problemlerinden biridir. 1998 yılında astronomlar evrenin giderek artan bir hızda genişlediğini keşfettiler. Ancak bu sonuç hálá nedenini arıyor. O zamana kadar evrenin genişlemesinin Big Bang den sonra yavaşladığı düşünülüyordu.. Ann Arbor daki Michigan Üniversitesi nden kozmolog Katherine Freese, “Süpernova, galaksi kümeleri gibi gözlemlerimizden elde ettiğimiz bilgilerin bizlere uzayın genişlemesi ile ilgili bilgi vereceğini umuyoruz” diyor.

Bir öneriye göre boş uzayın bazı özellikleri bu konuyla ilgili. Kozmologlar buna kara enerji diyor. Ancak bu da her şeyi açıklamakta yetersiz. Ayrıca evren geniş anlamda ele alındığı zaman Einstein ın genel görelilik kuramının biraz manipüle edilmesi gerekiyor.

10) UZAYDAKİ KUIPER UÇURUMU NASIL AÇIKLANACAK?

Plüto gezegeninin ötesinde buz tutmuş kayaların olduğu bir kuşak vardır. Bu Kuiper kuşağını geçtikten hemen sonra, birden hiçbir şeyin olmadığı boşluk başlıyor. Bu nasıl oluyor?

Güneş sisteminin iyice uç noktalarına doğru yol alır ve Pluto nun ötesine geçerseniz çok tuhaf bir şeyle karşılaşırsınız. Birden, buz tutmuş kayalarla kaplı uzay bölgesi olan Kuiper kuşağını geçtikten hemen sonra artık hiçbir şey yoktur.

Astronomlar bu bölgeye Kuiper uçurumu adını veriyor, çünkü kaya yoğunluğu birden bire bu bölgede azalıyor. Bu nasıl oluyor? Bunun tek yanıtı 10. gezegen olabilir. Bu arada Quaoar veya Sedna dan bahsetmiyoruz. Dünya veya Mars kadar büyük olabilen bu masif nesne, bölgeyi çer-çöpten temizliyor olabilir.

Colorado, Boulder deki Southwest Araştırma Enstitüsü nden Alan Stern, “GezegenX”in varlığı ile ilgili kanıtların giderek inandırıcı bir boyuta ulaştığını belirtiyor. Hesaplamalar böyle bir gezegenin, Kuiper uçurumunun varolma nedeni olabileceğini düşünse de, kimse bu gizemli 10.gezegeni görmüş değil.

Ancak bunu da açıklayabiliriz. Kuiper kuşağı Dünya dan çok uzak olduğu için işe yarar bir görüntü almak zordur. Bölge hakkında bir şey söylemeden önce oraya gidip bu kuşağa bir göz atmak gerekir. Ancak bu da bir on yıldan önce olmaz. NASA nın Kuiper kuşağı ve Pluto ya doğru yol alacak olan New Horizon uzay aracı, 2006 yılının ocak ayında fırlatılacak. 2015 yılından önce Pluto ya ulaşamayacak olan uzay aracı, ancak o zaman bu bilinmeyen bölgeyle ilgili bilgi gönderebilecek. Bu arada Kuiper uçurumunun ne olduğunu öğrenmek isteyenlerin yapacağı tek şey, uzayı izlemek.

11) 28 YILDIR AÇIKLANAMAYAN SİNYAL NEREDEN GELDİ?

1977 tarihinde Ohio State University den astronom Jerry Ehman, “Big Ear” adı verilen radyo teleskobunun kaydettiği sinyali görünce şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu. Uzaydan alınan bu sinyal 37 saniye sürdü. Aradan 28 yıl geçti ama kimse bu sinyali neyin gönderdiğini çözemedi.

Yay (Sagittarius) takımyıldızı yönünden gelen radyasyon pulsu, 1420 megahertz radyo frekansı aralığı içindeydi. Bu frekans, uluslararası antlaşmalar gereğince yayın yapılması yasaklanan bir radyo frekansı içinde yer alıyor. Gezegenlerden gelen termal emisyonlar gibi doğal kaynaklı radyasyonlar, genellikle daha geniş frekansları kapsar. Peki bu sinyali ne göndermiş olabilir?

Bu yöndeki en yakın yıldız 220 ışık yılı uzaktadır. Eğer sinyal buradan gelmiş olsaydı, çok daha güçlü bir astronomik olay meydana gelmiş olurdu -veya çok gelişmiş bir verici kullanan uzaydaki ileri bir uygarlıktan geliyor da olabilir.

Bu tarihten sonra gökyüzünün o dilimi yüzlerce kez tarandı. Ve bir kez daha o sinyale rastlanmadı. Ancak Big Ear teleskobunun, herhangi bir zamanda, gökyüzünün milyonda birini taradığını düşünürsek, aynı dilim içinde yayın yapan uzaylı bir vericinin yeniden tespit edilmesinin de çok zor olduğu anlaşılır.

Başkaları bunun çok basit ve sıradan bir açıklaması olduğunu düşünüyor. SETİ projesinde görev alan bilim adamlarından Dan Wertheimer, bu sinyalin kirliliğin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Başka bir deyişle bu, Dünya daki bir vericiden kaynaklanan radyo frekansı enterferansı (parazit) olabilir. Wertheimer, “Buna benzer pek çok sinyale rastlıyoruz. Bu tür sinyallerin genellikle interferans olduğunu anlıyoruz” diyor.

12) ASLA DEĞİŞMEMESİ GEREKEN ALFA YOKSA DEĞİŞTİ Mİ?

Alfa sabiti, değişmiş olabilir mi? Eğer öyleyse bu fiziğe ihanet anlamına gelir. Alfa, ışığın maddeyle nasıl etkileşim içine girdiğini belirleyen çok önemli bir sabittir ve değişmemesi gerekir.

1997 yılında, Sydney deki New South Üniversitesi nden astronom John Webb uzaktaki bir kuasardan Dünya ya gelen bir ışığı analiz etti. Kuasarlar, çok uzakta olup kuvvetli radyo dalgaları gönderen gökcisimleridir. 12 milyar yıllık yolculuğu sırasında bu ışık, demir, nikel ve krom gibi metal bulutları arasından geçmiş olmalıydı. Ve bilim adamları bu atomların, kuasar ışığın fotonlarının bir kısmını emdiğini keşfetti.

Eğer bu gözlemler doğruysa, alfa adı verilen hassas yapı sabitinin, ışık, bulutlar arasından geçerken farklı değerlere sahip olduğu varsayımı ortaya çıkar.

Ancak bu fiziğe ihanet anlamına gelir. Alfa, ışığın maddeyle nasıl etkileşim içine girdiğini belirleyen çok önemli bir sabittir. Dolayısıyla değişmemesi gerekir. Bunun değeri, elektronun yüküne, ışığın hızı ve Planck ın sabitine bağlıdır. Bunlardan biri değişmiş olabilir mi?

Fizikçilerin hiçbiri bu ölçümlerin doğruluğuna güvenmek istemedi. Webb ve ekibi sonuçlarında bir yanlışlık olup olmadığını inceliyor. Ancak şu ana kadar bir hataya rastlamadılar.

Webb in bulguları alfa ile ilgili bilgilerimize meydan okuyan tek fenomen değil. Bugün Gabon, Oklo da bulunan ve 2 milyar yıl önce aktif olan, bilinen tek doğal nükleer reaktör, ışığın madde ile etkileşimi ile ilgili bir şeyin değiştiğini gösteriyor. Los Alamos National Laboratory den Steve Lamoreaux ve ekibi, Oklo nun başlangıcından bu yana alfanın yüzde 4 ten fazla azaldığını ileri sürüyor.

Ancak Paris teki Institute of Astrophysics ten astronom Patrick Petitjean , Şili deki Very Large Teleskope (VLT) tarafından saptanan kuasar ışığı analiz edince, alfanın değiştiğine ilişkin herhangi bir bilgiye ulaşmadıklarını bildirdi. Bu arada VLT ın ölçümlerini inceleyen Webb, Paris ekibinin daha gelişmiş bir analize ihtiyaçları olduğu sonucuna vardı. Bu ölçümler üzerinde çalışan Webb ve ekibi bu yılın sonlarına doğru anomaliyi çözdüklerini açıklayabilir.

13) SOĞUK FÜZYON YOKSA GERÇEK Mİ?

Oda sıcaklığında çok kolay yoldan bedava enerji elde edildiğinde, bütün ülkelerin enerji sorunu çözülecektir. 16 yıl önce böyle bir deney gerçekleştirilmiş ve dünya ayağa kalkmıştı. Ancak, bu deney bir daha tekrarlanmamıştı. Şimdi bu düşünce yeniden canlandı!

16 yıldan sonra soğuk füzyon yeniden gündemde. Aslında, soğuk füzyon hiçbir zaman gündemden düşmemişti. ABD Deniz kuvvetleri laboratuvarlarında, nükleer reaksiyonların, oda sıcaklığında, tükettiğinden fazla enerji üretip üretmeyeceği konusunda 200 den fazla deney yürütüldü. Böyle bir sonuç, sadece yıldızların içinde oluşur..

Eğer bu, yani kontrollü soğuk füzyon yeryüzünde gerçekleşirse, enerji sorunumuz biter. Amerikan Enerji Bakanlığı yeni soğuk füzyon deneylerine yeniden açık çek verdi..

Enerji Bakanlığı nın 15 yıl önce yayımlanan ilk raporu, Utah Üniversitesi nden Martin Fleischmann ve Stanley Pons un orijinal soğuk füzyon sonuçlarının yenilenmesinin mümkün olmadığını açıklıyordu.

Soğuk füzyonun temel iddiası şuydu: Paladyum elektrotları ağır suya batırıldığı zaman ortaya çok büyük miktarda enerji çıkacaktı. Sonuçta bir enerji patlaması yaşanacaktı. Burada sorun füzyonun oda sıcaklığında gerçekleşmemesiydi.

George Washington Üniversitesi nden mühendis David Nagel e göre bu sorun değil. Süper iletkenlerin açıklanmasının 40 yılda açıklandığına dikkat çeken Nagel, soğuk füzyonu bu aşamada reddetmenin yanlışlığına değiniyor.

Nvidia’nın Gözü Ageia’da

Categories: Bilgisayar Dünyası, Donanım İncelemeleri | February 12th, 2008 | by admin | no comments

Nvidia, PhysX kartını keşfeden Ageia’yı satın alacak. Ekran kartı üreticisi kısa bir süre önce bunu bizzat kendisi duyurdu. PhysX kartları, oyunlardaki fizik hesaplamalarını yapabilen özel yongalar içeriyor.

Nvidia’nın bu teknolojiyi kartlarına nasıl ekleyeceği henüz belli değil. Fazla yaygınlaşmamış olması sebebiyle çok az oyun PhsyX kartlarını destekledi.

kaynak: chip

TrueCrypt 5.0 - Ücretsiz Sürücü Şifreleme Programı

Categories: Bilgisayar Dünyası, Yazılım | February 12th, 2008 | by admin | no comments

Ücretsiz şifreleme yazılımı TrueCrypt için 5. sürüm yayımlandı.

Artık kullanıcılar Windows sistem bölümlerini (Vista, XP, 2003) şifreleyebiliyorlar. Bu iş için TrueCrypt tek veya çoklu işletim sistemi kullanan sistemlere bir ön-başlangıç (pre-boot) menüsü ekliyor. TrueCrypt-şifresi olmadan sistem başlamayı reddediyor ve böylece veriler koruma altında kalmış oluyor. Mecburi bir kurtarma-CD’si şifrenizi unuttuğunuz anda size yardımcı oluyor.

SHA-512 Hash algoritması bu sürümde SHA-1′in yerine geçiyor; fakat şimdiye kadar sistem bölümlerinde bu uygulanamıyordu. Ayrıca bundan sonra sürücüler LRW modunda değil, IEEE tarafından standartlaşmış, daha hızlı ve güvenli olan XTS modunda şifreleniyor.

Buna ek olarak ilk kez Mac OS X kullanıcıları bu açık kaynak kodlu yazılımdan faydalanabilecekler. Linux kullanıcıları ise 5.0 sürümü ile grafiksel bir kullanıcı arabirimine kavuşuyorlar.

Download: Windows İçin  TrueCrypt

kaynak: chip

Yeni Asus M51 Serisi Notebook

Categories: Bilgisayar Dünyası, Donanım İncelemeleri | February 12th, 2008 | by admin | no comments

Asus M51Asus M51 serisi ile Intel’in güncel Penryn mimarisini kullanan yeni laptoplar sunuyor. “M51SN-AS029C” modeli Intel Core 2 Duo T8300 (2.4 GHz), 1 GB DDR RAM ve yeni Nvidia GeForce 9500M GS ile piyasaya sürülüyor. 15.4 inç ekran ile bu model özellikle oyun ve grafik ve video işleme gibi performans avcısı olan uygulamalara yönelik bir cihaz oluyor.

M51SR-AP053C ismindeki farklı bir sürüm ise özellikle mobil kullanıma elverişli olması ile ön plana çıkıyor. Cihazın içindeki bileşenler (Core 2 Duo işlemci, Radeon HD 2400, 2 GB RAM) büro kullanımı için optimize edilmiş.

Oyuncu modeli şu andan itibaren 1800 Dolara (yurtdışı fiyatı), büro modeli ise 140 Dolar daha ucuza satışa sunuldu.
kaynak: chip

Fujitsu Siemens Computers - AMILO Notebook

Categories: Bilgisayar Dünyası, Donanım İncelemeleri | February 12th, 2008 | by admin | no comments

Fujitsu Siemens Computers'ın yeni AMILO Si 2636Fujitsu Siemens Computers’ın yeni AMILO Si 2636’sı, nefes kesen bir görünüşle son teknolojiyi birleştiriyor. Kırmızı kontur ve şık hatlara sahip siyah parlak kapağı ile dikkat çekiyor. Görünüşü ile kullanıldığı ortama renk katarken hafifliği ve küçük boyutu AMILO Si2636′yı kolay taşınabilir ideal yol arkadaşı yapıyor. A4′e yakın boyutları ve sadece 2.3 kg ağırlığı ile günlük çantalara bile sığabiliyor. Beş saatlik pil ömrü ve 100Mibt WLAN (n-draft) desteği ile mobilite odaklı kullanıcılar için çok cazip. Üstelik 1.449 USD (KDV hariç) fiyatı pek çok bütçe için uygun.

AMILO Si2636  2008′de notebook kullanıcılarının gözdesi olmaya hazır. Bu küçük ve yetenekli cihaz, teknik açıdan bakıldığında şaşırtıcı beceriler taşıyor. 13.3 WXGA BrilliantView ekranı, göz alıcı renkler, HD (high-definition) desteği ve etkileyici bir kontrast sağlıyor. Üzerindeki ses odaklı mikrofon, istenmeyen arka plan gürültülerini azaltırken, tertemiz bir ses iletimi sağlıyor. Entegre 1.3 megapiksellik web kamerası ile arkadaşlarla sesli sohbetlere görsellik katmak hem çok kolay, hem çok keyifli.

AMILO Si 2636, normal USB bağlantılarına ek olarak harici  SATA sabit disk için bağlantıya da sahip. Son teknoloji ürünleri olan Intel® CoreTM 2 Duo işlemci ve Intel® Turbo Memory’yi içeren Intel® Centrino® Duo işlemci teknolojisi ile donandığından, normal notebook’lardan daha hızlı ve güçlüdür. AMILO Si 2636, HDCP desteğine sahip HDMI bağlantısını kullanarak harici bir geniş ekranlı TV’ye hızla ve kolaylıkla bağlanabilir. Harici bir DVD çalar olarak da kullanılabilir.
kaynak: pcnet

Anti-Malware için Trend Micro Internet Security 2008

Categories: Yazılım | February 12th, 2008 | by admin | no comments

Trend Micro Internet Security 2008Otto-von-Guericke Üniversitesi (Almanya) bağımsız test grubu AV-Test.org tarafından 29 anti-virüs ürünü üzerinde yapılan testin sonuçları açıklandı. Tüm kategorilerde yüksek puan alan Trend Micro, anti-malware testinde Trend Micro Internet Security 2008 çözümü ile liderliği ele geçirdi.

Otto-von-Guericke Üniversitesi (Almanya) bağımsız test grubu AV-Test.org (www.av-test.org) tarafından 29 anti-virüs ürünü üzerinde yapılan testin sonuçları açıklandı. Yapılan karşılaştırma testinde en yüksek puanı, Trend Micro Internet Security 2008 aldı.

Trend Micro Internet Security, diğer rakiplerini geride bırakarak testteki 12 aktif rootkit’in tümünü tespit eden 4 üründen biri oldu. Rootkit, bilgisayarın kontrolünü ele geçiren, genellikle sistem başlatılmadan önce aktif hale geldiği için tespit edilmesi zor olan bir tür kötü amaçlı yazılımdır. Trend Micro, bu kategoride en yüksek sınıflandırma olan “Çok İyi” derecesi aldı.

Trend Micro Internet Security, imza tabanlı, talebe bağlı tespit işlevlerinde de rakiplerini geride bırakarak “Çok İyi” olarak nitelendirildi. Testte tüm ürünler, 1 milyonu aşkın Truva atı, arka kapı, bot, solucan ve virüs örneği kullanılarak test edildi.

Trend Micro Internet Security’nin diğer kategorilerdeki performansı ise şöyle:

Pozitif/negatif tespitler: “İyi” (Trend Micro Internet Security, 65.000 bilinen temiz dosya taramasında yalnız bir tane pozitif tespit yaptı).
Proaktif tespit: “İyi” (Kötü amaçlı yazılım “Dinamik Tespit” ve engelleme testi için 20 aktif örneğin yanı sıra, geriye dönük test için 3500 numune kullanıldı).
Yeni, yaygın kötü amaçlı yazılım tepki süresi: “İyi” (Trend Micro Internet Security, 2007′de görülen 55 farklı örneğe dayanan kötü amaçlı yazılım salgınlarına 2-4 saat içinde yanıt verirken, diğer rakip ürünlerin tepki süresi 4-8 saat arasında değişiyor).
Trend Micro’nun global tehdit araştırma, hizmet ve destek ağı TrendLabs tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Web tehditleri 2005-2007 yılları arasında yüzde 1500′den daha fazla bir artış gösterdi. AV-Test ekibi ise 2007′de 5,5 milyonu aşkın yeni kötü amaçlı yazılım örneği tespit etti. Bu tespit, kullanıcı açısından masaüstü bilgisayar ya da mobil cihaz üzerinden İnternet erişiminin bilgisayar ve ağa zarar verebileceği anlamına geliyor. Bu nedenle örüntü tabanlı tespit önem kazanmakla birlikte, kötü amaçlı yazılım ağa girmeden önce, zararlı kod içerebilecek Web sitelerine hem bilgisayar hem de mobil cihazlar üzerinden erişimin engellenmesi çok önemli.

Trend Micro, Web tehditlerini ağ geçidine ulaşmadan, ağ geçidinde ve uç noktada durdurarak her alanda koordineli güvenlik sunuyor. Kullanıcılar, virüs ve casus yazılım koruması, kişisel güvenlik duvarı, kablosuz ağ izleme, ağ kontrolü ve gelişmiş ebeveyn kontrolü işlevlerini içeren Trend Micro Internet Security 2008 ile, bilgisayarlarında sakladıkları kişisel bilgilerini ve önemli kişisel dosya ve resimlerini tehditlere karşı proaktif ve kusursuz bir biçimde koruyabiliyorlar.
kaynak: pcnet

 

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 11th, 2008 | by admin | no comments

evrenBilim adamlarını sevindiren haber Satürn’ün iç uydusu kartopu Enceladus’tan geldi.

Satürn’ün iç uydusu �kartopu� Enceladus’ta hayatın öz kaynağı su bulunduğuna dair gözlemlerin giderek kuvvetleniyor. Max Planck Enstitüsü’nden yapılan açıklamada, uyduda 0 derece sıcaklığın hem don, hem erime, hem buharlaşma için kritik değer taşıdığı belirtildi.

Almanya’nın güneybatısında Baden-Württemberg eyaleti Heidelberg kentindeki Max Planck fen bilimleri araştırma kurumundan astrofizikçi Sascha Kempf, Reuters ajansına demecinde, Enceladus’ta mevcut olabilen 0 derece sıcaklığın hem don, hem erime, hem buharlaşma için kritik değer taşıdığını, bu yüzden Satürn’ün uydusundan yükselen buhar bulutunun görülebileceğini, bunun yakından değerlendirileceğini anlattı.

MARTTA 50 KM YAKLAŞACAK

Avrupa Uzay Kurumu (ESA) ile ABD’nin Ulusal Havacılık-Uzay Dairesi NASA’nın ortak programı tek seferlik en pahalı projesi olan 3 milyar 600 milyon dolarlık Cassini uydusu, mart ayında Enceladus’un 50 km yakınından geçecek.

Bu olağanüstü yakınlaşma sayesinde fizikçiler ve kimya uzmanları, Enceladus’un püskürttüğü ancak kütle çekiminden yüzeye yakın kalan bulutu daha iyi anlayacak ve su kanıtı için daha derin saptamalarda bulunabilecek.

İngiliz gökbilimci William Herschel, Enceladus’u 1789′daki gözlemlerinde buldu. Kütlesi Dünya’nınkinden 95 kat, hacmi 750 kat büyük olan Satürn’nün minik uydusu Enceladus, sadece 499 km çapında. Satürn’ün 47 ayı (uydusu), 7 adet de dev çevre halkası bulunuyor.

kaynak: skysunhaber

Evren 4 Boyutlumudur?

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 11th, 2008 | by admin | no comments

evrenTarih boyunca, Bilimin temel problemi; mümkün olduğu kadar dogayı iyi bir şekilde anlayabilmek ve açıklayabilmektir. Bunu başarabilmesi içinde elinde yeteri kadar matematiksel donanım mevcut olması gerekmektedir. Boyut ve ekstra boyut kavramı temel olarak, zorumluluk veya keyfi uygulamalar sonucu ortaya çıkan fiziksel niceliklerdir. 1909 yılında, Minkowski, Maxwell’in Elektrodinamigi ile Einstein’in Özel Rölativite teorilerinden ilham alarak, doganın, bildigimiz üç boyutuna ek olarak dördüncü bir boyut yardımıyla tasvir edilebilecegini belirtmiştir.

Nitekim Einstein 1915 yılında yayınladıgı Genel Rölativite Teorisiyle, Minkowski’nin bu iddasını genelleştirerek uzay-zaman kavramı ile dogayı DÖRT boyutlu ( 3-uzay + 1-zaman ) tasvir etmistir. Böylece Minkowski ve Einstein tarafından başlatılan boyut sayısıyla OYNAMA !! ile evrenimizi anlama fikri günümüze kadar artan bir ivme ile fizikçiler tarafından farklı teorilerde farklı boyut sayısı ile karşımıza çıkmaktadır. Yazımın geri kalan kısmında bu teorilerle ilgili olarak temel bilgileri vermeye çalışacağım…
Aralarında r uzaklığı bulunan makroskobik iki nesne arasındaki F gravitasyonel kuvvetin büyüklüğü F∼ −2 r ile orantılıdır. d extra boyut sayısını göstermek üzere, d ≥1 durumunda ise Gauss kanununun bir sonucu olarak gravitasyonel kuvvet F∼ (2 d ) r − + ile orantılıdır. Benzer durum elementer parçacıkların mikro-alemi için de geçerlidir. Örneğin: yüklü parçacıkların elektomagnetik etkileşmelerinde ters-kare kanununa uyduğunu hızlandırıcı deneylerinden biliyoruz.

Bununla birlikte gravitasyonel kuvvetin doğasını belirlemede deneysel olanaklar sınırlıdır. Örneğin bu kuvvetin 4 10− cm ‘den daha küçük veya 28 10 cm ‘den daha büyük uzaklıklarda nasıl davranacağı henüz tesis edilememiştir. Rölativistik olmayan gravitasyonel etkileşmeler için bildiğimiz herşey 4 cm r 28 cm 10 ≤ ≤ 10 − aralığı ile sınırlıdır. Fakat doğa kanunları bu aralığın dışında farklı olabilir. Benzer şekilde, elektromagnetik etkileşmeler için ters-kare kanununun 16 10− cm civarında doğru bir şekilde test edildiğinden eminiz. Fakat bu skalanın(ölçeğin) biraz altındaki değerlerde bu etkileşmeler değişmektedir.

Şu anda, doğanın bu kanunlarının nasıl değişebileceği tam olarak açık değildir. Eğer ekstra (fazladan) boyutlar var ise, bu kanunların yüksek-boyutlu uzayların kanunlarına bağlı olarak değişebileceği olasılığı bulunabilir.

Bununla birlikte, bizim bu gibi soruların cevabı için ekstra boyutların varlığını ileri sürerek açıklama yapmamız ne kadar doğru olur?. Aşağıda extra boyutların varlığına bizi yönelten önemli teorik çalışmaların maddeler halinde kısa bir özeti sunulacaktır:

§ Ekstra boyutlar ile ilgili olarak ilk bilimsel çalışmalar 1920’lerde Kaluza ve Klein(KK) tarafından yapıldı. Bu teori, kütleçekim (gravite, gravitasyon) ile elektromagnetizmanın yalnız bir ek uzaysal boyutun varlığında birleşebileceği temeline dayanmaktadır. KK teorisine göre evrenimiz BEŞ boyutludur.

§ 1970’lerin sonunda oluşturulan Standart Model (SM), kütleçekimi dışındaki üç temel kuvveti (zayıf kuvvet, kuvvetli kuvvet ve elektromagnetik kuvvet) birleştirmeyi başarmıştır. Fakat SM birçok deneyle sınanmış çok başarılı bir model olsa da bazı önemli soruları cevapsız bırakmıştır. Elektronun yükünün mutlak değerinin neden protonun mutlak değerine eşit olduğu ya da protonun kütlesinin ne olması gerektiği modelde belli değildir. Bu sayılar deneylerden bulunup denklemlere yerleştirilmektedir. Gravitasyonu diğer üç temel kuvvetle birleştirmeyi hedefleyen Kuantum Gravitasyon Teorilerinde ise SM ‘lin açıklayabildiği sonsuzluklar bulunmaktadır. Daha sonra, SM içindeki parçacıkları daha basit bir yapıda birleştiren ve sonsuzluklar ve doğallıklar gibi problemlere çözüm yolu bulan yeni bir teori geliştirildi. Sicim Teorisi, olarak bilinen bu teori de dört temel kuvveti birleştirmeyi hedeflemektedir. Bunu yaparken altı tane ek uzaysal boyutun varlığını öngörmektedir. Bu teoriye göre de evrenimiz ON boyutludur.

§ Daha sonraları Sicim Teorisi’nde de sorunlar olduğu anlaşıldı. Her şeyden önce çok fazla sayıda (beş tane) Sicim Teorisi olduğu ortaya çıktı. Tüm kuvvetleri birleştirecek bir teori varsa, bu tek olmalıdır. 1995 yılında bu beş tane Sicim Teorisi’nin daha temel bir teorinin özel durumları(dualite kavramı) olduğu gösterildi. M-Teorisi olarak adlandırılan bu birleştirici teoriye göre de evrenimiz ONBİR boyutludur.
Yukarıda değinilen tüm ekstra boyutlar Planck (10-34) boyutundadır ve neticede detekte edilememektedirler. Randal-Sundrum (RS) Zar Evren Modellerine göre evrenimiz; 5- boyutlu düz ya da hiperbolik uzay-zaman içinde 4-boyutlu bir zar yapısındadır. Bu çerçevede; bir anlığına bilgisayarımızın ekranında yaşadığımızı ve yanlızca bu 2-boyutlu yüzey üzerinde hareket ettiğinizi düşünün. Bilgisayar 3-boyutlu uzayda bulunmaktadır. Fakat siz yanlızca bu ekran tarafından sınırlanan 2-boyutlu bir alt uzayda haraket edebilirsiniz. Sonuçta algıladığınız uzay-zaman 4-boyutlu değilde 3-boyutlu uzay-zamandır. Temel olarak bu tür düşünce yüksek boyutlardaki zar-evren modelleriyle benzer özellikler gösterebilmektedir. Bizim içinde yaşadığımız 3-boyutlu uzay, bilgisayar ekranı gibi düşünülebilir. Bu durumda 4-boyutlu uzay-zamanımız, üzerinde bulunan tüm madde ve kuvvetlerin hareketlerinin sınırlanmasından dolayı gözlemleyemediğimiz daha yüksek boyutlu bir uzayın içine gömülmüş bir alt uzay-zaman yapısında olabilir. Zar-evren modellerinde, üzerinde yaşadığımız bu dört-boyutlu alt uzaya zar (Brane), 5-boyutlu uzaya da Bulk adı verilir.

Işık elektromagnetik radyasyondan yapılmıştır ve zar-evren modellerinde yükler ve alanlar yanlızca zar üzerinde hareket edebilmektedirler. Bu yüzden ekstra boyutlar çok büyük olsada, ışığı kullanarak bulkın içindeki ekstra boyutları test edebilecek herhangi bir yol yoktur.

Gravitasyonun uzayın yapısını belirleyen bir kuvvet olmasından dolayı, en azından bütün boyutlara eşit olarak yayılması düşünülebilir. Bu durum bizim gravitasyonel kuvvet içindeki şüpheli davranışları araştırarak ekstra boyutları dedekte edebilmemize olanak sağlayabilir. Fakat, zar-evren modellerindeki eğrilik faktöründen ötürü (e-x) gravitasyonun bulkın içine çok fazla yayılamamasından dolayı ,gerçekte gravitasyon zarın içine hapsedilmiş veya zarı sınırlıyor durumundadır. Sonuçta, ekstra boyutları gravitasyon kullanılarak dedekte etmek oldukça zordur.

Zar-evren modelleri kavramsal olarak Kaluza-Klein modellerindeki kompaktifikasyonlardan farklıdır. Çünkü onlar ekstra boyutlar içindeki salınımları gravitasyonel olmayan kuvvetlerden çıkarmaya kalkışmazlar. Tersine, eğer ekstra boyutlar büyük ise, gravitasyonel salınımlar bu yönlerde hızlı bir şekilde ortadan kalkmak zorundadır. Sonuçta biz onları dedekte edemeyiz. Extra boyutlar içindeki salınımlı KK modları hâlen mevcuttur, fakat onlar gravitasyona bağlıdır ve gravitasyonda çoğunlukla zara hapsolduğundan, extra boyutlar effektif olarak zar üzerinde görünemezler.

Araş. Gör. Özgür SEVİNÇ Matematiksel fizik A.B.D.

kaynak: genbilim

Fransızlardan Yeni Hızlı Tren

Categories: Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 11th, 2008 | by admin | no comments

hızlı trenFransa’nın ve dünyanın önde gelen mühendislik, enerji ve taşımacılık şirketi Alstom, yeni hızlı tren konsepti geliştirdi.

AGV (Automatrice a Grand Vitesse) adı verilen ve saatte 360 kilometre hız yapabilen tren, her vagonun altına yerleştirilen motorları sayesinde bu hıza ulaşabiliyor.

TGV adı verilen hızlı trenlerin ardılı olarak görülen, önemi anlamında havacılıktaki Airbus A380 ile kıyaslanan AGV’nin La Rochelle’de yapılan tanıtımına Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy de katıldı.

İtalyan demiryolu şirketi NTV’nin şimdiden 25 tane ısmarladığı, AGV’nin her vagonunun önünde ve arkasında birer motoru bulunuyor.

Sadece bir lokomotifin çektiği TGV’nin azami hızı saatte 320 km idi. Yeni motorların daha az enerji harcadığını ve yeni çoklu birim tasarımıyla daha çok yolcu taşıyabilen AGV’nin bakım giderlerinin de öncülüne oranla düşük olduğu belirtiliyor.

kaynak: cnnturk

Büyük Okyanus Plastik Denizine Dönüyor

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 11th, 2008 | by admin | no comments

büyük okyanusBüyük Okyanus’ta çöplerin kapladığı alan, ABD’nin yüzölçümünün yaklaşık iki katı. Önlem alınmazsa gelecek 10 yıl içinde bu alanın da iki katına çıkabileceği belirtiliyor.

ABD’li okyanus bilimcisi Charles Moore’a göre, Kaliforniya kıyılarından Japonya’ya uzanan okyanus alanında yaklaşık 100 milyon ton civarında atık var.

Çöplerin okyanusta kapladığı alan ABD’nin yüzölçümünün yaklaşık iki katı. Bilim adamlarına göre, eğer önlem alınmazsa, gelecek 10 yıl içinde okyanusta çöple kaplı alan 2 katına çıkabilir.

ÇÖPLERİN YARISI PLASTİK
Dünyada her yıl 450 milyar metreküp arıtılmamış ya da kısmen arıtılmış çöp ile endüstriyel ve tarımsal atık denize bırakılıyor. Bu atıkların yüzde 50’si plastik. Denizlere bir saatte atılan çöp miktarı ise 675 bin kilogram.

Araştırmalar, Türkiye’nin en kirli kıyılarının Karadeniz’de olduğu belirtiliyor. Karadeniz’in kirliliği, Tuna nehrinden gelen atıklara bağlanıyor.

kaynak: ntvmsnbc

Rüya Şehir “Masdar City”

Categories: Teknoloji Haberleri | February 11th, 2008 | by admin | no comments

Masdar6,5 kilometre karelik alana kurulacak “Masdar City” (Kaynak Şehir), 22 milyar dolara mal olacak. Proje 2015’te tamamlanacak. Şehirde yaşayacak 50 bin kişinin enerji ihtiyacı, güneş enerjisi dahil sırf yenilenebilir kaynaklardan sağlanacak ve şehir atmosfere hiç karbon gazı salmayacak.

Sekiz yılda tamamlanması planlanan şehir denize yakın bir bölgeye inşa edilecek. Şehir, çölden esen sıcak rüzgarlardan ve Abu Dabi havaalanının patırtı ve gürültüsünden yüksek bir çevre duvarıyla korunacak. Güneş enerjisi dışında kullanılacak diğer enerji kaynakları da tümüyle yenilenebilir kaynaklar olacak.

Masdar kenti projesinin sağlayacağı başarıdan şüphe duyan kimi uzmanlar, bu kentin kişi başına düşen karbon salımı miktarı listelerinin ilk sıralarında yer alan Abu Dabi kusurları örtmekten daha öteye gitmeyeceğini düşünüyor.

Projeyi eleştiren uzmanlar, kentin zenginler için bir yerleşim yeri haline döneceğini iddia ediyorlar ancak proje çevre örgütü Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) tarafından destekleniyor.

DAHA AZ ENERJİ, DAHA AZ SU
Masdar kentinde, enerjiden tasarruf etmek için geleneksel körfez mimarisi kullanılacak ve bölgedeki sıcak havayı yumuşatmak için rüzgâr kuleleri kullanılacak.

Su ise, güneş enerjisiyle çalışan arıtma tesislerinde, tuzlu suyun arıtılmasıyla elde edilecek.

Aynı büyüklükte bir kentin ihtiyaç duyduğu enerjinin dörtte birine ihtiyaç duyacak Masdar’ın su ihtiyacı ise, benzer bir kente oranla yüzde 40 daha az olacak.

Kentte daha az enerji tüketilmesine rağmen, kent sakinlerinin yüksek bir yaşam kalitesine de sahip olacağı vurgulanıyor.

Masdar kentini 2016’da tamamlamayı öngören, Abu Dabi hükümeti, Ocak ayında 15 milyar dolar bütçeli temiz enerji projesini başlattığını açıklamıştı.
kaynak: ntvmsnbc

Amatör Fotoğrafçılar için Epson Perfection V500 Photo

Categories: Donanım İncelemeleri, Elektrik - Elektronik Dünyası | February 11th, 2008 | by admin | no comments

Epson Perfection V500 Photoİleri düzey amatör fotoğrafçıların ihtiyaçları doğrultusunda tasarlanan Epson Perfection V500 Photo tarayıcı, ilk kez beyaz ışık kaynağı olarak LED kullanan Charged-Coupled Device (CCD) tarayıcı olma özelliğine sahip. ENERGY STAR uyumlu oluşu sayesinde az güç tüketimiyle hızlı tarama yapabilen ve bir saniye içinde ısınarak kullanıma hazır hale gelen V500 neredeyse hiç beklemeden işlem yapılabilmesine imkan sağlıyor.

Siyahla gelen şıklık…

Ev, ofis ve okul çalışanlarının fotoğraf ve film reprodüksiyon ihtiyaçlarını karşılamak üzere tasarlanan Epson Perfection V500 Photo; siyah rengi ve şık kompakt dış görünüşünün yanı sıra 6400dpi optik çözünürlük, yüksek sıkıştırmalı PDF tarama yapabilme özelliğiyle de dikkat çekiyor. Orta formatlı negatif ve pozitif film için şeffaf birim özelliği olan Epson Perfection V500 Photo; 35mm film şeridinden 12 film, 35mm slayttan 4 çerçeve ya da 6×12cm orta format filmden 1 adet aynı anda tarayabiliyor.

Epson Perfection V500 Photo, eski aile fotoğraflarınızı saklamanız için ideal…

Yazıcının ön tarafında bulunan 4 adet kolay erişim düğmesi; PDF, e-posta tarama ve kopyalama işlemlerinin kolayca gerçekleştirilmesini sağlarken; V500 ile bilgisayar desteği olmaksızın kolayca taranan görüntüler özel bir PDF dosyasında otomatik olarak saklanabiliyor ve bir tuşla kopyalanarak dünyanın her yerine gönderilebiliyor.

Dijital ICE teknolojisi ile toz ve çiziklere son

Epson Scan 3.2 ve Epson Creativity Suite yazılımı içeren Perfection V500 Photo, otomatik ve ev moduyla ileri düzey amatörlere yönelik hizmet verirken; aynı zamanda gelişmiş kullanıcılar için de profesyonel moduyla kolayca tarama yapma imkanı sunuyor. Epson Scan 3.2, yüksek sıkıştırmada çoklu PDF taraması ve ICC profillerin taranan dosyaların içine katılmasını sağlarken; negatif tarama için de renk düzenlemesi ve kritik veya karışık ışıklandırma şartları altında mükemmel görüntü kalitesi sunuyor. Ayrıca imajdaki tüm görünürlülüğü sağlamak için üstün backlight düzenlemesi sağlayan Perfection V500 Photo, Dijital ICE teknolojisi ile toz ve çiziklerin renkli filmlerden tamamen yok olmasına ve yüksek kaliteli sonuçlar elde edilmesine olanak veriyor.

Ek yazılım olarak Adobe Photoshop Elements 4 (PC) ve 3 (Mac) ve ABBYY FineReader® Sprint 6 Plus[1] veren V500, yüksek bazlı baskılar yapmak isteyen küçük ofisler için opsiyonel olarak Otomatik Doküman Besleme Ünitesi (ADF)  sunuyor.

Epson Avrupa Ürün Yönetmeni Michaela Stolle Epson Perfection V500 ile ilgili olarak şunları söyledi; “Epson ReadyScan LED teknolojisi maksimum üretkenlik için hızlı bir işlem sunuyor. Beklemek için hiç bir neden yok. Sadece açın ve çalışmaya başlayın. Şık görünüşüne ek olarak, Perfection V500 Photo, ENERGY STAR uyumuyla az enerji tüketiyor.”

Epson Perfection V500 özellikleri:

Az güç tüketim için Epson ReadyScan LED Teknoloji ve neredeyse anında açılış.
Değişik doküman boyut tarama: A4, 35mm film şeridinden 12 film, 35mm slayttan 4 çerçeve ya da 6×12cm orta format filmden
Filmlerden toz ve çiziği gidermek için Digital ICE Teknolojisi
Problemsiz tarama için Otomatik Foto Orientasyon ve geliştirilmiş renk reprodüksiyonu
6400 dpi optik çözünürlük ve 3.4 optik yoğunluk
Full yazılım paketi: Epson Scan 3.2, Epson Creativity Suite, Digital ICE, Adobe Elements 4 (PC) ve 3(Mac) ve ABBYY FineReader® Sprint 6 Plus1
Tüm kullanıcıların ihtiyaçlarını karşılamak için Mac ve PC uyumu
Yüksek sıkıştırmalı PDF tarama dahil olmak üzere hızlı ve elverişli tarama ve kopyalama için 4 adet kolay erişim düğmesi
“Hızlı fişe tak çalıştır” için USB 2.0 Hi-Speed bağlanabilirlik
Enerji tüketimini azaltmak için ENERGY STAR uyumu
Tavsiye edilen perakende satış fiyatı: 278 Euro+KDV
kaynak: pcnet

Vestel’in Full HD LCD TV Serisi

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | February 11th, 2008 | by admin | no comments

Full HD LCD TV serisiVestel, son ürünü Full HD LCD TV serisi ile panel TV teknolojisinde yeni trendler yaratma iddiasını güçlendiriyor. Panel TV’ler arasında en yüksek çözünürlüğe sahip ve 30′a yakın uluslararası patentli Pixellence teknolojisiyle sağladığı üstün görüntü kalitesiyle benzerlerinden ayrılan “Full HD LCD TV” serisi, Vestel satış noktalarında tüketiciyle buluşuyor.

Vestel Pazarlama Genel Müdürü Timur Tuncer, Vestel Full HD LCD TV’yi üretirken sadece bugünü değil yarını da düşündüklerini, HD yayınlarının artmasıyla birlikte HD yayına uyumlu televizyonlara olan ihtiyacın artacağını dile getirdi. Tuncer, “Türkiye’deki panel TV’ler arasında en gelişkin görüntü teknolojisine sahip Vestel Full HD LCD TV ile seyirci mümkün olan en yüksek görüntü kalitesine ulaşırken, Vestel rakiplerinin bir adım önünde yoluna devam edecek” dedi.

Vestel Full HD LCD TV, yüksek çözünürlüğün yanı sıra Pixellence görüntü işleme teknolojisini de bünyesinde barındırıyor. Vestel’in mevcut Pixellence ürünlerinden farklı olarak Full HD LCD TV’nin sahip olduğu teknoloji sayesinde ekrana yansıyan renkler daha parlak, görüntü daha net, detaylar daha belirgin ve ten rengi daha doğal oluyor.

Vestel Full HD LCD TV’de yer alan oyun modu sayesinde optimum seviyede kontrast elde ediliyor; böylece ekrana yansıyan canlı renkler oyun oynama keyfini doruğa çıkarıyor. Bekleme konumunda saatte sadece 1 Watt enerji tüketen Vestel Full HD TV modellerinde bulunan evrensel kumanda da, Vestel DVD, Vestel uydu alıcısı gibi ürünleri kontrol ederek evdeki kumanda karmaşasına son veriyor.

Vestel Full HD LCD TV ürün gamı, 2.699 – 4.199 YTL fiyat aralığında satışa sunuluyor.

Vestel Full HD TV serisi teknik özellikler

  • Full akrilik siyah çerçeve
  • Alt bölümden hoparlör
  • 2 HDMI
  • Pixellence
  • Oyun modu
  • SRS TRUSURROUND XT
  • Dinamik Kontrast
  • Stand-by 1 Watt
  • 176 derede  izleme açısı
  • Evrensel kumanda

Full HD TV nedir?

Televizyon görüntüleri piksel adı verilen noktacıkların biraraya gelmesiyle oluşur. Televizyon ekranında piksel sayısı ne kadar yüksekse görüntü kalitesi de o kadar kusursuz olur.

Full HD TV, panel TV teknolojisinin ulaştığı en son noktadır. Full HD özelliği olan LCD ekranlarında her birinde 1920 piksel bulunan 1080 satır bulunur. Böylece standart televizyonlardan 5 kat yüksek çözünürlük yani 5 kat daha net görüntü elde edilir.

Bu özelliklere sahip televizyonların üzerinde Full HD logosu yer alır.
kaynak: pcworld

100 Dolar’a Notebook

Categories: Bilgisayar Dünyası, Teknoloji Haberleri | February 11th, 2008 | by admin | no comments

notebook“Dünya’da her çocuğa bir dizüstü bilgisayar” projesi Türkiye’ye geliyor. Üstün yetenekli Türk genci Yunus Şaşmaz’ın öncülük yaptığı proje ile, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan milyonlarca yoksul öğrenci bilgisayar sahibi olacak.
Dünyanın en önemli üniversitelerinden Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) Başkanı Prof. Nicholas Negropente’nin fikir babalığı yaptığı “Dünya’da her çocuğa bir dizüstü bilgisayar” projesi Türkiye’ye geliyor 100 Dolara Dizüstü Bilgisayar (Her Çocuğa Laptop)” projesinin öncülüğünü, Türkiye’nin yetiştirdiği üstün yetenekli gençlerden biri olan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü öğrencisi Yunus Şaşmaz yapıyor. Projenin amacı, Türkiye’de 4 milyonu aşkın çocuğu bilgisayara kavuşturmak.

KÖYLERİ DOLAŞACAKLAR

Hiçbir kâr amacı gütmeyen proje ile özellikle yoksul çocuklara destek olmak istediklerini söyleyen Yunus Şaşmaz,

“Eğitim projemiz sayesinde milyonlarca çocuk bilgisayara kavuşacak. Benim gibi küçük yaşta bilimi keşfedebilecekler. Doğu’da bilgisayarı hiç tanımayan çocukların olduğunu biliyoruz. Projemizle eğitimdeki eşitsizliğin önüne geçmiş olacağız. 6-12 yaşındaki çocukların zeka gelişimine destek vereceğiz. Biz bütün köyleri tek tek dolaşmaya hazırız” dedi. Kampanyaya destek beklediklerini ifade eden Şaşmaz, bilgisayarları Türkiye’ye daha ucuza getirmeye çalıştıklarını kaydetti. Projeyi MİT Türk Öğrenci Derneği’nin yürüttüğünü anlatan Yunus Şaşmaz, yurt dışındaki Türklerin ülkelerini unutmadıklarını belirterek şöyle konuştu:

‘DESTEK BEKLİYORUZ’

“Her şeyi devletten beklememeliyiz. Sivil toplum kuruluşlarına da iş düşüyor. Bilgisayarlardaki programların Türkçeye çevrilmesi için bilgisayar uzmanlarına ihtiyacımız var. Bu konuda destek istiyoruz. Bu program birçok ülkede başarıyla uygulandı. Çocuklara vereceğimiz bilgisayarlar, 1.5 kg olup içerisindeki programlar onların yetişmesine katkıda sağlıyor. Her yerde rahatlıkla internete bağlanılıyor. Bilgisayarın hard diski yok. Çocuklara zarar verecek hiçbir şey yok üzerlerinde. Hatta çocuklar bilgisayarları bozarlarsa kendileri bile tamir edebilir. Dev projeye Google, RedHat ve News Corp gibi kuruluşlar destek veriyor. Türkiye’den de destek bekliyoruz.”

İTÜ İlk Türk Uydusunu Uzaya Fırlatacak

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 11th, 2008 | by admin | no comments

uyduİstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi bu yıl uzaya ilk Türk üniversitesi uydusunu göndermeye hazırlanıyor. Uydunun yanı sıra radyo kontrollü uçak üretimini de sürdüren fakültede son olarak Aselsan’ın desteğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanımına sunulacak bir uçuş desimülatörü yapıldı. Kendi alanında ilk olan bu desümülatör sayesinde askeri uçuşlar üç boyutlu olarak canlandırılacak.

BİR KİLOLUK UYDU

Uzay Mühedisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Alim Rüstem Aslan başkanlığında İTÜ Uzay Bilimleri tarafından yapımı süren ilk Türk üniversite uydusu tamamlandı. Uydunun uçuşa hazır hale geldiğini belirten Prof. Aslan, mayıs ayında Kazakistan’dan fırlatılması düşünülen uydunun fırlatmayı yapacak firmanın sorun yaşaması nedeniyle ağustos ayına kaldığını söyledi. Yaklaşık bir kilogram ağırlığındaki, 10 santimetreküplük uydu, üzerinde bulunan güneş panellerinden kendi enerjisini sağlayacak. Altı ay boyunca dünyaya 635 kilometrelik mesafede kalacak olan uydu, bu süre boyunca dünyanın etrafında dönecek ve üzerine yerleştirilen kamera sayesinde İTÜ’de kurulan sisteme fotoğraflar göndercek. Uydunun içine haberleşme sistemlerinin yeni teknolojilerini denemeye ilişkin çeşitli aygıtların da yerleştirilebileceğine dikkat çeken Prof. Aslan, “Bu uydunun malzemesini 60 bin YTL’ye, uyduyu yapmak için alt yapıyı ise 1 buçuk milyon YTL’ye oluşturduk. Bize maddi destek sağlanırsa, özellikle GSM firmalarının yeni teknolojilerini denemeleri için uydular yapabiliriz” dedi.

Hepatit C, Belirtileri, Korunma Yöntemleri

Categories: Sağlık Bilgisi | February 10th, 2008 | by admin | no comments

Hepatit C virüslerle bulaşan hepatitler arasında kan yolu ile en sık bulaşan tiptir. Bu sebeple özellikle kan nakli ve kan ürünleri ile edinildiğinin bilinmesi oldukça önemlidir. Son zamanlarda tıp literatüründe de yayınların sayısı arttıkça hepatit C ile ilgili bilgilerimizde artmaktadır.

Hastalık çoğu zaman akut(aniden ve kısa sürede) başlar. Hafif ve orta derecede geçirilen bir takım belirtiler kişi tarafından çoğu zaman algılanmaz. Bu arada karaciğer enzimlerinde hafif yükselme ile giden bir kan tablosu hakimdir. Akut dönemde hastalığı geçiren kişilerin yaklaşık % 85 inde hastalık kronik hepatit e doğru gider. Bu oldukça yüksek bir rakamdır. Ve dahada önemlisi bu hastaların % 20 sinde siroz denilen( siroz = Kronik yaygın ve ilerleyici karaciğer iltihabıdır.) tablo ortaya çıkar

bir rakamdır. Ve dahada önemlisi bu hastaların % 20 sinde siroz denilen( siroz = Kronik yaygın ve ilerleyici karaciğer iltihabıdır.) tablo ortaya çıkar

HEPATİT C HASTALIĞININ BELİRTİLERİ:

Hepatit c belirtileri hafif olarak algılanabilir yada farkında olmadan geçirilebilir. Genel olarak küçük çocuklarda belirtisiz seyreder. Ancak daha büyük çocuklarda yetişkinlerde bazi belirtiler görülür

Hepatit c belirtiler:

Hailsizlik ve kaslarda zayıflık hissi

Baş ağrısı

Karın ağrısı (ki bu ağrısı karaciğer bölgesinin hemen üzerindeki bölge)

Bulantı

Koyu renkte idrar (kola rengi)

Kilo kaybı

Yağlı yiyeceklerden tiksinme

Nadiren sarılık

Eklem ağrıları

KRONİK HEPATİT C

6 aydan daha fazla sürede devam eden hepatit C ile oluşan hepatit durumu kronikleşmiş hepatit C hastalığıdır. Özellikle küçük çocuklarda belirti vermeden gider. Ancak daha ileri yaşlardaki bireylerde bazı belirtiler olabilir

kronik hepatit C belirtiler:

 Sebat eden bir halsizlik

Hafif-orta derece karın ağrısı

Siroz belirtileri: vücutta kırmızı damar lekeleri ki bunlara spider (örümcek) denir. Avuç içersindeki kızarıklıklar, karında şişlik, el ve ayaklarda ödem ve şişlik gibi belirtileri olan karaciğer de fibrozla giden çok ciddi bir hastalıktır.

KRONİK HEPATİT C DE SİROZ OLUŞUYOR. PEKİ SİROZUN ŞİDDETİNİ ARTIRAN RİSK FAKTÖRLERİ VARMIDIR?

20-30 yıl gibi bir ortalama sürede ortaya çıkan siroz bazı durumlarda şiddetlidir;

Yaş (ileri yaşlarda siroz daha şiddetlidir)

Erkek hastalarda siroz daha şiddetlidir

Alkol kullananlarda siroz daha şiddetlidir

Sigara ve tütün siroz daha şiddetlidir

Aids (AIDS - HİV ) siroz daha şiddetlidir

KRONİK HEPATİT C DE KANSER OLUŞUMUNU ARTIRAN RİSK FAKTÖRLERİ VAR MIDIR?

EVET…Bazı faktörler karaciğer kanseri riskini provoke eder, bunlar;

Alkol kullanımı

Siroz gelişimi

İleri yaş

Erkek hasta olmak

HEPATİT C KARACİĞERDEN BAŞKA HANGİ SİSTEMLERE ZARAR VERİR?

Hepatit C karaciğer hasarı dışında vücutta deri, böbrekler , tükürük bezleri, göz ve romatizmal sorunlara yol açabilir.

HEPATİT C VE DÖVME AKAPUNKTUR PİERCİNG

Bu gibi uygulamalarda hastalığın geçme riski eğer steril ortamlarda olmaz ise her zaman söz konusudur. Bu gibi yerlerde hijyen ve sterilizasyon  çok önemlidir.

HEPATİT C NASIL BULAŞIR ?

Hepatit C nasıl bulaşır sorusu oldukça önemlidir. HepatitC nin kan yolu ile bulaştığını belirtmiştik. Kan ve kan ürünleri ile geçebilmektedir. Ayrıca uyuşturucu kullananlarda iğnelerden bulaşması dolayısıyla oldukça yaygın görülür. Ayrıca tüm sağlık çalışanları hepatit B de olduğu gibi hepatit C içinde riskli bir gruptadır. Sağlık çalışanlarına yine iğne batması ve diğer tıp ekipmanı ile bulaşması söz konusudur. Doğal olarak akla gelen hepatit C nin cinsel ilişki ile geçip geçemediği sorusudur? Hepatit C cinsel yolla bulaşır, ancak bu olasılık son derece düşüktür. Tek eşli çiftlerde bu olasılık daha da zayıftır. Ancak çok eşli , cinsel yolla bulaşan hastalığı olan ve AİDS li kişilerde cinsel yolla bulaşma olasılığı yüksektir. Ayrıca organ nakli sırasında hepatit C geçme olasığıda çok yüksektir. Ancak özellikle kan nakli ve organ nakillerinde kan ve organlar hepatit C yönünden taranmaktadır. Bu da hastalığın yayılmasını önlemektedir.

HEPATİT C ANNEDEN BEBEĞE DOĞUM SIRASINDA GEÇERMİ?

EVET…%6 olasılıkla hepatit C anneden bebeğe geçer. İlaveten annnede aids var ise hepatit C nin bulaşma olasığı dahada yükselir.

AYNI EVDE YAŞAYAN KİŞİLERDE HEPATİT C VAR İSE BULAŞIR MI?

Bu çok sık görülen bir durum değildir. ancak aynı kaşık, çatal ve bardağı paylaşmak bulaşma açısından riski son derece artırır. Önemli olan bu saydığımız eşyaları paylaşmamaktır. Bunların dışında aynı evde yaşamak bulaşma açısından yüksek risk taşımaz.

ANNEDEN ÇOCUĞA EMZİRME İLE GEÇER Mİ?

HAYIR…ancak annenin meme başında kanama ve enfeksiyon olmaması gerekir.

ÖNEMLİ NOT: HEPATİT C Lİ HASTALARIN % 10 UNDA  BULAŞMA SEBEBİ BİLİNMEMEKTEDİR.

HASTAIĞIN KULUÇKA SÜRESİ:

Hepatit C nin kuluçka süresi 2 hafta ile 6 ay arasıdan değişen bir süreçtir. Ancak bugün tıp yayınlarında hastalığın hangi döneminde ve ne kadar süre ile bulaşıcı olduğu bilinmediğinden hastalık tespit edildiğinde diğer insanlara bulaşmaması için kişinin uyarılmasında büyük fayda vardır.

HEPATİT C VE TESTLER

Hepatit C yi saptamak için çeşitli testler vardır. Daha öncede belirtildiği gibi hasta eğer bir takım belirtilerle hekime başvurduğunda hekiminiz çeşitli testler ister;

Karaciğer enzimleri

Anti-HCV       :hepatit C  antikor (vücut tarafından üretilen koruyucu serum) testi

İlave antikor testleri:3 jenerasyon antikor tespit edici testler ilaveten istenebilir. Ancak bu testler 3-5 ay sonra opzitif sonuç verir. (enzim immuno assay yöntemi)

HCV RNA testi : en duyarlı test hepatit C virüsünün genetik yapısını tespit etmeye yönelik bir testtir. Bu virüsün çoğaldığını ve enfeksiyonun akut (yeni) olduğunu gösterir. Hatta bu testlerle hepatit C virüsünün miktarı dahi saptanabilmektedir. Tedaviden önce bu miktarın saptanması, tedavinin yaralı olup olmadığı konusunda daha hekime testlerin tekrarındaki miktarla bir değerlendirme imkanı verir.

Karaciğer biyopsisi (karaciğerden parça alma)

HEPATİT C GENETİK TESTLERİNDE VİRÜSÜN ÇEŞİTLİ GENETİK YAPILARI SAPTANMAKTA. PEKİ BU GENETİK FARKLILIK BİR ÖNEM TAŞIR MI?

EVET….testlerde farklı genetik yapıların önemi vardır. Genotip 2 ve genotip 3 denilen virüs tipleri, genotip 1 denilen virüs tiplerine göre tedaviye daha iyi cevap verir.

PEKİ KARACİĞER BİYOPSİSİ SONUCU TEDAVİ STRATEJİLER VAR MIDIR VE ÖNEMLİ MİDİR?

EVET…eğer düşük derecede karaciğer iltihabı ve fibrozu sonucu biyopsi ile ortaya çıkmış ve beraberinde karaciğer enzimleri hafif derecede artmış hastalar anti-viral (virüse karşı tedavi)tedaviye ihtiyaç duymaz . Ancak  fazla miktarda fibroz olan hastalarda ise anti-viral tedaviye alınır. Bu hastalarda enzimler orta derecede artmıştır. Unutmayın elbette bu karaı hekiminiz verecektir. Ayrıca karaciğer biyopsisi yapılan tedavinin sonuçlarını görmek için yapılabilir. Buda son derce önemlidir.

KİMLER HEPATİT C TARAMA TESTİ YAPTIRMALIDIR?

Anormal karaciğer enzim testleri olanlar

Geçmişte size kan nakli yapılmış ise (bu yaklaşık olarak 5-10 yıl önce yapılmış ise yahut size kan veren bir kişinin hepatit C olduğunu öğrendiniz ise)

Size organ nakli yapıldıysa (özellikle 5-10 yıl önce…)

Tüm sağlık çalışanları

Korumasız cinsel ilişkileriniz olduysa (özellikle çok partnerli)

Hemodiyaliz hastası iseniz

Hemofili veya benzeri kan ürünleri gerektiren bir hastalığınız varsa

Hepatit C hastası iseniz ve çocuk sahibi olduysanız 1 yıl içinde hepatit C testi yaptırmalısınız (baynalar)

UNUTMAYIN !!!  HEPATİT C , HEPATİT B VE AIDS KAN VE CİNSEL YOLLA BULAŞIR…

HEPATİT C TEDAVİ:

Hepatit C de tedavi hastalığın derecesine göre belirlenir.

İnterferon (haftada 3 kez enjekte edilir)

Uzun etkili interferon (haftada 1 kez enjekte edilir)

Ribavirin

Bu ilaçlar tek veya kombine halde hekiminiz tarafından kullanılır.

AKUT HEPATİT C DE TEDAVİ:

Genel olarak farkında olmadan geçirilmesi sebebi ile hepatit C akut (yeni) dönemde tedavi edilmeden atlanır. Ve çoğu hastada virüs kronikleşmiş (müzmin) bir enfeksiyon halinde iken tespit edilir. Ancak bu hastalıkta bir çok bilim adamı akut dönemde yakalanan hastalığıa anti-viral tedavi uygulandığında hastalığın kronikleşmeyeceği inancındadır. Yapılan çalışmalarda akut dönemde yakalana ve 6 ay boyunca interferon tedavisine alınan hastaların % 98 de hastalığın kandan tamamen kaybolduğu, ve karaciğer enzimlerinin normale döndüğü saptanmıştır.

KRONİK HEPATİT C DE TEDAVİ:

Kronik hepatit C tedavisinde 2 ilaç kullanılır. Bunlar ribavirin ve interferon. Ancak her hasta için bu iki ilaç uygulanamaz. Buna en güzel kararı hekiminiz verecektir. Ancak interfeon ve ribavirin tedavisine aday hastalarda uzun süreli tedavide kür sağlanmaktadır. Yapılan yeni çalışmalarda daha uzun etkili olan bir interferon çeşidi peginterferon ile ribavirinin bir arada kullanılmasının çok iyi sonuçlar ortaya çıkardığı görülmüştür. Ve bu tedavi artık standart tedavi olarak ortaya çıkmıştır. Yapılan çalışmalarda bu tedavi ile ortalama % 50 lerde bir başarı sağlanmış ve kanda hepatit C saptanmamıştır.

PEKİ TEDAVİNİN SÜRESİ NE KADARDIR?

6 ay –ile 1 yıl arasında değişir.

Genotip 2 ve genotip3 olanlarda tedavi 6 ay

Genotip 1 olanlarda 1 yıl devam eder.

ANTİ-VİRAL TEDAVİ KİMLERDE İDEAL OLARAK UYGULANIR?

HCV genotip 2 ve genotip3 olanlar

Hafif ve orta derecede karaciğer fibrozu olan kişiler (karaciğer biyopsisi en iyi fikir verir.

KİMLER İÇİN ANTİ VİRAL TEDAVİ İYİ BİR SEÇENEK DEĞİLDİR ?

HCV  Genotip 1 grubu hastalar

Yoğun depresyonu olan hastalar

Kalp rahatsızlığı olan hastalar

HEPATİT C TEDAVİSİNDE YARDIMCI FAKTÖRLER VE DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN UNSURLAR NELERDİR ?

Alkol kullanmayınız

Sigara kullanmayınız

Karaciğerden atılan ilaçlara dikkat edin ve doktorunuzla bu konuyu tartışın. Bu tür ilaçlar kullanmayınız

Hepatit B aşınız yoksa yaptırınız

Hepatit A aşısı yaptırınız

HEPATİT C DE KİMLER İZLENMELİDİR ?

Karaciğer enzimleri hafif yükselen ve karaciğer biyopsisinde fibroz ve ağır hasar olmayan hastalar, hekimleri tarafından izlenmesi tavsiye edilmektedir. Bu hastalara düzenli olarak karaciğer enzim testleri ve her 3-5 yılda bir karaciğer biyopsisi yaptırmaları önerilmektedir.

ANTİ VİRAL TEDAVİYE CEVAP NEGATİF OLSA BİLE BAZI OLUMSUZ SONUÇLARA GİDİŞ DURABİLİR Mİ?

Evet…! bazı hastalar anti viral tedaviye olumlu yanıt vermez ve kanda virüs oranı düşmez. Ancak bu hastalarda siroz oluşumu ve karaciğer kanseri riskini anti-viral tedavinin azalttığı göstermiştir. En azından bu durum bile teselli vericidir.

ARAŞTIRMA HALİNDE BAŞKA İLAÇLAR VARMI ?

EVET…

İnterlökin 10

İnterferon ve ribavirinle kombine amantadin tedavisi

Gen Terapi

CİNSEL İLİŞKİ SIRASINDA NASIL KORUNABİLİRİM ?

TEK EŞLİLİK VE LATEX KONDOM(PREZERVATİF KULLANMAK) MUTLAKA KULLANINIZ

EŞYALARINIZI KİMSE İLE PAYLAŞMAYINIZ.

ELLERİNİZ TEMİZ YIKAYINIZ

HEPATİT C VE EVDE TEDAVİ:

Ev tedavisinde ; aktivitelerinizi yavaşlatın, yorucu hareketlerden kaçının, yorulduğunuzda hareketleriniz yavaşlatarak dinlenin.

AKUT HEPATİT C ENFEKSİYONUNDA DİYET:

Hepatit ve diyet. Ne tür bir hepatit diyeti uygulamalıyım en çok sorulan sorulardan biridir. En önemli unsurlardan biri akut hepatit diyetinde (hepatit C diyeti) sıvı alımıdır. Bulantı ve kusmanın yaratacağı sıvı kaybı yerine konulmalıdır. Protein oranı düşük, kalori oranı yüksek bir hepatit diyeti hekimler tarafından önerilmektedir. Eğer içtiğinizde rahatsızlık vermiyorsa doğal meyve suları alınabilir. Ayrıca çorba içilebilir. BU DÖNEMDE EN ÖNEMLİSİ ALKOL VE KARACİĞERİ RAHATSIZ EDECEK İLAÇLAR KULLANMAMAKTIR. BU DURUM KARACİĞER İLTİHABI VE KARACİĞER ZARARINI ARTIRACAKTIR. Burada en önemli unsur ilaç alınımınızı hekiminizle konuşarak ayarlamanızdır.

ANTİ VİRAL TEDAVİDE EN ÖNEMLİ YAN ETKİ NEDİR ?

Depresyondur. Hekiminizle bu konuyu tartışmaktan çekinmeyiniz.

HEPATİT C VE KARACİĞER NAKLİ ( TRANSPLANTASYON)

Önlenemeyen ve tedaviye cevap vermeyen yaygın bir fibrozla giden hepatit C vakalarından sonra karaciğer fonksiyonlarını icra edemez bir hale gelirse artık bu hastalar karaciğer nakline aday hastalardır ve transplantasyon gerekir.

Panik Atak, Belirtileri, Alınması Gereken Önlemler

Categories: Sağlık Bilgisi | February 10th, 2008 | by admin | no comments

Yeterince nefes alamadığınızı hissediyorsunuz, kalbiniz yerinden fırlayacakmış gibi atıyor, içiniz sıkışıyor. Herkesin günlük yaşamında yaptığı bazı şeyleri yapamıyorsunuz; süpermarkete ya da sinemaya gitmek, uçağa ya da asansöre binmek gibi. Kaygılanıp, korkuyorsunuz. Korkularınızın herhangi mantıklı bir nedeni olmadığını biliyorsunuz ama yine de bu duygunuzla başedemiyorsunuz. Aklınızı yitireceğinizi, tümüyle kontolünüzü kaybedeceğinizi, bayılacağınızı hatta kalp kirzi geçirip öleceğinizi düşünüyorsunuz. Yalnız değilsiniz!psikodestek.com

Panik atak aşağıda sayılan 13 bedensel ve bilişsel belirtilerden en az dördünün eşlik ettiği yoğun korku ve rahatsızlık hissidir.

1 - Çarpıntı, kalp atımlarını duyumsama
2 - Terleme
3 - Titreme ya da sarsılma
4 - Nefes darlığı ya da boğuluyor gibi olma
5 - Soluğun kesilmesi
6 - Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkıntı duyma
7 - Bulantı ya da karın ağrısı
8 - Baş dönmesi, sersemlik hissi, düşecekmiş ya da bayılacakmış gibi olma
9 - Derealizasyon ya da Depersonalizasyon (Dış dünya yada kendisi gerçekliğini kaybetmiş gibi hissetme).
10- Kontrolünü kaybedeceği ya da çıldıracağı korkusu
11- Ölüm korkusu
12- Uyuşma ve karıncalanma duygusu
13- Üşüme ürperme ve ateş basması

Bu belirtiler genellikle 10 dakika gibi bir sürede yoğunlaşarak doruk noktada sıkıntı verir sonra da genellikle yavaş yavaş azalır. Bu durum bir kez olursa panik nöbet olarak isimlendirilir. Ancak tekrarlamalarla gideceğinden kişi ne zaman olacak diye beklentiden dolayı sıkıntı duymaya başlar ki buna beklenti anksiyetesi denir. Bu anksiyete nedeniyle dışarı yanlız çıkmaktan korkmaya yanında birisi olmadan uzağa gitmekten kaçınmaya başlar. Tekrarlayan panik nöbetlere ve kaçınma davranışının eşlik ettiği duruma panik bozukluk denir.

Panik atak hastalarında yaşanan bu nönetler bunaltıcı, yorucu sinir bozucudur. Ama size iyi bir haberimiz var.

Panik ataklardan kurtulabilirsiniz.

Bu atakların yarattığı kaygıdan kurtulabilirsiniz.

Panik atak yüzünden artık hiçbir planınızı iptal etmenize gerek kalmayabilir.

Panik ataklar farkında olmadan öğrenilen davranışlar sonucunda oluşurlar. Ataklardan kurtulmak için yapmanız gereken bu davranışları yapmamayı öğrenmektir. Genelde insanlar atakları daha az yaşamak için;

• Panik atak yaşayabileceklerini düşündükleri tüm olayları saf dışı bırakmaya ve kendilerini güvende hissetmedikleri, yardım görmeyecekleri her yerden kaçmaya çalışırlar.
• Yeniden yaşayabilecekleri panik atağını düşünerek sürekli yeni atağın sinyallerini beklemeye çalışırlar.

Ancak bu korkular gittikçe daha büyük korkulara ve bu korkulardan daha çok kaçınmaya yol açar. Peki yaşanan bu kısırdöngüyle nasıl başaçıkabilirsiniz Panik atağın temelinde bulunan iki ana unsurla başa çıkmada iki aşamalı bir çalışmayla başarılabilir.

• Kişinin içinde yaşanan kaygı ve sıkıntı duygusunu kontrol altına alarak, paniğe kapılma korkusunu azaltmak.
• Panik yaratabilecek olan olay ve duygulardan kaçınmayı sona erdirmek.

Bu noktada ilk anlaşılması gereken nokta şudur Panik Atak Tehlikeli Bir Virüs Değildir. Bu anlaşıldıktan sonra panik atak duygusunu yaratan olaylarla yüzleşilmeli ve yarattığı duygularla başa çıkmayı öğrenmelisiniz.

Gelecek Konumuz: Bir kaç basit teknikle atakları nasıl daha kolay atlatabilirsiniz.
kaynak:

Zaman Yolculuğu Mümkün mü?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 9th, 2008 | by admin | no comments

ABD’de en çok satan kitaplar arasına giren “Elegant Universe”ın yazarı Kolombiya Universitesi fizik profesörü Brian Greene’in iddiasına göre, zaman yolculuğu çok uzak bir hayal.

Zamanda yolculuk yapabilmek kaybettiğiniz bir sevdiğinize tekrar sarılmak, ya da dünyadaki çeşitli savaş ve haksızlıkları önlemek sebepleriyle zaman zaman hayal ettiğimiz bir kurgu.

İnsanlık tarihi boyunca sorgulanan zaman kavramı, fizikte en, boy ve yükseklik gibi bir boyut olarak tarif ediliyor. Örneğin evden bakkala giderken uzayda en, boy ve yükseklikle tanımlanabilecek bir yöne doğru hareket ediyorsunuz. Bunların yanında bir de dördüncü boyut olarak kabul edilen “zaman”da ilerliyorusunuz.

“One Universe: At Home in Cosmos” kitabının yazarı, City University of New York astrofizik profesörü Charles Liu’ya göre zaman ve mekan birbirine karışarak ‘zaman-mekan’ adı verilen dört boyutlu bir doku oluşturuyor.

Liu, “Kütlesi olan herhangi bir cisim -siz, ben, bir nesne, bir gezegen ya da bir yıldız bu dokuya oturduğu zaman bir çukur oluşturuyor. Bu çukurun varlığı zaman -mekan boyutunun bu kütleye göre eğilip büküldüğünün göstergesi” diyor.

Zaman-mekan boyutu nesnelerin eğimli bir düzlemde hareket etmesine sebep oluyor, ve bu eğim de yerçekimini doğuruyor.

Matematiksel olarak üç boyutlu düzlemlerde ileriye ve geriye gitmek mümkün, fakat zaman bu özgürlüğü tanımıyor.

Liu bu dört boyutlu zaman-mekanda sadece ileriye doğru hareket edilebileceğini söylüyor.

GEÇMİŞE YOLCULUK
Zaman yolculuğuyla ilgili birçok senaryo var. Bunların en kapsamlısı “solucan deliği” adı verilen, ve iki zaman-mekan koordinatını birleştiren kuramsal tüneller. Varsayıma göre bu tüneller iki ayrı evreni ya da bir evrenin iki ayrı köşesini birleştirebilir.

“Hyperspace” ve “Parallel Worlds” adlı kitabın yazarı Michio Kaku bu deliklerin “hem geçmiş, hem gelecek” olduğunu söylüyor, ve ekliyor: “Fakat çok dikkatli olunmalı. Bir zaman makinesini çalıştırabilmek bugünün teknolojisiyle mümkün değil.” Zaman-mekan dokusunda bir delik açmak için Kaku’ya göre bir yıldızın enerjisi, ya da negatif enerji gerekiyor. Negatif enerji de “hiçbir şey”in enerjisinden daha az bir enerji olarak tanımlanıyor.

Maddeyi en az 10 boyutta değerlendiren ve parça fiziğiyle doğanın temel güçlerini birlikte yorumlayan Süpersicim (iplikçik) teorisi uzmanı Greene bu teoriyi sorguluyor. Greene bu fikrin doğru olma ihtimalinden şüphe duysa da, solucan deliği modeli gerçekse bir zamanla diğer zaman arası bağlantı kurulabileceğini söylüyor.

KOZMİK SİCİMLER
Zaman yolculuğuyla ilgili bir başka teori de Süpersicim Teorisi. Sürekli genişleyen bir evrene boylu boyunca yayılmış ince enerji tüplerine süpersicim adı veriliyor. Evrenin oluşumundaki ilk evrelerinden kalan bu enerji alanlarının fazlasıyla kütle barındırdığı ve zaman-mekan boyutuna ağırlık yaparak eğrileştirdiği tahmin ediliyor.

“Time Traveller in Einstein’s Universe” adlı kitabın yazarı Princeton Üniversitesi astrofizik profesörü Richard Gott’a göre sicimler ya spiral şeklinde, ya da sonsuz uzunlukta. Gott sicimlerin bu yüzden “spagetti gibi” olduklarını söylüyor.

Bu teoriye göre iki sicimin birbirine yaklaşması sayesinde zaman-mekan boyutu eğilebilir ve zamanda yolculuk gerçekleşebilir.

Fakat Gott bunun ancak “ileri medeniyetlerin projesi” olabileceğini söylüyor. Çünkü ona göre biz henüz “kendi gezegenimizin enerji kaynaklarını bile doğru kullanmayı beceremiyoruz.”
kaynak:ntvmsnbc

Buzullar 2012′de Tamamen Eriyecek!

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 9th, 2008 | by admin | no comments

Kuzey Buz Denizi’ndeki buz tabakasının 2040 yılında tamamen eriyeceği öngörülürken, şimdi bu beklentinin 2012 yazı sonunda gerçekleşebileceği savunuluyor.

Bu yaz hızla eriyen kuzeydeki buz tabakası, yaz sonunda, 4 yıl önceki aynı dönemde sahip olduğu alanın yarısına geriledi.

Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) iklim uzmanı Jay Zwally, “Erime bu hızla sürerse Kuzey Buz Denizi, beklentilerden çok daha yakın bir dönemde, 2012 yazı sonunda buzdan tamamen arınmış hale gelebilir” dedi.

Denizdeki buz tabakasının, kapsadığı alanın daralmasının yanı sıra rekor düzeyde inceldiği de belirlendi.

Zwally, eskiden kömür madencilerinin, metan gazı sızıntısı olup olmadığını anlamak için madende kanarya bulundurduklarını ve yoğun gazda kanarya ölünce dışarı kaçtıklarını anımsatarak, “Kuzeydeki buz tabakası da küresel ısınmanın kanaryası. Bu kanarya artık öldü” görüşünü savundu.

AP haber ajansının görüştüğü NASA, Amerikan üniversiteleri ve hükümet kuruluşlarından konuyla ilgili toplam 18 bilim adamının tümü, bu yaz sonunda gelinen erime düzeyini büyük bir şaşkınlıkla karşıladıklarını söyledi. NASA’dan jeofizikçi Scott Lutchke, buzullardaki erimenin hızı değerlendirildiğinde de yeni bir döneme girildiğinin kesin olarak söylenebileceğini belirtti.

Merak Edilen Bazı Bilimsel Sorular

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 9th, 2008 | by admin | no comments

Su, kuzey yarımkürede ayrı, güney yarımkürede ayrı yönlerde mi döner?

Giderinden girdap oluştura oluştura akan suyun, kuzey yarımkürede ayrı yönde, güney yarımkürede ayrı yönde döndüğü sanılır, bu da dünyanın dönüş hızına bağlanır. Oysa dünyanın dönüş hızı, suyun yönünü etkileyecek kadar hızlı değildir. Lavabonun yapısına göre yan yana duran iki giderden akan suyu bile ters yönlere döndürebilirsiniz.

İnsan, beyninin sadece %10’unu mu kullanır?

Bilim adamlarını övmek için gazetelerin uydurduğu bir bilgi olmalı. İnsan uyurken bile beyninin büyük kısmı aktiftir. “İnsanlar, beyinlerinin olası potansiyelinin %10’unu kullanıyorlar” deselerdi belki bu kadar saçma olmazdı, beynimizin gerçek potansiyeli hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ancak insan beyninin her kıvrımı aktif olarak çalışır. İnanmıyorsanız MR’a girin, rengârenk sonuçları kendiniz görün.

Bir gökdelenin tepesinden bırakılan bozuk para, birini öldürebilir mi?

Eğer kötü bir niyetiniz varsa, bozuk para seçmemenizi öneririz. Aerodinamiklikle alakası olmayan biçimini ve pütürlü yüzeyini düşünürsek, Petronas Kuleleri’nin tepesinden bile bıraksanız, evinizin penceresinden aşağı bırakmanızdan bir farkı olmaz.

Yetişkinler, yeni beyin hücresi üretirler mi?

Denir ki; 20’li yaşlardan sonra beyin, yeni hücre üretmez, cepten yer, bu yüzden de yaşlandıkça unutkanlaşırmışız. Gerçekten de beynin gelişiminin en hızlı olduğu dönem çocukluk, ancak ondan sonra da beyin hiç durmadan yenilenmeye devam ediyor. Annelerin, çocukları kafalarını bir yerlere çarptığında aptal olacaklar diye endişelenmelerine gerek kalmadı.

Böcekler kafaları kesildikten sonra da yaşayabilir mi?

Evet, böcekler kafaları olmadan, açlıktan ölene kadar yaşayabilir. Ama sadece onlar değil, tavuklar da. Tavukların kafaları olmasa da merkezi sinir sistemleri yaşamalarına izin verir. Açlıktan ölene kadar ortada gezinmeye devam ederler. Kuş beyinli işte.

Tavuk suyuna çorba, soğuk algınlığına iyi gelir mi?

“İyi gelmek”ten kasıt “iyileştirmek”se, o biraz zor. Ama kastedilen şey “kendini iyi hissettirmek”se, o olabilir. Tavuk suyunun, boğaz ağrılarını rahatlattığı biliniyor. Üstelik sıcak. Üstelik lezzetli. Neden olmasın?

Esnemek bulaşıcı mıdır?

Bu konuda hâlâ kesin bilimsel bir veri yok ama şempanzeler bile, birbirlerini esnerken görürse esnemeye başlıyor. Tamamen psikolojik olmakla birlikte, bu satırları okurken bile esnenmeye başlandığını biliyoruz.

Hayvanlar, afetleri önceden sezer mi?

Hayvanların böyle bir yeteneği olduğuna dair hiçbir bilimsel veri yok. En azından bir altıncı hisleri yok. Ancak bizim duymadığımız frekanslardaki sesleri duyuyor olabilirler.

Bir çiklet yutarsanız, 7 yıl boyunca midenizde kalır mı?

Doğal gıdaları sindirmekten daha zorsa da çikletlerin mideniz tarafından böyle özel bir muameleye tabi tutulduğu doğru değil. Bu düşüncenin, yapış yapış bir şeyi yutmayalım diye annelerimiz tarafından uydurulduğuna eminiz.

Çin Seddi, uzaydan görülebilen insan yapımı tek yapı mıdır?

Daha atmosferden çıkmadan önce görülebildiği doğru. Ancak o yükseklikte mistik olmak istersek piramitleri, sıradan olmak istersek havaalanlarını da görebiliriz. Mesela aydan bakarsanız hiçbir şey göremezsiniz.

Aynı yere iki kere yıldırım düşer mi?

Yıldırım, yüksek yerlere düşer, yani etrafta yüksek olan tek bir yer varsa oraya defalarca yıldırım düşebilir. Mesela Empire State binasına yılda ortalama 25 kere yıldırım düşüyor

Kediler daima dört ayak üzerine mi düşer?

Kediler gerçekten de çoğunlukla nazikçe yere inerler. Ancak her zaman değil! Düşme açısı önemlidir. Yani kedi bilinçli olarak atlarsa başına hiçbir şey gelmez, ancak ayağı kaydıysa, yani kazayla düştüyse yere dengesiz düşme ihtimali vardır. Genel kanı olan “ne kadar yüksekten düşerse o kadar iyi” düşüncesi de doğru. Yani ikinci kattan kötü bir açıda düşen kedinin dört ayak üstüne inme şansı, altıncı kattan kayarak düşen bir kedinin dört ayak üstüne inme şansından az, yükseklik, yani artan serbest düşüş süresi, kediye toparlanıp dengesini kurmak için zaman sağlıyor. Ancak bu, gökdelenden düşen kedi de dört ayak üstüne düşecek demek değil.

Öldükten sonra saçlarımız ve tırnaklarımız uzamaya devam eder mi?

Etmezler. Ancak vücudumuz su kaybettiği, yani büzüştüğü için tırnakların kökünü kaplayan etler bir miktar çekilebilir. Bu da sanki tırnak uzamış gibi görünmesine yol açar.

ABD’nin Yeni Uçaklarının Kanatları Katlanıyor

Categories: Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 7th, 2008 | by admin | no comments

Pentagon’un geliştirdiği bir insansız uçak tasarımında, ses hızı aşıldığında aerodinamizmin korunması için kanatları katlanıyor.

Kanadı katlanan uçak 2020 yılında ABD Hava Kuvvetleri’ne katılacak.

NEW YORK - Pentagon düşman topraklarında devriye gezecek ve uzaktan kumandayla sesten daha yüksek bir hızda taaruz edecek insansız bir uçak geliştiriyor. Northrop Grumman adlı bir savunma şirketi tarafından üstlenilen Switchblade adlı insansız uçak projesi, 2020 yılında tamamlanacak. Switchblade, 60 metre kanat genişliğiyle sesten çok daha yüksek bir hızda uçacak ve yapay zeka ile yönetilecek. Uçağın en büyük özelliği ses sınırını aşınca kanatlarının katlanarak aerodinamik bir yapı kazanması.

Uçak ses sınırını tam geçerken kanatlardan biri 60 derece bükülecek; böylece bir kanat öne bir kanat da arkaya dönecek. Switchblade’in bu formu, ses hızında uçağın üstünde oluşan şok dalgalarını emmesini sağlıyor. Uçak ses hızının altına geçince kanatlar eski haline dönüyor.

Tasarımı nefes kesici olarak niteleniyor, ancak esas maliyet uçağın yapımı. Pentagon’un araştırma geliştirme ile sorumlu bölümü DARPA, uçağın yapımı için Northrop Grumman firmasına 10.3 milyon dolar ödenek tahsis etti. Şirket uçağın ilk somut çizimlerini Kasım 2007’ye yetiştirecek. İlk prototip ise 2011’de havalanacak.

YAPAY ZEKA İLE YÖNETİLECEK

Uçağın nihai formunda tek bir kanat olacak ve motor kanadın altında yer alacak. Kanadın altında ayrıca radar, cephanelik ve gözlem kameraları da bulunacak.

Sesten yüksek hızda taaruz yapabilen, uzaktan kumandalı bir uçak ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un uzun bir süredir çabaladığı bir proje. Switchblade gibi insansız sinsi uçaklar gelecekte ABD hava kuvvetleri filosunun önemli unsurlarından olacak. Bu uçaklar yapay zeka yazılımlarıyla kontrol ediliyor. Tuvalet, yemek ihtiyacı gibi ‘aksama’ları olan insan pilotun aksine, yapay zeka yazılımları 15 saat boyunca duraksız işleyebiliyor.

Switchblade ABD’de tasarlanan ilk ses-üstü uçabilen ‘sinsi’ uçak değil. Daha önce de SpaceShipOne’ın tasarımcısı Burt Rutan da 1979 yılında NASA için kanatları katlanabilen bir uçak geliştirmişti.

İran Uzaya Roket Fırlattı

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 7th, 2008 | by admin | no comments

İran’da ilk uzay roketinin fırlatılışı olarak duyurulan birtakım görüntüler devlet televizyonu tarafından yayınladı.

Bu görüntülerin ‘Omid’ (Ümit) adını taşıyan, ülkenin ilk uydusunun yörüngeye yerleştirilmesi programının bir parçası olduğu düşünülüyor.

Televizyondaki görüntülerde Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve diğer yetkililerin Tahran’ın doğusundaki Semnan vilayetinde çölleşmiş bir alanda bu tören için biraraya geldikleri görülüyor.

Muhabirler, bu adımın, İran’ın nükleer iddialarından kaygı duyan Batı ülkelerini alarma geçirebilecek şekilde, Tahran’ın füze teknolojisinde bir ilerleme kaydettiğine dair bir işaret olabileceğini söylüyor.

Tahran’ın halihazırda İsrail’i vurabilecek menzile sahip füzelere sahip olduğu düşünülüyor.

Muhabirler İran Devrimi’nin 29. yıldönümünün yaklaştığına dikkat çekerek, roketin fırlatışının için seçilen tarihin de dikkat çekici olduğunu belirtiyor.

Devlet medyasındaki haberler uydunun, İran takvimine göre gelecek yıl, yani yaklaşık Mart 2009′dan önce devreye gireceğini belirtiyor.

Stratejik anlamı

BBC muhabiri Nick Childs’a göre dünyanın başlıca ülkeleri ve bölgesel güçler, ilk olarak İran’ın bu teknolojik birikime sahip olup olmadığını teyit etmek isteyecekler.

Tahran bunun sivil ve bilimsel bir program olduğunda ısrar ediyor.

Buradaki sorun ise, nükleer alanda olduğu gibi, sivil ve askeri roket teknolojisi arasında çok az fark bulunması.

Örneğin Hindistan, sivil ve askeri programların fazlasıyla içiçe geçtiği bir ülke.

Uzay yarışının daha en başlarında Washington’da Sovyetler Birliği’nin dünyanın ilk yapay uydusu Sputnik’e yönelik verilen alarmın gerekçesi, bu adımın Moskova’nın da savaş başlıklarını ABD kadar uzağa fırlatabileceğini ima etmesiydi.

İşte şimdi de, her halükarda, Tahran’ın da askeri füze alanında ilerleyeceği düşünülüyor.

Yeni tartışmalar

Bu, ABD Ulusal İstihbarat Tahmini raporunun da altını çizdiği bir nokta.

İsrail’i vurabilecek menzile sahip silahları olduğu iddia edilen İran’ın, şimdi de, Avrupa’ya erişebilecek menzilde silahlar üretmeye ne kadar yakın olduğu tartışılıyor.

Bu son roketin de özellikleri ve kapasitesi, açıkça bu menzili hedefliyor olabilir.

Elbette tüm bu gelişmeler İran’ın bölgesel askeri iddialarını yeniden tartışmaya açacaktır.

Ama bunun da ötesinde, ABD ile Avrupalı müttefikleri ve Rusya arasında, Orta Avrupa’daki Amerikan füze savunma üsleri konusunda süregiden tartışma da alevlenecektir.

Havadaki Nemi İçme Suyuna Çeviren Makine

Categories: Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 7th, 2008 | by admin | no comments

ABD’de üretilen, havadaki nemi işleyerek içme suyuna çeviren cihazın Türkiye’de de satışına başlandı.

Cihaz bir buzdolabı kadar elektrik harcayarak günde 32 litreye kadar su üretebiliyor. Sistem şehir şebeke suyuna bağlanarak günlük 180 litreye kadar suyu da arıtabiliyor.

ABD’de kökenli HENDRX Şirketinin Türkiye Distribütörü Sanova Teknoloji firmasının Dış İlişkiler Müdürü Mustafa İrdiren, AA muhabirine yaptığı açıklamada, cihazın ABD’de üretildiğini belirterek, Türkiye’deki satışına ise bir ay önce başladıklarını bildirdi.

Cihazın, yüzde 35 nemin üzerinde performansla çalıştığını anlatan İrdiren, ”Türkiye’nin nem dağılımına bakıldığında özellikle kıyı şeritleri, Marmara, Kıyı Ege, Akdeniz, Karadeniz ve İç Anadolu bölgelerinin özellikleri nedeniyle cihaz çok yüksek performansla çalışıyor. Doğa ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ise zaman zaman performans düşüklüğü yaşanabiliyor” dedi.

Cihazın bir buzdolabı kadar elektrik enerjisi harcadığını söyleyen İrdiren, filtre ve bakımının da 6 ay ile 2 yıl arasında değişen maliyetleri bulunduğunu ifade etti.

Cihazın şehir şebeke suyuna bağlanabilme özelliğini de anlatan İrdiren, günlük 180 litre suyu arıtabildiğini, diğer yandan da havayı temizleme, sıcak ve soğuk su fonksiyonlarının bulunduğunu dile getirdi.

Cihazın fiyatının 2 bin 600 YTL olduğunu belirten İrdiren, Türkiye’de 50′ye yakın bayilikte satış yapıldığını aktardı.

Mach 5 Hızında Yolculuk

Categories: Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 7th, 2008 | by admin | no comments

bingdon’daki “Reaction Engines” adlı şirketin uzmanlarınca 25 yıla kadar hayata geçirilmesi tasarlanan projeye göre, Mach 5 hızında (saatte 6 bin 125 km) yol alabilecek “A2″ uçağı, 300 yolcusuyla 4 saat 40 dakikada İngiltere’den Avustralya’ya varabilecek. (Mach 5′ten itibaren uçaklara hipersonik jet deniyor.) Bu mesafeyi uçaklar molayla birlikte halen 22 saatte alıyor. Dünyanın en hızlı uçağı Concorde, Mach 2 ile uçuyordu.

Müstakbel uçağın bileti 3500 sterlin (yaklaşık 8 bin YTL) civarında olacak. Uçak kısaca LAPCAT olarak adlandırılan proje çerçevesinde geliştiriliyor. 7 milyon avroluk proje finansmanının yarısı AB’den geliyor.

Avrupa Uzay Kurumunun da katkı sağladığı projenin, uzay çalışmalarında elde edilen bilgi birikimi ve teknolojinin, hava yolu şirketlerince hayata sokulmasını teşvik etmeye yönelik olduğu belirtiliyor.

“Hipersonik” uçak “A2″, 143 metre boyunda olacak. Mühendisler, uçağı sıvı hidrojenle çalışan “Scimitar” motoruyla donatmayı tasarlıyor. Motor geliştirme çalışmaları da sürüyor.

Şirket yöneticilerinden Alan Bond’un verdiği bilgiye göre, “A2″, Kuzey Atlantik’i 0,9 Mach hızıyla (ses hızının altında) “sessizce” geçtikten sonra Kuzey kutbunun üzerine geldiğinde hızını 5 Mach’a yükselterek Avustralya’ya yönelecek.

 

İnsan Bünyesini Yorgun Düşüren 11 Neden

Categories: Bilim Teknik | February 7th, 2008 | by admin | no comments

İnsanı yorgun düşüren 11 enerji dusmani Cep telefonu, floresan ışık, küf gibi etkenler enerjimizden çalıyorlar. Bilim adamları, kronik yorgunluk ile tüm bu etkenler arasında şaşılacak bağlantılar olduğunu tespit ettiler.

1- Derin uykuda bizi rahatsız edenler:
Gürültü stres yaratır ve stres tansiyonu yükseltir. Sonuçta sürekli halsiz ve uykulu oluruz. Bunun için size önerimiz, yatak odanızdan saat gibi ses çıkarabilecek tüm eşyaları kaldırmanız olacaktır.

2- Kahve ve çay: 6 fincandan sonrası zarar:
Kafein uyarıcı etki yapar, yani beyne daha fazla enerji emri verir. Günde 3 fincan kadar çay veya kahve içersek, bu canlandırıcı özellikten iyi şekilde faydalanırız. Fakat miktar ikiye katlanırsa, kafein ve tein, vücudumuzdaki demiri emer. Bu durumda beyin ve kalbe yeterli oranda oksijen gitmez. Sonuçta kendimizi çok yorgun hissederiz.

3- Karbonhidrat uyku hapı etkisi yapar:
Tüm karbonhidratlar, aç karnına yenildiği zaman ağırlık yapar. Siz siz olun, aç karnına bu besinleri tüketmemeye özen gösterin.

4- Su eksilirse dikkatiniz de dağılır:
Her gün yaklaşık 8 bardak su içmemiz gerekiyor, yoksa hissedilir bir biçimde enerji boşluğuna düşeriz. En iyisi, her saat başı içine biraz limon suyu sıkılmış bir bardak su içmektir.

5- Cep telefonu hipnozdan beter:
20 dakikadan uzun telefon görüşmelerinin uyku hipnozu gibi bir etki yaptığı ortaya çıktı. Dolayısıyla, uzun süreli ve sık olarak telefonla konuşmak bizi yorar.

6- Duş alacağımıza yatağa geri dönelim daha iyi
Suyun sıcaklığı vücut sıcaklığının çok üzerindeyse bünyemiz uyku getiren hormonları fazlasıyla salgılamaya başlar. Akşamları iyi uyumak için sıcakla, sabahları enerji depolamak için ılık suyla yıkanın!

7- Bazı besinlere karşı dayanıksız olabilirsiniz:
Her şeyi doğru yaptığınız halde zinde değilseniz, “çölyak” hastası olabilirsiniz. Bu bünyenizin tahıl nişastalarını işleyememesi anlamına gelir. Baş ağrısı ve yorgunluktan şikayet eden bu kişilerin buğday, arpa gibi tahıllardan uzak durması gerrekir.

8- Kola bünyeyi aside boğar:
Az harekete bir de aşırı kola, çay ve et tüketimi eklenirse, bünyede aşırı asit meydana gelir. Sonuçta da dolaşım bozuklukları, migren, bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi rahatsızlıklar yaşanır.

9- Gürültü de yorar:
Uzun süreli gürültüye maruz kalan insanların enerjisi tükeniyor. Bağıra çağıra konuşan insanların arasında olmak bile insanı yormaya yetiyor.

10- Floresan ışığı kronik esnemeye neden olur:
Floresan ışık, öğrenme ve konsantrasyon yetimizi yüzde 60 oranında düşürür. Gün içinde saatlerce bu ışığa maruz kalan birinin bağışıklık sisteminin zayıfladığı ispatlandı. Bu da kronik yorgunluğa neden olabilir.

11- Küften uzak durmalı:
Bulunduğunuz ortam yeterince havalanmıyorsa küf oluşabilir. Bünye, küfe tıpkı mikroplarda olduğu gibi karşılık verir, bununla mücadele eder. Bu da açıklanamayan sürekli yorgunluğa neden olabilir.

Evrenin En Uzak Galaksisi Bulundu

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik | February 7th, 2008 | by admin | no comments

Şili Katolik Üniversitesi gök bilimcilerinden Leopoldo Infante, yaptığı açıklamada, en uzak galaksinin 12,5 milyar yıl önce oluşurken yaydığı ışık sayesinde tespit edildiğini söyledi.

Gök bilimciye göre, ”A1689zD1” adı verilen bu galaksi, Dünya’dan 240 milyar ışık yılı uzakta bulunuyor.

Bu galaksinin bulunmasının kainatın yaratılış sürecini inceleyen bilim adamları için yeni bir araştırma alanı olacağını belirten Infante, ”En uzaktaki galaksileri inceleyerek, bir galaksinin oluşum sürecini ve kainatın doğuşunda maddelerin nasıl bir araya geldiğini anlayabiliriz” dedi.

Şilili gök bilimci, ”A1689zD1” galaksisinin kütlesinin Samanyolu’na benzediğini, ancak Samanyolu’ndan biraz küçük olduğunu ve çok fazla metal içermediğini söyledi.

İkisi de yörüngede bulunan NASA’nın Hubble ve Spitzer teleskopları ve Şili’nin kuzeyindeki Paranal gözlemevindeki teleskoptan bu galaksinin bulunması için faydalanıldığı belirtiliyor.

NASA Kontrolden Çıkan Uyduyu Vuracak

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Teknoloji Haberleri | February 7th, 2008 | by admin | no comments

casus uyduUydu uzayda bir füzeyle vurulup gizli sırların düşmanların eline geçmesi engellenecek.

Amerika’nın düşmanlarını izlemek ya da askeri operasyonlar sırasında koordinasyon sağlamak için kullandığı onlarca casus uydudan birinin uzayda kontrolden çıkması ABD Savunma Bakanlığı ve NASA’da büyük paniğe sebep oldu.

Bu paniğin sebebi, uydunun yörüngeden çıkarak dünyaya düşeceğinin belirlenmiş olması. Pentagon verilerine göre bir yolcu otobüsü büyüklüğünde ve 10 ton ağırlığında olan uydunun düşman topraklarına düşme olasılığı bulunuyor.

Uydu, düşme esnasında paramparça olacak olsa da en küçük parçalardan bile ABD’nin casus uydu teknolojisinin şifrelerini çözmek mümkün olabilir. Bu nedenle Bush yönetimi, uydunun İran gibi Amerika’nın baş düşmanı olan ülkelerin topraklarına düşme olasılığını bile düşünmek istemiyor.

Çin aynı şekilde vurmuştu

Pentagon’un önündeki ikinci büyük problem ise uydunun dünya yörüngesinde hareket etmesini sağlayan “hidrazin” adlı son derece toksik yakıt…

Bu kimyasal madde insanlarla temas ettiğinde öldürücü oluyor. Yani uydu, bir yerleşim yerinin üzerine düşerse bu bölgede bulunan yüzlerce insanın ölme olasılığı bulunuyor. Durum böyle olunca Amerikan hükümeti casus uydunun bir diplomatik ya da insani felakete yol açmadan yok edilmesi için “Armegeddon” filmine benzer bir proje geliştirdi.

Buna göre ABD ordusuna ait bir füze, yeryüzüne 800 kilometre mesafedeki uyduyu vuracak. 2007 yılının 11 Ocak tarihinde Çin, bir meteoroloji uydusunu uzayda vurarak ABD’ye gözdağı vermişti.

Japonlar Hafızayı Görüntüleyecek

Categories: Bilim Teknik | February 4th, 2008 | by admin | no comments

Japon araştırmacılar, hafızasının işleyişini görmek için bir farenin beynine minik kamera yerleştirdiler. Bu deneyle günün birinde insanlarda Parkinson gibi hastalıkların tedavisinde kullanılabilecek bir yöntem geliştirilebileceği ümit ediliyor.

“Journal Neurocience Methods”da yayınlanan araştırmada, 3 milimetre uzunluğunda, 2,3 milimetre genişliğinde ve 2,4 milimetre derinliğinde bir kamera kullanıldı.

Japonya’nın batısındaki Nara Bilim ve Teknoloji Üniversitesi profesörü Jun Ohta’nın, Kinki Üniversitesi’nden bilim adamlarıyla ortak çalışmasında, kamera farenin beyninin hippocampus bölgesine yerleştirildi.

Deneyde, araştırmacıların fareye zerk ettikleri bir madde hafıza kayıt yaptığında mavi ışık saçıyor ve kamera bu ışığı tespit edip ekrana yansıtıyor.

Ohta Reures’a açıklamasında, şimdi bu yöntemi insanlara nasıl uygulayabileceklerini düşündüklerini, ancak beyne bir cisim yerleştirildiği için çok dikkatli olunması gerektiğini söyledi. Ohta, bunun insanlara uygulanmasının en az 10 yıl alabileceğini belirtti.
kaynak: ntvmsnbc

Çipura ve Lüfer Balıklarının Geleceği Tehtid Altında

Categories: Bilim Teknik, Hayvanlar Alemi | February 4th, 2008 | by admin | no comments

Çevre kirliliği, aşırı ve bilinçsiz avcılık, petrol ve doğalgaz arama ve çıkarma faaliyetleri, ticari taşımacılık, küresel ısınma, turizm ve nüfus artışı balık türlerini tehdit ediyor. Kirlilik tehdidi devam ederse 19 bin balık türünün yarısı 2050 yılına kadar yok olabilir. Yok olacak türler arasında çipura, karagöz, barbun ve lüfer de var.Mersin Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Bedii Cicik “Balıkçılık sektöründe gelişmiş ülkeler, çevreye ve balık stoklarına duyarlı yöntemler geliştirerek açık denizlerde alternatif av sahaları oluştururken diğer ülkeler aynı hassasiyeti göstermiyor. Bunun sonucunda dünya balıkçılığında dalgalanmalar oluşuyor” dedi.

Doç. Dr. Cicik’in verdiği bilgiye göre son 10-15 yılda balık üretimindeki artışı avcılıkta kullanılan araçların yeniden dizaynı, alternatif yöntemlerin geliştirilmesi, yeni stok sahalarının keşfi, avcılık kotalarına ve av yasaklarına uyuma borçluyuz. Ancak aynı sürede çevre kirliliğinden doğalgaz arama faaliyetlerine kadar pek çok etmen türleri tehdit eder hale geldi. Cicik, bu tehditleri anlattı:

KİRLİLİK: “Fiziksel değişimlere neden olduğu gibi gerek tuzlu ve gerekse tatlı sularda yaşayan canlılarda toplu ölümlere ya da göçe neden olacak. Tehdidin aynı hızla sürmesi halinde, dünya genelinde 19 bin balık türünün yarısının, 2050 yılına kadar yok olma tehlikesi bulunuyor. Bu yok olma süreci, tür stoklarındaki azalma ile kendini göstermeye başladı. Çipura, karagöz, barbun ve lüfer gibi türler bunun en açık göstergesi. Ekonomik değeri yüksek olan bu balıklar da diğer bazı türler gibi risk altında.”

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ: Kış mevsiminde sıcaklıkların normalin üzerinde seyretmesi, avlanan türlerin kıyıya yakın yasak bölgede kalmalarına neden oluyor. Bu, av miktarını düşürüyor. Akdeniz foklarının sahile yakın yerlerde görülmesi de suların soğumadığının ve balık sürülerinin derinlere gitmediklerinin göstergesi.
KATİL YOSUN: Akdeniz sahillerinde hızla yayılım gösteren katil yosun (caulerpa taxifolia) ve deniz çayırı (posidonia oceanica) da birçok türü tehdit ediyor.

YENİ TÜRLER: Akdeniz’le Kızıldeniz’i birleştiren Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Akdeniz’e göç eden 66 türden sadece ikisi gümüş ve balon balıklarının yeni yaşam ortamlarında fazlaca çoğalmaları özellikle Antalya Körfezi’nde bulunan endemik türlerin ye ortadan kalkmasına ya da göç etmelerine neden oldu.

Asteroid Yağmurları ve Biyolojik Yaşamın Çeşitliliğini

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 4th, 2008 | by admin | no comments

Kambriyen Patlamasını duymuşsunuzdur. 540 milyon yıl önce basit hayvan formlarının ilk olarak görüldüğü zaman olan Kambriyen ve tabii ki 65 milyon yıl önce yaşayan dinozorların dönemi dünya tiyatrosunda çok önemli iki sahnedir. Peki ya Ordovisien dönemini ne kadar biliyoruz? Kambriyen’den sonra görülen Ordovisien dönemi (495 myö -440 myö), deniz tabanında sessizce yaşayan belki de dönemine göre pek de ilgi çekmeyen canlıların sayılarında büyük bir patlama olan bir süreçtir. Bununla beraber evrimsel farklılaşmanın en büyük patlaması olarak kabul edilir.
Aralık ayı içinde jeolog ve paleantologlardan oluşan bir grup araştırıcı, Ordovisien döneminin başladığı dönemde, dünyanın asteroit yağmuruna maruz kaldığını açıkladı.
Amsterdam Free Üniversitesi’nden Paleantolog Jan Schmitz, Ordovisien döneminde görülen asteroit tesadüfünü biyolojik çeşitlilik açısından gayet olumlu görmekte. O’na göre asıl soru şu: Asteroit yağmuru ile çeşitliliğin artışını nasıl başlatabilirsiniz? İsveç Lund Üniversitesi’nden Jeolog Birger Schmitz ve arkadaşlarına göre, asteroit kuşağındaki büyük asteroitler dünyaya çarptıklarında küçük parçalara bölündüler ve parçalanma sonrasında her bir parça 100 kat daha büyük bir parçanın etkisini gösterdi.
Nature Geoscience’ın Aralık sayısında Schmitz ve arkadaşları Ordovisien döneminde görülen asteroit yağmurunun kalıntılarına ait bulguları yayınladılar. Çin ve İsveç’te bulunan iki örnek, Osmiyum izotoplarıyla analiz edildi. Bulgular, her iki örneğin aynı yaşta olduğunu ve asteroit yağmuru ile biyolojik çeşitliliğin tesadüfen örtüştüğünü gösterdi. Bu durumu brachiopod -dallı bacaklılar; iki sert kabuğa sahip deniz omurgasızları- türleri ile familyalarındaki artış ve kayaların birkaç desimetre içindeki Osmiyum izotop oranının artmasını göstererek ispatladılar.
Schmitz elde ettiği bulgulardan cesaret alarak, asteroit yağmurunun Kambriyen döneminden kalma brachiopod ve trilobitler gibi hareketsiz canlılar için bir avantaj olduğunu ve bunun yağmurla oluşan yeni ekolojik bölgeler sayesinde sağlandığını ifade etti. Bununla beraber bulguların, dinozorların yok olması hakkında yapılan tartışmalara da yeni boyutlar katacağı düşünülmektedir.

Asteroid Dünya’yı Teğet Geçecek

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 4th, 2008 | by admin | no comments

Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) 29 Şubat’ta bir asteroidin Dünya’nın çok yakınından geçeceğini, çarpma tehlikesinin bulunmadığını açıkladı.

NASA açıklamasında, 11 Ekim 2007’de NASA’daki bilim adamları tarafından keşfedilen asteroidin 150 ila 610 metre boyundaki asteroid’in gezegenimize 550 bin kilometre yakından geçeceği ve amatörler tarafından (29 Şubat TSİ 07.33’te) açık bir havada teleskopla izlenebileceği kaydedildi.

 

Açıklamada, “2007 TU24, 2027’den önce bu boyda Dünya’ya bu kadar yakın geçecek tek asteroid olacak” denildi ve Dünya’ya çarpma tehlikesi bulunmadığı ve endişe etmeye gerek olmadığı, tersine gözlem yapmak için bunun çok iyi bir fırsat olduğu kaydedildi.

2007 TU24’ün Dünya’nın yakınından geçişi, bir başka asteroidin Mars yakınından geçmesinden bir gün önce gerçekleşecek. NASA, ilk hesaplamalarında, 2005 WD5 adı verilen bu asteroidin Mars’a çarpma olasılığını 25’te bir olarak açıklamıştı.

NASA Uzayda Beatles Dinletecek

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik | February 4th, 2008 | by admin | no comments

Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), 4 Şubat’ta, NASA’nın ve ünlü grup Beatles’ın kuruluşunun 50. yıl dönümünü kutlamak için, kainata Beatles’ın “Across The Universe” şarkısını çalacak.

NASA’nın internet sitesindeki açıklamaya göre, şarkının yayımı, pazartesi günü GMT 00.00’da (TSİ 02.00) başlayacak. Dünya’dan 431 ışık yılı uzakta bulunan Kutup Yıldızına ulaşması planlanan şarkı, evrende saniyede 307 bin kilometre hızla “yolculuk edecek.”

Eski Beatles üyelerinden Paul McCartney, bu girişimden memnuniyet duyduğunu ifade ederken, cinayete kurban giden şarkının bestecisi John Lennon’ın eşi Yoko Ono, “bunu yeni bir çağın başlangıcı olduğunu ve bir gün milyarlarca gezegenle iletişime geçileceğini” söyledi.

Bu, NASA’nın bir Beatles şarkısını ilk kullanışı değil. Paul McCartney, 2005 yılının kasım ayında, Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki (UUİ) 3 astronota dünyadan canlı konser vermişti.

NASA’nın açıklamasında, 4 Şubat’ta dünyadaki tüm Beatles hayranlarının “Across The Universe” şarkısını çalmaları istendi…

Türkiye’den izlenemeyecek olan halkalı güneş tutulması Antarktika kıyılarından başlayıp Pasifik okyanusuna uzanan 581 km genişliğinde bir koridor içinden görülecektir. Tutulma’nın halkalı olarak görüleceği tutulma hattı yandaki şekilde kırmızı şeritle, parçalı olarak görüleceği yerlerse sarı çizgilerle gösterilmiştir.  Parçalı tutulma doğu Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Pasifik olmak üzere geniş bir alandan görülebilecektir. Ay’ın gölgesi Türkiye saati ile 05:20′de Antarktika üstüne düştüğünde halkalı tutulma başlayacaktır. Türkiye saati ile 05:55′de halkalı tutulmanın 2 dakika 12 saniye ile en uzun süreceği yer Pasifik okyanusunun açıklarında olacaktır. Gölge Dünya üzerinde 1 saat 10 dakikada 5.600 km yol kat ederek saat 06:31′de Dünya’yı terk edecektir.

Temiz Enerji Nedir? Faydaları Nelerdir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

temiz enerjiHalen çoğu ülkede enerji için ağırlıklı olarak kömür, petrol, doğalgaz kullanılmaktadır. Fosil yakıtlar denilen bu kaynaklar yenilenebilir değildir. Bu kaynaklar hem sınırlıdır bir gün bitebilir, hem de rezervler azaldıkça fiatı pahalanacaktır.

Üretilmesiyle çevre daha fazla zarar görecektir. Bunun aksine yenilenebilir enerji kaynakları ( rüzgar enerjisi ve güneş enerjisi ) sürekli olarak kendilerini yeniledikleri için tükenmezler. Yenilenebilir enerjilerin çoğu direkt ya da indirekt olarak güneşten kaynaklanır. Güneş ışığı ya da güneş enerjisi ısınmak ve aydınlanmak için evlerde ve diğer binalarda doğrudan kullanılırken, elektrik üretmek, su ısıtmak, soğutmak ve çeşitli ticari ve endüstriyel amaçlarla da indirekt olarak kullanılmaktadır. Güneşin ısıtmasındaki farklılıklar sonucu rüzgarlar oluşur, rüzgardaki enerji rüzgar türbünleri yardımıyla yakalanır. Güneşin ısıtmasıyla okyanus ve derelerden su kütleleri buharlaşır. Bu su buharı yağmur ya da kara dönüşüp tekrar ırmak ya da dere içlerine ulaştığı zaman, hidro enerji hidroelektrik santraller tarafından yakalanabilir. Yağmur ve karla beraber güneş ısı ve ışığı bitkilerin büyümesini sağlar. Bu bitkileri oluşturan organik maddeler biyokütle olarak bilinir. Biyomass elektrik üretmek için kullanılabilir. Biyomass’in kullanılmasıyla biyokütle enerjisi elde edilir. Hidrojen de su gibi, organik bileşiklerin çoğunda bulunur. Yerküremizde en bol bulunan elementtir. Fakat doğal halde gaz olarak bulunmaz. Su için oksijenle birleştiği gibi daima diğer elementlerle bileşik haldedir. Diğer elementlerinden ayrıştırıldığında hidrojen enerjisi bir yakıt olarak kullanılabilir ya da elektriğe dönüştürülebilir. Tüm yenilenebilir enerji kaynakları güneşten kaynaklanmaz. dahil, binaların ısıtılma ve soğutulması gibi çeşitli kullanımlar için, dışarı çıkarılmasıdır. Okyanusların gelgit enerjisi güneş ve ayın birbirlerini kütlesel olarak çekmelerinden kaynaklanır. Gerçekte okyanus enerjisi bir çok kaynaktan meydana gelir. Gelgit enerjisine ilave olarak okyanus dalgalarının, rüzgarlar ve gelgitlerle birlikte oluşturduğu okyanus enerjisi vardır. Güneş okyanusun yüzeyini okyanusun derinliklerinden daha fazla ısıttığı için arada bir sıcaklık farkı oluşur, bu fark bir enerji kaynağı olarak kullanılabilir. Okyanus enerjisinin bütün bu şekilleri elektrik üretiminde kullanılabilir.
Yenilenebilir enerji neden önemlidir?

Yenilenebilir enerjiler sağladığı faydalar yüzünden önemlidir. Esas faydaları şunlardır:

Çevresel Faydaları:

Yenilenebilir enerji teknolojileri çevreyi fosil enerji teknolojilerinden daha az etkiler. Çünkü kirleticisi yoktur. Kaynağının bitmesi söz konusu değildir. Her zaman da var olacaktır. Sera etkisi ve küresel ısınma konuları sebebiyle önem verilmesi gerekmektedir.

Torunlarımızın da kullanacağı bir enerjidir.

Diğer enerji kaynakları sonlu ve sınırlı iken yenilenebilir enerjiler hiç tükenmezler.

İş ve ekonomi:

Yenilenebilir enerji yatırımlarının çoğu, yüksek maliyetli enerji dış alımları yerine, tesislerin kurulması için malzeme ve insan gücüne yapılır. Yenilenebilir enerji için yapılan yatırımlar yapıldığı yörede kalır, iş ve lokal ekonomiler için enerji kaynağı olur.

Yenilenebilir enerji teknolojileri  zaman içinde oldukça gelişmiştir, enerji üreten çoğu ülke yenilenebilir enerji ve teknolojilerini satarak ticari açıklarını kapatmaktadırlar.

Enerji güvenliği: 1970′lerin başında petrol teminindeki zorluklardan sonra, bazı ülkeler yabancı petrole olan bağımlılıklarını azaltma girişimlerinde bulundular. Bazıları da azaltmak yerine dışa bağımlılığı artırarak sürdürdüler. Her iki durum, ülkelerde enerji politikalarının üzerinde oldukça etkili olmuştur.

temiz enerjiEnerji verimliliği neden önemlidir?

Enerji verimliliği, aynı işi gerçekleştirmek için daha az enerji kullanmak demektir. Enerjinin daha verimli kullanımı, ev sahiplerinin, okulların, devlet dairelerinin, iş ve endüstriyel çevrelerin enerji kaynaklarına daha az para ödemesi demektir. Harcanan fazla paralar, tüketici ihtiyaçlarına, üretime, eğitim ve diğer hizmetlere harcanabilir.Enerjisi verimli bir ekonomi, fazla enerji kullanılmadan da gelişebilir. Bir ekonomi daha az enerji kullanırsa daha az kirletici üretmiş olur. Çünkü
kirlilik ve enerji birbirine sıkıca bağımlıdır. 1999′a kadar enerji kullanımından kaynaklanan sera gazları emisyonunun 1990 seviyesinden %13 daha fazlalığı
rapor edilmiştir. O periyotta enerji kullanımındaki artış da hemen hemen aynı yüzde ile olmuştur. Eviniz ya da küçük işyeriniz için ve diğer binalar için enerji verimliliği binanın ısınma, serinleme ve aydınlanması için daha az enerjinin kullanılması demektir. Enerji koruyucu cihazların satın alınması da
enerji verimliliğini artırır, bilgisayar ve bina ile ilgili diğer donanımlar gibi. Ev sahipleri ya da iş sahipleri için enerjiye daha az para ödenmesi paranın kazanılması demektir. Enerji departmanları enerjiyi kazanmak isteyen ev sahipleri için bir takım örnek uygulamaları ve enerji verimliliği projelerinin listesini sunmalıdır.
Otomobil ve diğer araçlar için, enerji verimliliği, daha gelişmiş teknolojilerin otomobil üretiminde kullanılmasına imkan  sağlanması ve üreticilere bu konularda destek olunmasıdır. Enerjisi verimli araçlar için iki örnek; yakıt hücrelerinin kullanılması ve melez gas-elektrik motorlarının kullanılmasıdır. Yakıt ekonomi rehberi ve araç teknolojisi programları ile daha uygun teknolojileri seçme imkanları tüketiciye sürekli sunulmalıdır.

Temiz enerji kullanımıyla ne kazanılır?
Ev sahibi olarak, yenilenebilir enerji ve enerjisi verimli teknolojileri evinizde ya da otomobilinizde kullanmakla, çevre korunmasına yardım etmiş olacak ve uzun süreli kullanımlarda daha fazla tasarruf edeceksiniz. Küçük bir işyeri sahibi olarak yenilenebilir enerji ve enerjisi verimli teknolojileri kullanarak,
enerji faturanızı ve çevreye olan etkinizi azaltmış olacaksınız. Ayrıca temiz enerjide küçük iş fırsatları vardır. Bir elektrik üreticisi iseniz, elektrik üretmek için çok sayıda yenilenebilir enerji teknolojileri vardır. Bu sayede enerji verimliliğinden siz ve müşterileriniz tasarruf etmiş olursunuz. Bir küçük çiftçi yada
çiftlik sahibi olarak yenilenebilir enerji teknolojileri ve enerji verimliliğini kullanarak paradan tasarruf etmiş olursunuz, yenilenebilir enerjideki tarımsal iş fırsatlarından yararlanabilirsiniz. Bir mucit olarak yenilenebilir enerji teknolojileri ve enerji verimliliği kullanımlarında çeşitli fırsatlar mevcuttur.
Kaynak: kuresel-isinma.org

Küresel Isınma Nedir? Sebepleri Nelerdir?

Categories: Bilim Teknik, Bilimsel Olaylar | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

küresel ısınmaİnsanlar tarafından atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor.

Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor. Ama son dönemlerde fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi. Bilimadamlarına göre işte bu artış küresel ısınmaya neden oluyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ila 0.8 derece kadar artığını gösteriyor.

Bilimadamları son 50 yıldaki sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde farkedilebilir etkileri olduğu görüşünde.

Üstelik artık geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşılıyor.
Hiçbir önlem alınmazsa bu yüzyıl sonunda küresel sıcaklığın ortalama 2 derece artacağı tahmin ediliyor.

2007’nin de dünya genelinde kayıtların tutulmaya başlandığı son 150 yıllık dönem içinde en sıcak yıl olabileceği öngörüsü var.

Peki bu sıcaklık artışı yani küresel ısınma nelere yol açıyor, hayatımızı nasıl etkiliyor?
Dünya iklim sisteminde değişikliklere neden olan küresel ısınmanın etkileri en yüksek zirvelerden, okyanus derinliklerine, ekvatordan kutuplara kadar dünyanın her yerinde hissediliyor.

küresel ısınmaKutuplardaki buzullar eriyor, deniz suyu seviyesi yükseliyor ve kıyı kesimlerde toprak kayıpları artıyor.Örneğin 1960’ların sonlarından bu yana Kuzey Yarıküre’de kar örtüsünde yüzde 10’luk bir azalma oldu. 20’inci yüzyıl boyunca deniz seviyelerinde de 10-25 cm arasında bir artış olduğu saptandı.

Küresel ısınmaya bağlı olarak dünyanın bazı bölgelerinde kasırgalar, seller ve taşkınların şiddeti ve sıklığı artarken bazı bölgelerde uzun süreli, şiddetli kuraklıklar ve çölleşme etkili oluyor.

Kışın sıcaklıklar artıyor, ilk bahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor. Yani iklimler değişiyor.

İşte bu değişikliklere dayanamayan bitki ve hayvan türleri de ya azalıyor ya da tamamen yok oluyor.

Küresel ısınma insan sağlığını da doğrudan etkiliyor
Bilimadamları, iklim değişikliklerinin kalp, solunum yolu, bulaşıcı, alerjik ve bazı diğer hastalıkları tetikleyebileceği görüşünde.

Biz neler yapabiliriz ? sorusunun cevabı, Neler yapabiliriz ? başlıklı içeriğimizde. Ayrıca Yapmamız Gerekenler başlığına da bakabilirsiniz.
Kaynak: kuresel-isinma.org

Küresel Isınmanın Nedenleri: Hava koşullarının uzun bir zaman kesiti içinde ortalama durumu iklim olarak tanımlanır. Dünya son bir milyar yıl içinde yaklaşık ikiyüzelli milyon yıl süren sıcak dönemler ve bunların ardından gelen dört büyük soğuk dönem geçirmiştir. Dünya yaklaşık elli milyon yıl önce soğuk bir döneme daha girmiş, bu dönemde yüzbin yılda bir on bin yıl süreyle görülen sıcak dönemlerin haricinde soğuma eğilimi göstermiştir. Şu an bu sıcak dönemlerden biri yaşanmaktadır. Dört bin yıl önce başlayan sıcaklık düşüşleri sonucunda Dünya’nın soğuma eğiliminin artması beklenmekteydi fakat bu artış son yüzelli yıldır gerçekleşmemiştir.

Güneş gibi doğal etkenlerle büyüyen bu artışın nedeni, özellikle son dönemlerde, büyük ölçüde insan kaynaklı olan sera etkisiyle oluşan küresel ısınmadır.

küresel ısınmanın sebepleri:
ESA bilim adamlarından Paal Brekke; iklim bilimcilerinin uzun süredir Güneş beneklerinin 11 yıllık döngüsel hareketini ve Güneş’in yüzyıllık süreçler içinde parlaklık değişimini incelediklerini belirtmiştir. Bunun sonucunda Güneş’in manyetik alanı ve protonlar ile elektronlar biçiminde ortaya çıkan güneş rüzgarının, Güneş sisteminde kozmik ışımalara karşı bir kalkan görevinde olduğu açıklanmaktadır. Güneş’in değişken aktivitesiyle zayıflayabilen bu kalkan, kozmik ışımaları geçirmektedir. Kozmik ışımaların fazla olması bulutlanmayı arttırmakta, Güneş’ten gelen radyasyon oranını değiştirerek küresel sıcaklık artışına neden olmaktadır.

Doğal Nedenler :

Güneşin Etkisi:

Güneş’ten gelen ultraviyole ışınım aynı zamanda kimyasal reaksiyonların oluştuğu (ve dolayısıyla atmosferin tamamını etkileyen) ozon tabakası üzerinde değişikliğe yol açacaktır.

Dünya’nın Presizyon Hareketi:
1930 yılında Sırp bilim adamı Milutin MİLANKOVİÇ Dünya’nın Güneş çevresindeki yörüngesinin her doksanbeş bin yılda biraz daha basıklaştığını göstermiştir. Bunun dışında her kırkbir bin yılda Dünya’nın ekseninde doğrusal bir kayma ve her yirmi üç bin yılda dairesel bir sapma bulunduğunu belirtmiştir. Günümüz bilim adamlarının bir çoğu Dünya’nın bu hareketlerinden dolayı zaman zaman soğuk dönemler yaşadığını ve bu soğuk dönemler içindeyse yüz bin yıllık periyotlarda on bin yıl süreyle sıcak dönemler geçirdiğini bildirmektedir. Bu da Dünya’nın doğal ısınmasının bir nedenini oluşturmaktadır.

El Nino’nun Etkisi:
“Güney salınımı sıcak olayı” olararak tanımlanabilecek El Niño hareketi, 1990-1998 yıllarında tropikal doğu Pasifik Okyanusu’nda deniz yüzeyi sıcaklıklarının normalden 2-5º daha yüksek olmasına neden olmuştur. Özellikle 1997 ve 1998 yıllarındaki rekor düzeyde yüzey sıcaklıklarının oluşmasında, 1997-1998 kuvvetli El Niño olaylarının etkisinin önemli olduğu kabul edilmektedir. 1998′deki çok kuvvetli El Niño bu yılın küresel rekor ısınmasına katkıda bulunan ana etmen olarak değerlendirilebilir.

Yapay nedenler :

Fosil Yakıtlar:
Kömür, petrol ve doğalgaz dünyanın bugünkü enerji ihtiyacının yaklaşık u’lik bölümünü sağlamaktadır. Yapılarında karbon ve hidrojen elementlerini bulunduran bu fosil yakıtlar, uzun süreçler içerisinde oluşmakta fakat çok çabuk tüketilmektedir. Dünyanın belirli bölgelerinde toplanmış bu yakıtların günümüz teknolojisiyle ¾’ünün yarısının çıkarılması imkansız; diğer yarısının ise çıkarılması teknik olarak çok pahalıdır. Bu da fosil yakıtları yenilenemeyen ve sınırlı yakıtlar sınıfına sokmaktadır.

Sera gazları:

Sera Gazları Oluşumu:
Güneş’ten gelen ışınların bir bölümü ozon tabakası ve atmosferdeki gazlar tarafından soğurulur. Bir kısmı litosferden, bir kısmı ise bulutlardan geriye yansır. Yeryüzüne ulaşan ışınlar geriye dönerken atmosferdeki su buharı ve diğer gazlar tarafından tutularak Dünya’yı ısıtmakta olduğundan yüzey ve troposfer, olması gerekenden daha sıcak olur. Bu olay, Güneş ışınlarıyla ısınan ama içindeki ısıyı dışarıya bırakmayan seraları andırır; bu nedenle de doğal sera etkisi olarak adlandırılır

sera etkisinin Önemi:
Sera etkisi doğal olarak oluşmakta ve iklim üzerinde önemli rol oynamaktadır. Endüstri devrimi ile birlikte, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, insan aktivitesi sera gazlarının miktarını her geçen yıl arttırarak yüksek oranlara ulaştırmıştır.

Bu etkinin yokluğunda Dünya’nın ortalama sıcaklığının -18ºC olacağı belirtilmektedir. Ancak yaşamsal etkisi olan sera gazlarının miktarının normalin üzerine çıkması ve bu artışın sürmesi de Dünya’nın iklimsel dengelerinin bozulmasına neden olmaktadır.

Bu doğal etkiyi arttıran karbondioksit, metan, su buharı, azotoksit ve kloroflorokarbonlar sera gazları olarak adlandırılmaktadır. Ozon tabakasının incelmesi de başka bir etkendir.

Sera Gazları :

Karbondioksit (CO2):
Dünya’nın ısınmasında önemli bir rolü olan CO2, Güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşması sırasında bu ışınlara karşı geçirgendir. Böylece yeryüzüne çarpıp yansıdıklarında onları soğurur.

CO2′in atmosferdeki kosantrasyonu 18. ve 19. yüzyıllarda 280-290 ppm arasında iken fosil yakıtların kullanılması sonucunda günümüzde yaklaşık 350 ppm’e kadar çıkmıştır. Yapılan ölçümlere göre atmosferdeki CO2 miktarı 1958′den itibaren %9 artmış ve günümüzdeki artış miktarı yıllık 1 ppm olarak hesaplanmıştır.

Dünyada enerji kullanımı sürekli arttığından, kullanılmakta olan teknoloji kısa dönemde değişse bile, karbondioksit artışının durdurulması olası görülmemektedir.

Sera Gazları:

Metan (CH4):
Oranı binlerce yıldan beri değişmemiş olan metan gazı, son birkaç yüzyılda iki katına çıkmış ve 1950′den beri de her yıl %1 artmıştır. Yapılan son ölçümlerde ise metan seviyesinin 1,7 ppm’e vardığı görülmüştür. Bu değişiklik CO2 seviyesindeki artışa göre az olsa da, metanın CO2′den 21 kat daha kalıcı olması nedeniyle en az CO2 kadar dünyamızı etkilemektedir.

Amerika ve birçok batı ülkesinde çöplüklerin büyük yer kaplaması sorun yaratmaktadır. Organik çöplerden pek çoğu ayrışarak büyük miktarda metan salgılamakta, bu gaz da özellikle iyi havalandırması olmayan ve kontrol altında tutulmayan eski çöplüklerde patlamalara ve içten yanmalara neden olmaktadır. Daha da önemlisi atmosfere salınan metan oranı artmakta ve bunun sonucu olarak da sera etkisi tehlikeli boyutlara varmaktadır.

Sera Gazları:

Azotoksit ve Su Buharı:
Azot ve oksijen 250ºC sıcaklıkta kimyasal reaksiyona giren azotoksitleri meydana getirir. Azotoksit, tarımsal ve endüstriyel etkinlikler ve katı atıklar ile fosil yakıtların yanması sırasında oluşur. Arabaların egzosundan da çıkmakta olan bu gaz, çevre kirlenmesine neden olmaktadır.

Sera etkisine yol açan gazlardan en önemlilerinden biri de su buharıdır. Fakat troposferdeki yoğunluğunda etkili olan insan kaynakları değil iklim sistemidir. Küresel ısınmayla artan su buharı iklim değişimlerine yol açacaktır.

Sera Gazları:

Kloroflorokarbonlar (CFCs):
CFC’ler klorin, flüorin, karbon ve çoğunlukla da hidrojenin karışımından oluşur. Bu gazların çoğunluğu 1950′lerin ürünü olup günümüzde buzdolaplarında, klimalarda, spreylerde, yangın söndürücülerde ve plastik üretiminde kullanılmaktadır. Bilimadamları bu gazların ozonu yok ederek önemli iklim ve hava değişikliklerine neden olduklarını kanıtlamışlardır. Bu gazlar; DDT, Dioksin, Cıva, Kurşun, Vinilklorid, PCB’ler, Kükürtdioksit, Sodyumnitrat ve Polimerler’dir.

Sera Gazları:

Kloroflorokarbonlar (CFCs):
1- DDT: 1940-1950 yılları arasında dünya çapında tarım alanlarındaki böcekleri zehirlemek için kullanılmıştır. Kimyasal adı ‘diklorodifeniltrikloroetan’dır. Klorin içeren bu gazın insan dahil diğer canlılar için de öldürücü olduğu fark edildikten sonra üretimden kaldırılmıştır.

2- Dioksin: 100′ün üstünde çeşidi vardır. Bitkilerin ve böceklerin tahribatı için kullanılır. Çoğu çeşidi çok tehlikelidir; kansere ve daha birçok hastalığa neden olmaktadır.

3- Cıva: Cıvanın en önemli özelliği diğer elementler gibi çözünmemesidir. 1950-1960 yılları arasında etkisini önemli ölçüde göstermiş, Japonya’da birkaç yüz balıkçının ölümüne neden olmuştur. Bir ara kozmetik ürünlerinde kullanılmışsa da daha sonra son derece zehirli olduğu anlaşılıp vazgeçilmiştir.

4- Kurşun: Günümüzde kalemlerin içinde grafit olarak kullanılmaktadır. Vücudun içine girdiği takdirde çok zehirleyicidir; sinir sistemini çökertip beyne hasar verir.

5- Vinilklorid: PVC yani ‘polyvinyl chloride’ elde etmek için kullanılan bir gaz karışımıdır. Solunduğunda toksik etkilidir.

6- PCB’ler: PCB, İngilizce bir terim olan ‘polychlorinated biphenyls’ ten gelmektedir. Bu endüstriyel kimyasal toksik ilk olarak 1929′da kullanılmaya başlanmış ve 100′ün üstünde çeşidi olduğu tespit edilmiştir. Bunlar büyük santrallerdeki elektrik transformatörlerinin yalıtımında, birçok elektrikli ev aletlerinde aynı zamanda boya ve yapıştırıcıların esneklik kazanmasında kullanılmaktadır. Bunun yanında kansere yol açtığı bilinmektedir.

7- Sodyumnitrat: Füme edilmiş balık, et ve diğer bazı yiyecekleri korumak için kullanılan bir çeşit tuzdur. Vücuda girdiğinde kansere yol açtığı bilinmektedir.

8- Kükürtdioksit (SO2): Bu gaz sülfürün, yağın, çeşitli doğal gazların ve kömürle petrol gibi fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkar. Kükürtdioksit ve azotoksidin birbiriyle reaksiyonu sonucunda asit yağmurlarını oluşturan sülfürürik asit (H2SO4) oluşur.

9- Polimerler: Doğal ve sentetik çeşitleri bulunmaktadır. Doğal olanları protein ve nişasta içerirler. Sentetik olanlarıysa plastik ürünlerinde ve el yapımı kumaşlarda bulunup naylon, teflon, polyester, spandeks, stirofoam gibi adlar alırlar.

Sera Gazları:

Ozon:
Ozon tabakasının incelmesi “Küresel Isınma”yı dolaylı yoldan arttırmaktadır. USNAS’ın 1979′da yayınladığı raporda, ozon tabakasında %5 -  arasında bir azalma olduğu gözlemlendiği öne sürülmüştür.

Oysa bundan bir yıl önce Kasım 1978′de uzaya fırlatılan Nimbus-7 uydusundan alınan verilere göre toplam atmosferik ozon seviyesi 1979-1991 yılları arasında orta enlemlerde %3-%5, yukarı enlemlerde %6 ila %8 arasında azalmıştır (Gleason 1993). 1992 yılında Antartika’daki Ozon seviyesi ise 1979′daki seviyenin P’sine inmiştir. 1950 ve 60′lı  yıllardaki ozon kalınlığı da 1990′lı yıllardan sonra 1/3′üne kadar inmiştir. “The National Research Council”ın 1982 Mart raporuna göre CFC salınımı bu şekilde devam ederse 21. yy’nin sonunda stratosferdeki ozon miktarı %5 ile  arasında bir değerde azalacaktır.

Sera Gazlarının Bilinen ve Olası Etkileri:
Dünyanın sıcaklığı sanayi devriminden bu yana 0,45ºC artmıştır. Bunun esas nedeni fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkan CO2 ve diğer sera gazlarıdır. Artan nüfus ve büyüyen ekonominin enerji gereksinimleri de fazlalaşmaktadır. Bu gereksinimin karşılanması ise fosil yakıt tüketiminin artmasına ve atmosferdeki CO2 miktarının büyük ölçüde çoğalmasına neden olmaktadır. Sıcaklık artışının olası etkileri teoriler biçiminde incelenmektedir.

Şehirlerin Isı Adası Etkisi:

Güneşli ve sıcak günlerde, yoğun nüfuslu ve yüksek binaların sıklıkla görüldüğü kentsel bölgelerin çevrelerine göre daha sıcak olmaları, şehirlerin ısı adası etkisini oluşturur. Bu asfaltlanmış alanlar,bitki topluluklarının köreltilmiş olduğu bölgeler ve siyah yüzeyler “ısı adası etkisi”nin başlıca nedenleridir.

Kentleşmiş alanlarda hava dolaşımının yapılaşmanın artışıyla engellenmesi ve doğal iklim ortamının bozulması yerel bir ısınmaya yol açar. Bu tür yerel ısınmalar da küresel ısınmayı arttırıcı etkidedir.

Şehir planlamasında ve bina yapımında güneş ile yapı arasındaki ilişkinin iyi ayarlanması ısı adası etkisini engelleyecektir.

Örnek Şehirler:Detroit (USA), Los Angeles (USA) ,Hong Kong (ÇİN)…

Smog:

Havaya salınan fazla miktardaki gazlar, atmosferdeki havayı yoğunlaştırır, gaz tabakasını kalınlaştırır. Bu yüzden gelen güneş ışınları daha fazla emilir, daha az yansıtılır ve yapay bir sera etkisi oluşur. Gazlar, özellikle büyük şehirlerde, Hava Yoğunluğu (Smog) oluşturarak etkili olmaktadır.

Smog oluşumunun bulunduğu yerleşim yerlerinde yaşayan insanlarda
- Akciğer ağrıları
- Hırıltı
- Öksürük
- Baş ağrısı
- Akciğer iltihapları görülür.

Sera Gazlarının Bilinen ve Olası Etkileri:
Kuraklık ve seller: Sera etkisi çeşitli iklim değişikliklerine yol açacaktır. Önlem alınmadığı takdirde bazı doğa olaylarının olumsuz etkileri çok büyük boyutlara ulaşacaktır.

Güç üretiminde azalma: Elektrik güç santrallerinin tamamı suya ihtiyaç duymaktadır. Sıcak geçen yıllarda elektrik istemi artacak fakat su miktarının azalmasından dolayı elektrik üretimi düşecektir. Bu da devlet ve halklara ekonomik sıkıntılar yaşatacak, çeşitli sorunlara neden olacaktır.

Nehir ulaşımında problemler: Sıcaklık artışına bağlı olarak nehir sularının alçalması, suyolu ticaretine engel oluşturup ulaşım giderlerini arttırmaktadır.
kaynak: kuresel-isinma.org

Evren Ne Kadar Büyük?

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

evrenInsan aklini en çok zorlayan konulardan biri de sonsuzluktur. Evrenin büyüklügü ise daha ilginç bir durum olusturuyor. Oncelikle sonsuzlugun tanimini yapalim. Sonsuz nedir? Sonsuzluk nedir? Sonsuz matematikte tanimsizlik demektir. Tanimsiz yani belirsiz. Uzayda veya alt uzaylarda (yüzey, dogru) bir yerde oldugu bilinen ama asla yeri tam olarak belirtilemeyecek olan nokta veya bölge olabilir. Sonsuzlük ise bu tür noktalarin veya bölgelerin yani sonsuzdaki nokta ve bölgelerin olusturdugu ne sınır olan ne de sınır olmayan yerlerdir. Bu tanımları matematiksel olarak verdim. Rahatlıkla başka alanlara uyarlayabilirsiniz.

Simdi ilerleyelim. Ise arastirma sonuçlari da girecek. Konuya felsefi olarak da yaklasmamiz gerekecek.

Sunu bilmeliyiz ki evrenin büyüklügü hakkinda bilgi üretirken gene onun sekillendirdigi canlilar olan bizler bilincimizin gelisiminde onun dinamiklerine bagliyiz. Bu ne demek? Ornek verelim bunun için de bizden bir alt boyutta yani iki boyutta yasayan canlilar oldugunu düsünelim. Iki boyutlu bu canlilar bir uçlarindan uygun çekiştirmelerle birleştirilerek küre haline getirilmiş bir yerde yaşasınlar. Üçüncü boyutu algılayamadıklarından kürede yaşadıklarını bilemezler. Biz ise biliyoruz. Çünkü bir üst boyuttayız. Yani bu canlıların evreni bir düzlem olarak algılamaları ve onun başladıkları noktaya, sürekli bir dogru üzerinde gitmeleri ile, varmalari yüzünden, sonlu oldugunu söylemeleri çok normal olacaktir. Buradan tekrar sonuç olan su fikri söyleyeyim: Canli bilinci içinde bulundugu evren tarafindan sekillendirilmistir.

Pekala. Bu kadar basit mi? Yani bilincimiz gene de bazi seylere bagli ve özgür degil mi? Gerçek olani kavrayamayacak miyiz? Bence bilinç seviyesi arttikça gerçeklige daha da yaklasiriz. Evet, gerçekligin kaçabilecegi yerler azalir ve ortaya çikmaktan baska seçenegi kalmaz.

Biz insanlar gerçekligi kavramak için yeterli gelismislik seviyesindeyiz. Çünkü yeterince soyut düsünebiliyoruz. Soyut düsünme yetenegimiz bize yeterince özgür olma olanagi sagliyor.

Simdi nasil bir uzaydayiz ona bakalim. Uzayimiz kendi içine bükülüdür. Bu ne demektir? Uzaydaki cisimler bir çekim etkisi ile çevrelerini kendi içine bükerler. Bu bükülüm sonucu her türlü parçacigin konumu ve davranisi belirlenir. Böylece örnegin tipki dünya üzerinde oldugu gibi; süre ve enerji sinirlamasi olmadan sürekli olarak ayni çizgi üzerinde gidilince yolculuga baslandigi noktaya gelinmesi gibi evrenin tamaminda da ayni durum geçerlidir. Sadece evrenin pürüzlü yani daha az homojen olmasi nedeniyle tam olarak baslangiç noktasina degil de birkaç yüz isikyili fark olacaktir.

Bunlari anlatmamin amaci suydu: Evrenin büyüklügünü anlamak amaciyla yapilacak tüm fiziksel ölçümler daima evrenin sonlu oldugu sonucunu verecektir. Bunu aklimizi kullanarak denetleyelim. Bu ne kadar dogrudur? Evren sonlu mudur?

Tüm parçaciklarla birlikte evren oluşur. Bu yüzden evrenin içinde bulundugu bir alan vardir. Simdi söyle bir soru sordugunuzu ya da sormak üzere oldugunuzu biliyorum.

Evrenin dışında ne var?
Burada dikkatli olmamiz gerek. Çünkü evren bu noktada bizi kontrol etmeye baslar. Unutmayin, bilincimiz onun dinamikleri ile isliyor. Acaba bize sirlarini açiklayacak mi? Deneyelim. Bunun için saf ve gelismis zihinlere ihtiyacimiz var. Saf derken önyargilardan mümkün oldugunca uzak olmasini, gelismis derken de evrenin kisitlamalarini gene onun verdikleri ile altedebilecek kadar mantiksal olarak islem yapabilecek bir düsünce sistemini kastediyorum. Farkindaysaniz isimiz zor. Ne yapalim? Evrenin sinirlarina gitmek o kadar da kolay degil.

Evren içinde bulundugu uzayi kendisi yaratir. Bunun disinda ne oldugunu ise söyleyemeyiz. Evrenin disinda ne oldugunu nasil söyleriz? Bosluk mu var diyecegiz? Ama bosluk dedigimiz sey evrenin kendi içindeki yapilarin olusturdugu bir durumdur zaten. Oyleyse evrenin disinda ne var? Iki seçenek: ya bambaska bir zeka var (Buna düşünce veya töz deniyor) ya da bosluk diye birsey bizim evrenimizde yok ve evrenin disinda bosluk var. Durun bir dakika ! Böyle dersek evrenin sınırları oldugunu kabul etmiş olmuyor muyuz? Evet öyle. Gördünüz mü evrenin yapisi ile olusan bizler onun esiri olduk. Düsünce yapimizda bile. Bunu kastettim az önce. Ama nasıl özgür düşünecegiz? Tabi ki daha mantıklı olmaya çalışarak.

Evrenimizin hiçbir yerinde boşluk olmadigini söylersek hesaplar gösteriyor ki evren derhal içine çökmeli ve asla genişlememeli. Ama tam tersi oluyor. Evren genişliyor. Oyleyse her an büyüyor. Bu da demektir ki evren çok çok eskiden çok daha küçüktü. Demek ki evrenin şu anda da bir sınırı vardır. Evren sonsuz degildir. Muazzam ölçüde büyüktür. Bu yüzden de sonsuz oldugunu söylememizi hakediyor. Evrenin büyüklügünün bir sınırı oldugunu bulduk. Bu konu sonuçlandı. Peki daha önce varliginin olmadigi yerlerde ne vardi? Yanit: hiçlik. Yani ne oldugunu bilmiyoruz. Çünkü bilgimiz sadece bize ulaşan izlerle oluyor. Izler yani; ölçüm araçlarımızın yakalayabildigi her şey. Bu izler var ise zaten orada da evrenimizin varligi söz konusudur. Kara delikler, ışınımlar, çekim dalgaları, vs. her türlü parça ve parçacık. Yani evren genişlerken ulaştıgı yerleri kendi yapısı ile şekillendiriyor. Aksi halde yani bu şekillendirmenin olmadıgını söylersek o halde orada daha önceden bir evrenin olması gerekiyordu. Ama evren genisliyor. O halde bu fikir yanlistir. Yani bir sınır var ve evren bunun disindaki yeri; hiçligi, kendisi şekillendiriyor. Ama size bir sey söyleyeyim: bu konuda derinlemesine düsününce göreceksiniz ki; zihniniz böyle bir seyi algilamiyor, daha fazla ileri gidemiyor ve sonuçta reddediyor. Yani hiçligin ne oldugunu kavrayamıyor ve bu yüzden de şekillendirmeyi tanımlayamıyor ve bu durumda da evrenin dışının boşluk oldugunu söylüyor ve böylece başlangıçta bahsettigim evrensel yanılgıya düşüyor. Bu duruma karsi mücedele etmemiz ve sanirim daha çok bilgilenerek bilincimizin gelismesini beklemek zorundayiz.

Sonuçlar:

  1. Evren eskiden daha küçüktü. Bu yüzden sınırları vardır.
  2. Evren ona sonsuz diyebilecegimiz kadar büyüktür. Sınırlarını hiçbir canlı ögrenemeyecek. Bu hem teknik hem de teorik olarak imkansız.
  3. Evrenin dışında ne oldugunu söyleyemiyoruz. Çünkü birşeyin “ne” oldugunu söylerken evrenimizin yapıları ile kıyas yapmak zorundayız.
  4. Düşünce yapımız evrenimizin dinamiklerine bagımlı. Enerjinin bir formu olarak degil de saf enerjiden oluşan bir varlık olsaydık belki de daha başka sonuçlara ulaşacaktik. Bu ne demek? Düşüncelerimiz zihnimizi oluşturan etmenlerin quantum ölçegindeki sonuçlarına da bagımlıdır ama tamamen quantum ölçeginde düşünebilseydik gerçeklik algımız ve yargımız farklı olabilecektir demek istiyorum. Peki ne yapmalıyız? Az önce dedigim gibi atomun yapısını ve işleyişini tam olarak bulmalı ve onu tüm makro ölçeklere uyarlayabilmeliyiz. Yani Einstein’in büyük rüyası olan: Birleşik Alanlar Teorisi tamamlanıp ayrica klasik fizik ve quantum fizigi herşeyin birbirine baglı olduğunu gösterecek kadar gelişmeli. O zaman evrenimiz ve sınırları hakkında ve nerede oldugu hakkında daha çok bilgimiz olacaktır.

kaynak: alieskici.com

Kuyrukluyıldızların Yapısında Su Var mı?

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik | February 3rd, 2008 | by admin | one comments

kuyrukluyıldızBilim adamları kuyrukluyıldızın yüzeyinin buzlu olmadığını belirttiler. Ancak elde edilen bulgular, çarpışma sonucu ortaya çıkan malzemede suyun izlerini gösteriyor.

Deep Impact sondasından alınan ilk görüntüleri değerlendiren bilim adamları, Tempel 1 kuyrukluyıldızının üzerinde kalın bir toz tabakası bulunduğu sonucuna vardılar. “En büyük sürpriz, vurucu güllenin çarpışıyla ortaya çıkan bulutun düşük geçirgenliği ve buluttan yansıyan ışıktı” diyor Maryland Üniversitesi’nden Michael A’Hearn. Misyonu yöneten bilim adamına göre bulutun içindeki toz, pudra şekeri kadar ince taneliydi ve birçok kişinin tahmininin aksine kuyrukluyıldızın yüzeyi buzlu değil. İmpactor’un üzerindeki kamerayla alınan fotoğraflarda, güllenin Temple 1 kuyrukluyıldızına 25 derecelik bir açıyla çarptığı görülmekte. Saniyede 10km’lik bir hızla gerçekleşen çarpışma, saniyede 5km’lik bir hızla uzaya savrulan bir bulut yaratmış.

Avrupa’nın röntgen uydusu XMM-Newton’un aksine Nasa’nın Hawaii’deki Submillimeter Array ve Submillimeter Wave Astronomy uyduları suyun ve gazın varlığını kanıtlayacak ize rastlamadılar diye konuştu Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi’niden Gary Melnick.

kuyrukluyıldızSu var!!

Saatte 37.000km’lik bir hızla Tempel-1’e çarpılınca, çekirdekte krater açıldı ve bir toz bulutu oluştu. Bilim adamları farklı filtre kullandılar. Vuruş öncesi ve sonrası eldeki resimleri değerlendirdiler.

Vuruştan hemen sonra, XXM-Newton teleskopundan alınan görüntüler, diğer teleskoplardan elde edilen görüntülerle karşılaştırılarak, kuyrukluyıldızın bileşiminde suyun varlığına ilişkin izler bulundu.. Suyun kuyrukluyıldızın çekirdeğinde bulunduğu sanılıyor.

Böylece astrofizikçiler ve astro biyologlar arasında ortaya atılan ve dünyaya suyun, bir kuyrukluyıldız veya göktaşı tarafından getirildiğini ve böylece dünyada yaşamın başladığını ileri süren teze de, destek gelmiş oldu. Ancak, bu, tezin kanıtlandığı anlamına gelmiyor.

Şimdi, büyük çarpma sonucu ortaya çıkan diğer maddelerin de analizi merakla bekleniyor. Bu malzemenin Güneş sisteminin ilk dönemlerinden bugüne kaldığı sanılıyor. NASA bilim adamları, çarpma sonucu elde edilen verilerin, yıldızların ve gezegenlerin oluşumu konusunda bilinmeyenlere ışık tutabileceği umudunu koruyorlar. Tabii çok daha öteye gidenler ve yeryüzündeki yaşamın başlangıcı ile ilgili bilgilere de ulaşılabileceği tezini savunanlar da var.

Bombalanan Kuyruklu Yıldız:
Tempel-1

İnsanoğlunun uzay serüveni, gözünü gökyüzüne çevirmesiyle başladı. Günümüz teknolojisi sayesinde içinde yaşadığımız evren hakkındaki bildiklerimiz her geçen gün çığ gibi artmaktadır. Yer yüzeyine ve uzaya konuşlandırılmış ve konuşlandırılmakta olan gözlem araçları, içinde yaşadığımız evreni doğru bir şekilde algılamamızda önemli rol oynamaktadır.

Son zamanlarda gönderilen uzay araçları yardımıyla, bir taraftan üyesi olduğumuz Güneş Sistemi’nin daha iyi anlaşılabilmesi amaçlanırken diğer taraftan Dünya’mız için uzaydan gelebilecek potansiyel tehlikelere karşı oluşturulabilecek savunma mekanizmalarının bir bakıma ilk dememeleri yapılmaktadır. Araştırmalar öyle bir hal almış durumda ki, Ay’daki tozu soluyacak olursak, akciğerimizi nasıl etkileyeceği bile bilinir hale geldi. Mars’ın yüzeyindeki toz ise oksitleyici etkisi nedeniyle çok daha tehlikeli, öyle ki değil solunması, deriyle teması halinde ciddi bir yanma oluşturacağı artık bilinenler arasında yerini aldı.

Bugün itibariyle Güneş Sistemi, gezegeni olan ya da olmayan diğer yıldızlar ve evren hakkında birçok bilgiye sahibiz. Hala önümüzde çozülmesi gereken birçok sorun ve keşfedilmesi gereken birçok bilinmeyen bulunmaktadır. İlerleyen teknoloji ve gelişen gözlem teknikleri sayesinde, insanlık her geçen gün amacına bir adım daha yaklaşmaktadır.

Bu amaçla 4 Temmuz 2005 tarihinde insanlık adına yine bir ilk gerçekleşti. Hepimizi heyecanlandıran bu olay, 3 Nisan 1867′de Wilhelm Tempel tarafından keşfedilen, Mars ile Jüpiter gezegenleri arasında eliptik bir yörüngeye oturmuş, 5.5 yıllık süreyle bir tam dolanımını gerçekleştiren ve oldukça sönük “Tempel-1” kuyruklu yıldızına gönderilen uzay aracının planlandığı gibi onunla buluşmasıydı.

kuyrukluyıldızBilimsel Hedef Ne?

Tempel-1, diğer kuyruklu yıldızlar gibi Güneş Sistemi’nin oluşumu hakkında ipuçları barındıran zaman kapsüllerinden biridir. Bir başka ifadeyle, yaklaşık 4.5 milyar yıl önce oluşan Güneş Sistemi’nin en uzak ve en soğuk bölgelerinden gelerek belirli yörüngelere de oturabilen ilkel kalıntılardandır. Kuyruklu yıldızlar, Güneş’e yaklaştıkça onun yüksek ışınının basıncı nedeniyle donmuş haldeki gaz-toz yapılarının buharlaşıp, Güneş’e göre aksi yönde oluşan ilginç kuyruklu görüntüleriyle nadir olarak karşımıza çıkarlar. Bir kuyruklu yıldızın bir vurucu (impactor) için hedef seçilmesi fikrini takiben 1996’da ilgili araştırma projesi oluşturulmaya başlandı. Bu bağlamda oluşturulan NASA Keşif Projesi “Derin Darbe: Deep Impact”, kuyruklu yıldızın yüzey kısmının alt katmanlarını araştırmayı ve böylece onların iç yapısı  (Güneş Sistemimizin ilk oluştuğu anlardaki maddesi) ile ilgili sırları ortaya çıkarmayı hedefleyen ilk uzay projesidir. Bu amaçla kuyruklu yıldızın yüzeyinde bir çarpma kraterinin oluşturulması en akılcı yoldu. Projenin, Tempel-1 kuyruklu yıldızı ile ilgili planlanan bilimsel hedefleri ise, bir çarpışma kraterinin oluşumunu gözlemek, çarpışma şiddetine bağlı olarak oluşan kraterin  fiziksel özelliklerini belirlemek, kraterin iç yapısına ait kimyasal bileşimi ve onun dışa atımını ölçmek ve vurucunun kuyruklu yıldıza çarpması sırasında açığa çıkan gazdaki değişimleri belirleyebilmek olarak özetlenebilir.

Derin Darbe isimli uzay aracı, 12 Ocak 2005’te Florida’daki Cape Caneveral Üssü’nden “Delta II” roketiyle fırlatıldı. Uzay aracı, 172 gün süren bir yolculuk sonunda Dünya’dan 134 km uzağa taşıdığı 132 kilogram ağırlığındaki bakır bileşimli mermiyi fırlatarak, Tempel-1 kuyruklu yıldızını 4 Temmuz 2005 günü avladı.

Kuyruklu Yıldızı Vurmaktaki Amaç

Bu çarpışmayla Tempel-1’in yüzeyinde, derinliği  20 m’den daha büyük bir krater oluşturuldu. Yapılan gözlemlerin ilk incelemelerinden Tempel-1’ e ilişkin elde edilen sonuçlar; onun 5 km eninde ve 11 km boyunda olduğu, çarpışma anında savrulan maddesinin oluşturduğu bulutun kum taneciklerinden ziyade pudramsı bir yapıda ve bu madde ile çevrili olduğu, ve çekirdeğini çevreleyen zarfın su, hidrokarbonlar, karbondioksit ve karbonmonoksit içeriyor olmasıdır. Alınan kayıtların ayrıntılı (çekirdeğini oluşturan maddenin kimyasal) analizleri ise hala sürmekte.

Bu tip projelerin insanlık adına uzun vadedeki en önemli amacı; Dünya’nın yakınından geçebilecek cisimlerin Dünya’ya çarparak sebep olabilecekleri doğal felaketleri, yeterli uzaklıkta iken bu tür yapay çarpışmalarla onların yollarını tamamen değiştirebilmek, uzayda parçalayarak tehlikeyi ortadan kaldırabilmek ya da yaratacakları felaketin etkilerinin daha az olacağı Dünya üzerinde uygun bir bölgeye düşmelerini sağlayabilmektir. Dünya’mız için potansiyel tehlike arz eden cisimler yalnız kısa yörünge dönemine sahip kuyruklu yıldızlar değildir. Mars ile Jüpiter gezegenleri arasında bulunan ve katı küçük gezegenler olarak da adlandırılan ve tahmini sayıları bir milyondan fazla olan Asteroidler’den de söz etmek gerekir. Bir gök cisminin (kuyruklu yıldız ya da asteroid) Dünya’ya çarparak sebep olacağı felaketin boyutu, Yer yüzeyinde nereye çarpacağından (deniz ya da kara, nufusun yoğun ya da az olduğu bölgeler) daha çok onun kütlesine bağlıdır. Atmosferimiz bizi, çapı 40 m’den daha küçük olanlardan koruyabilmektedir. Bir başka ifadeyle, Dünya’mıza yaklaşık 7.5 milyon km’den daha fazla yaklaşamayanlar ve çapı 150 metreden küçük olanlar potansiyel tehlike olarak sayılmazlar. Ancak, çapı 1 km’ye kadar olanların Dünya’mıza çarpması yerel felaketlere yol açabilecek düzeydedir. Çapı 2 km’den daha büyük olanların çarpması durumunda ortaya çıkabilecek enerji, bir milyon megatondan daha fazladır ki, bu Dünya için daha genel bir felaket olarak adlandırılabilir. Çapı 1 km’den daha büyük olup Dünya’ya çarpma tehlikesi olabilecek asteroidler için Astronomların tahmin ettikleri sayı, yaklaşık 1100 civarındadır. Bu anlamda en büyük asteroidlerin çapı 25 km.’den daha küçüktür. Sayıları çok fazla olmasına rağmen bir kuyruklu yıldızın Dünya’ya çarpma olasılığı ise bir asteroide göre çok daha küçüktür. En büyük felaketi, çapı 2 km’den daha büyük bir asteroid oluşturacaktır. Dünya için bu türden bir kaosun gerçekleşme olasılığı milyon yılda bir ya da ikidir. Bilinmeyen şu ki, böyle bir felaketle ne zaman karşılaşacağız? Bir yıl sonra mı yoksa bir kaç milyon yıl sonra mı?

LCD ve Plazma TVler Tüplü Televizyonun Yerini Aldı

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

plazma tvDünyayı ele geçirmek üzere verilen bir savaş bu. Yılda 200 milyon adet TV satışını, milyarlarca oturma odasını kapsayan bir çarpışma. Savaşta kimin kaybedeceği daha şimdiden beli aslında: Tüplü televizyonlar. İnce ekranların düellodan galip çıkacağı su götürmez bir gerçek. Günümüzde, dünyada satılan her iki televizyondan biri LCD ya da Plazma teknolojili. Tüplü televizyonlar artık jübileye hazırlanıyor.

Tüplü televizyon üreticileri bu aygıtları yok pahasına ellerinden çıkarmak isteseler bile, hâlâ bu televizyonların montajı, nakliyesi ve dükkânlarda saklanması gibi giderler var. Tüplü televizyonlar m ağırlıkları ve hacimleri, hiç kimsenin ödemeye niyetli olmadığı bir maliyet artışına yol açıyor. Modası geçen cihaz stoklarının Çin ve Hindistan gibi ülkelerde er itilebileceği ümitleri bile artık sönmeye yüz tutuyor. Bu ülkelerde bile başka yerlerde modası geçmiş teknolojilere duyulan talep azalıyor.

İnce ekranlara geçişi hızlandıran diğer etken bir de gerek LCD gerekse Plazma fiyatlarında görülen ciddi düşüş. Aslında her iki teknolojinin de olgunluğa eriştiğini söylemek mümkün değil, zira fiyatları biteviye düşüyor. Üstelik görüntü kalitesi konusunda da kat etmeleri gereken uzun bir yol var.
kaynak: chip

ATI HD Radeon 3870 X2 En Hızlı Ekran Kartı

Categories: Bilgisayar Dünyası, Donanım İncelemeleri | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

ekran kartıAMD’nin Moskova’da gerçekleştirdiği tanıtım ile en sonunda su yüzüne çıkan ATI HD Radeon 3870 X2, çift GPU gücüyle şu anda tüm dünyada bulabileceğiniz en hızlı ekran kartı. İlk olarak Moskova’da kurulu iki adet sistemde tek ve çift kartlı konfigürasyonlarla tanıtılan kart gözlerimizi kamaştırdı. İki adet kartın kurulduğu sistem bir adet Tagan marka 600 W’lık güç kaynağıyla desteklenmişti. Kart birer adet 6 ve 8 lik güç girişine sahip ve aktif soğutma sistemiyle çalışıyor.

Önceki nesil AMD ATI grafik işlemcilerine nazaran performans başına Watt açısından yaklaşık iki kat daha iyi bir tablo çizen bu yeni 55 nm grafik işlemci, fiyat bakımından da nVidia ile rahatlıkla rekabet edebilecek bir seviyede.

Ürünün genel performansına baktığımızda ise en yakın rakibi nVidia Geforce 8800 Ultra’nın dahi üstünde görünüyor. Kartın oldukça yüksek bir overclock potansiyeline sahip olduğunu gözönüne aldığımızda bu farkın daha da açılabileceği şüphesiz.

ATI HD Radeon 3870 X2′de DDR2 RAM’lerin tercih edilmesi ise tamamen maliyetlerin düşük tutulmasıyla ve böylelikle kartın son kullanıcıya daha kolay ulaştırılabilmesiyle alakalı.
kaynak: chip

Nasa’nın Ay İçin Tasarladığı Araç Hazır

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

nasanın ay aracıAy’a 2020 yılında yeniden gitmeyi planlayan Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) Dünya’nın uydusunu keşfederken kullanacağı konsept aracın tasarımı ve üretimi tamamlandı.

Johnson Uzay Merkezi’nde bir tasarım ekibi tarafından 1 yılda geliştirilen yeni ay aracına “Chariot” adı verildi.

NASA robot programında 17 yıldır çalışan Lucien Junkin’in başmühendis olarak çalıştığı projede geliştirilen araca, “Ay Kamyonu” adını da veren mühendisler, bu aracın tasarım ve üretiminde özellikle Mars’a yalnızca 3 aylığına gönderilmelerine karşın 4 yıldır görev başında bulunan ikiz araçlar Spirit ve Opportunity’den esinlendiler.

Ay’a ilk astronotları taşıyan Apollo füzesine çok benzeyen yeni Orion adlı kapsülün tasarım süreci de sürerken, Ay’da kurulacak koloninin astronotlarını keşifleri sırasında taşıyacak yeni araç, eskiden kullanılandan epeyce farklı görünüyor.

İlk kuşak Ay aracının 4 tekerleğine karşılık, birbirinden bağımsız 6 tekerleği bulunan Chariot’un tasarım ve üretiminde, 1972 yılı aralık ayında Ay’ı en son ziyaret eden Harrison Schimitt ve Gene Cernan adlı astronotların öneri ve deneyimlerinden büyük ölçüde yararlanıldı.

Tam donanımlı bir astronotun Dünya ağırlığıyla yaklaşık 250 kilo olacağı yeni Ay seferinde yaklaşık 1 ton taşıyabilecek Chariot, saatte 13 kilometre hızla astronot John Young’a ait Ay yüzeyindeki hız rekorunu da rahatlıkla kıracak biçimde saatte 25 kilometre hızla yol alabilecek.

Ay yüzeyinde saatte 9.6 kilometre hızla toplam 35 kilometre yol yapan, 110 kilo kaya ve toprak taşıyan, 2 bin 400 fotoğraf çeken astronot Scmhmitt’in, yerçekimi Dünya’nın 6′da 1 olan Ay’da saatte 25 kilometreden daha hızlı yol almanın, aracın çok yükseğe sıçramasına ve kontrolden çıkmasına neden olabileceği uyarısı gözönüne alındı.

İskenderun’da Yeni Bir Balık Türü Keşfedildi

Categories: Bilim Teknik | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

yeni balık türüİskenderun Körfezi’nde, Kızıldeniz’den geldiği belirtilen ”Nemipterus Japanicus” türüne rastlandığı belirtildi.

Mustafa Kemal Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Cemal Turan, Akdeniz’in 20 yılda 4 derece ısınması nedeniyle, diğer denizlerdeki balıkların akınına uğradığını söyledi.

Yaptıkları araştırmalarda, körfezde Kızıldeniz’den geldiğini belirledikleri “Nemipterus Japanicus” türüne rastladıklarını bildiren Prof. Dr. Turan, “Mercana benzeyen Nemipterus Japanicus’un körfezimizde üremesi halinde balıkçılar için önemli bir av kaynağı olacağını düşünüyorum” dedi.

Prof. Dr. Turan, farklı balık türlerinin akınına uğrayan Akdeniz’de, önümüzdeki günlerde genellikle İsrail kıyılarında görüldüğü belirtilen “Decaptous Ruisseli” adlı zehirli bir balık türünü de görmeyi beklediklerini kaydetti.
kaynak: cnnturk

Japonlardan Mükemmel Bir İcad

Categories: Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

japon icadı camTeknolojik buluşları ile ün yapan Japonlar bu kez de savunma sanayiinde devrim niteliği yapacak bir buluşa imza attı. Japonların uzun çalışmalar sonucu ürettiği cam bir roketatarın attığı mermiyi bile durdurabilecek güçte.

Teknolojik buluşları ile ün yapan Japonlar bu kez de savunma sanayiinde devrim niteliği yapacak bir buluşa imza attı. Japonların uzun çalışmalar sonucu ürettiği cam bir roketatarın attığı mermiyi bile durdurabilecek güçte.

Yapılan testlerde de başarılı sonuçlar veren cam güçlendirilmiş yapısıyla patlamanın etkisini emerek, etkinin camın diğer tarafına geçmesini engelliyor. Boş bir arazide yapılan testte 100 metreden cam arkasındaki cansız mankene roketatar ile yapılan atış camın etkisinin ne kadar güçlü olduğunu gözler önüne serdi.

Roketin camı delmesine rağmen sadece koluna zarar verdiği mankenin başka bir yerinde hasar oluşmazken, ağır çekim görüntülerde patlamanın etkisinin nasıl dış tarafta kaldığı net bir şekilde görülüyor. Japon yetkililer birçok yerde kullanılması planlanan camın daha da geliştirileceğini duyurdu.
kaynak: hürrüyet

Yüksek Kalite (HD) Görüntülü Televizyonlar

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | February 3rd, 2008 | by admin | no comments

yüksek kalite tvEvleri birer sinema salonuna dönüştüren yüksek kaliteli görüntü devrimi High Definition (HD) yaygınlaşmaya başlandı. Oyun konsolları, yeni nesil film teknolojileri ve ülkemizde en sonunda yayına başlayan HD kalitesindeki televizyon kanalları ile ilgili bilmek istediğiniz her şey, bilgisayar ve internet dergisi PCnet’in Şubat sayısında kapsamlı olarak işlendi.
Şimdiye kadar HD televizyonlarla ilgili tüm yazılarımızda, “yayınlar yurtdışında senelerdir var, ülkemize gelmesi daha çok zaman alır”, “şu anda bu tip televizyonlara para vermek gereksiz” gibi yer yer acımasızca olan cümlelerle bu teknolojiye henüz hazır olmadığımızın altını çizdik. Herkes gerçek HD çözünürlüğünü sunan televizyonların, mağazadaki örnek görüntülerdeki gibi kaliteli görüntüler ortaya çıkarmadığını bir şekilde öğrendi ya da alıp evine geldiğinde antenine bağladıktan sonra gördü. Tabi işini bilen bazı kullanıcılar da yok değil. İşini bilenler oyun konsollarını bu tip televizyonlara bağlayarak yüksek çözünürlükte oyun oynadı. Kimileri bilgisayar monitörü yaptı, kimileri de “kefende cep yok” diyerek Blu-ray ve HD-DVD oynatıcı aldı; yeni nesil filmlerin keyfini çıkardı. Yani demek istediğimiz çok az kişi bugüne kadar HDTV’lerin hakkını tam anlamıyla vermeyi başardı. Ancak eksik olan bir şey hep oldu. Ne mi? Yayınlar. Televizyon alacak kişilerin zamanlarının büyük bir kısmını daha çok TV yayınlarıyla geçireceklerini bildiğimizden ve şu ana kadar olan altyapılar bu teknolojiye yeterli gelmediğinden, size bu güne kadar “mutlaka HDTV almalısınız” şeklinde bir öneride bulunmadık. Ancak artık yayınlar da geldi. Geliyor değil, en sonunda geldi! Yani artık paraya kıyarak aldığınız ya da alacağınız HD televizyonlar, gerçekten de HD Ready olan modellere göre farklarını kolaylıkla göz önüne çıkarabiliyor.

Kafa karıştıran iki kavram: HD Ready ve Full HD

İnce yapıdaki televizyonları ilk olarak 848×480 çözünürlüğünde görüntüler oluşturabilen modellerle tanıdık. Bu tip ürünler DVD filmleri bile tam kalitesinde oynatamıyorlardı; ama “inceliğe geçiş” sınıfında olduklarından adeta yok sattı. Sonrasında 1024×768 ve 1366×768 piksel çözünürlüğü destekleyen, pikselleri yakından biraz daha zor gözüken televizyonlar hayatımıza girdi. HD takısını da ilk kez “HD Ready” olarak bu televizyonlarda gördük. HD Ready, “HD teknolojisine hazır” demek. Tabi bu demek değil ki tam anlamıyla HD teknolojisini destekliyor.

HD projektör alternatifi

Evinize HD televizyon yerine 1920×1080 çözünürlüğünü karşılayan bir projeksiyon cihazı da satın alabilirsiniz. Bu kategorideki ürünler, tıpkı televizyonlar gibi evinizde dev ekran eğlencesini çıkarmak için gerekli olan parlaklık ve kontrast değerlerini ciddi anlamda sağlayabiliyor. Tabi daha geniş ekran büyüklüğü sunmak için çok daha parlak bir lamba içeren, kontrast değerleri çok daha yüksek profesyonel seviyedeki ürünler de söz konusu. Ancak hangi ürün olursa olsun lamba ömürlerinin kısa olması halen aşılabilmiş bir problem değil. HD televizyonlar bazı modellerinde 70.000 saat çalışma ömrü sunarken, bu değer projeksiyon cihazlarında 2000 saat; ekonomik mod seçilirse 3000 saat seviyesinde. Dolayısıyla projeksiyon cihazı alacakların önündeki birkaç sene içerisinde tekrar lamba değiştirmeyi hesaba katmaları gerekiyor. Lamba fiyatları da oldukça yüksek. Piyasada 1080p çözünürlük destekleyen ürünler 4500 YTL’den, 720p destekleyen ürünler de 2000 YTL’den kullanıcılara ulaşabiliyor.

Blu-ray mi, yoksa HD-DVD mi?
Blu-ray ve HD-DVD medyalar arasında standartlaşabilmek için ciddi bir çekişme var. Blu-ray tek katmanda 25 GB, çift katmanda 50 GB veri depolayabiliyor. Bu format Sony tarafından geliştiriliyor. Toshiba’nın geliştirdiği HD-DVD ise tek katmanda 15 GB, çift katmanda 30 GB veri depolayabiliyor. Tabi bu demek değil ki Blu-ray HD-DVD’den daha iyi. Üreticiler farklı sıkıştırma teknolojilerinden faydalanarak filmleri diske hazır hale getiriyorlar. Bunlar MPEG-2, MPEG-4 / AVC, VC1, H.264 gibi codec’lerden biri olabilir. Sonuçta hepsi yüksek çözünürlükteki görüntüleri sıkıştırma görevini yapıyor. Tabi her iki medya tipi için de üreticilerin yaygın olarak kullandığı bazı codec’ler söz konusu.

Ev sinemasına ekstra teknolojiler

İnternetten temin edebileceğiniz yüksek çözünürlükteki filmleri ya da önümüzdeki yıllarda daha da yaygın hale gelmesi beklenen yüksek çözünürlükteki DivX videoları izleyebilmek için HD görüntü çıkışı veren disk kutularını da tercih edebilirsiniz. Ülkemizde bulunması biraz zor olsa da bu tip kutular, filmlerin yanı sıra içindeki sabit diske kayıtlı olan müzikleri, fotoğrafları ve e-kitap gibi diğer dosya formatlarını da televizyonunuzda görüntüleme şansı veriyor. Özellikle yurtdışında kablosuz ağ ya da yerel ağ üzerinden başka bilgisayardan içerik alabilecek modellerle de karşılaşabilmeniz mümkün. Bu ürünler haliyle ülkemizde satılan standart medya destekli disk kutularına göre oldukça pahalılar. Ancak yolunuz bir gün uzaklara düşerse bu tip bir ürün satın almak da oldukça işinizi görecektir. Ayrıca yine internetteki alışveriş sitelerini ara sıra taramakta fayda var. Ne zaman ne satılacağı belli olmaz.

Bundan sonra evinizde HD deneyiminin tadını çıkarmak ve ev sinema sisteminizi geliştirmek size kalıyor. Salonunuza sonradan girecek her bir teknolojinin size yepyeni imkanlar sağlayacağını sürekli göz önüne alın. Gelişmeye açık olun. Nasıl şimdi bile herkesin evinde eski de olsa iki tane televizyon mutlaka varsa, ilerleyen yıllarda da bu tip salonlar ve HD tabanlı eğlenceler “hayat standartları”mızdan biri olacak.
Televizyonda HD teknolojileri dosyasının tamamı ile Full HD TV testleri içerek PCnet’in Şubat sayısı DVD ve CD hediyeli olarak piyasaya çıktı.

Yıldırımlar Nasıl Oluşur?

Categories: Bilimsel Olaylar | January 30th, 2008 | by admin | no comments

yıldırımDünyanın elektrik yüklü bir küre olduğunu biliyor muydunuz? Evet, hem dünyada hem de atmosferde büyük oranda elektrik yükü bulunur. Yeryüzünde, havanın açık olduğu normal bir günde yaklaşık 100 volt / metre’lik bir elektrik alan vardır. Yani bu demektir ki, boyu 2 metre olan bir insanın ayakları ile başı arasında 200 volt’luk bir gerilim vardır. Peki, evde 220 volt’luk geri-lime kapılmak ölüme yol açabilirken, yaklaşık 200 volt’luk bir gerilim içinde günlük hayatını sürdüren insanlara neden birşey olmaz? Bunun sebebi, havanın yeryüzünde, yüzeye yakın kısımlarda elektriği iletmemesi, yani yalıtkan olmasıdır.

Eğer hava dünya yüzeyinde elektriği iletseydi, elektrik şokuna maruz kalacaktık. Atmosferde yükseklere çıkıldıkça havanın iletkenliği artar, ancak yeryüzünde havanın iletken olabilmesi için, yani yalıtkanlığının kırılabilmesi için, potansiyel farkın 2-3 milyon volta kadar çıkması gerekir. Bu değer hava için özeldir. Yalıtkan maddelere yüksek voltaj veya elektrik alan uygulandığında yalıtkanlıkları kırılır ve elektriği iletmeye başlarlar.

Atmosferde (+) ve (-) yükler bulunur. Normal havada bu yükler ortalama aynı oranda olduklarından havada herhangi bir elektrik akımına rastlanmaz.

Elektrik yükünden dolayı, tüm dünya yüzeyinden atmosfere sabit bir oranda yaklaşık 1000 amper’lik bir elektrik akımının olduğu tahmin edilmektedir. Her zaman devam eden bu yük akışı sonucunda dünyanın yükünün çok kısa bir zamanda tükenmesi gerektiği düşünülebilir. Eğer dünya her an yeniden yüklenmemiş olsaydı bu düşünce önemli olabilirdi. Ancak değişik yollarla, kaybettiği yükler dünyaya yeniden kazandırılır ve dünyanın elektriksel yük dengesi korunmuş olur.

Yıldırımlar nasıl oluşur?

Fırtınalar atmosferin yeryüzüne yakın kısımlarında meydana gelen atmosferik olaylardır. Bu tür olaylar (rüzgarlar, yağışlı havalar) genelde atmosferin Troposfer denilen 50 kilometreye kadar olan kısmında cereyan ederler. Yıldırımlar fırtına bulutlarıyla oluşurlar. Yıldırım, elektrik yüklerinin çok kısa (saniyenin milyonda birine yakın) bir sürede buluttan yere veya yerden buluta akmasıdır.

Eğer bu boşalma bulut ile yer arasında olursa buna “yıldırım” diyoruz. Yük alış-verişi bulutlar arasında veya bir bulutun kendi içinde olursa buna “şimşek” adını veriyoruz. Yıldırım oluşabilmesi için bulutta, bulut ile yer arasındaki havanın direncini kıracak kadar yük toplanması gerekir.

Bulutların içindeki yüklenme olayını açıklamak için bazı teoriler ileri sürülmüştür. Fırtına bulutunun içindeki hava yer yer sıcak, bazı bölgelerinde de -40 dereceye kadar soğuk olabilir. Bu nedenle fırtına bulutları içinde hava kararsız ve değişkendir.

Bulut içerisindeki sıcak hava akımları nedeniyle su damlacıkları, kar ve buz kristalleri ve küçük parçacıklar bulut içinde gelişigüzel sürüklenirler ve bu esnada sürtünme yoluyla yüklenirler. Bulut içindeki yüklenmeyi bu şekilde açıklamaya çalışan teoriler, negatif yüklerin neden bulutun alt kısmında toplandığını tam olarak açıklayamazlar. Az da olsa pozitif yüklendikleri de görülen (%15) bulutun alt kısımları genellikle negatif yüklenirler  (%85).

Bulutun içindeki yukarıya ve aşağıya doğru hava akımlarının etkisiyle negatif yükler bulutun alt kısımlarına, pozitif yükler de bulutun üst kısımlarına taşınırlar. Bunun dışında, bulutun içinde üst ve alt bölgelerde negatif ve pozitif yük toplanmaları da olabilir. Bulut içinde meydana gelen yük akışlarının, yani şimşek çakmalarının nedeni bulutun içindeki bu yüklü bölgelerdir.

Bir bulutun yere yakın alt kısmında toplanan negatif (-) yüklere karşılık yerde de pozitif (+) yükler toplanır. Bu karşılıklı toplanmanın sebebi zıt işaretli yüklerin birbirlerini çekmesidir. Fırtına bulutunun bulunduğu bölgenin altında binalar, ağaçlar veya elektrik direkleri gibi uzun ve yüksek yerlerde pozitif yükler toplanır.

Çevreye göre nispeten yüksek yerler, yıldırım şeraresi için uygun bir yol oluştururlar. Fırtına bulutları yerden 1-3 kilometre kadar yüksekte olabilirler. Bu bulutların 2-10 kilometre genişliğinde ve 10 kilometreye kadar uzunlukta olabildikleri gözlemlenmiştir. Yükler yeterince toplandıklarında bulut ile yer arasında milyonlarla ifade edilen bir potansiyel fark oluşur.

Bu voltaj, havanın yalıtkanlığını delecek büyüklüğe ulaştığında yerden yükler yukarı doğru bir yol bularak yükselir. Bununla beraber buluttan negatif yükler havanın direncinin en düşük olduğu yoldan aşağıya doğru çok kısa ve arka arkaya birçok kere atlamalar yaparlar. Bu atlamalar her defasında daha uzun yol katederek havayı deler ve en sonunda da aşağıya kadar bir yol bularak yerden yükselen yüklerle birleşirler.

Bu öncül atlamalar çok kısa süreli olduklarından gözle ayırdetmek mümkün değildir. Yıldırım düşmesi olayı toplamda 30 mikrosaniye gibi çok kısa sürede gerçekleşir. Fotoğrafik çekimlerle bu arka arkaya zigzaglı ve çatallı çakışların 11-40 defa olabildiği gözlenmiştir.

Yıldırım düştüğünde çok büyük bir enerjinin açığa çıktığı düşünülebilir ama durum aslında böyle değildir. Yıldırımın hızı ışık hızına yakındır. Bir yıldırım düşmesinde akım 20 000 ampere kadar çıkabilir fakat bu olay çok kısa bir sürede aktığından açığa çıkan enerji çok fazla değildir. Ortalama bir yıldırım şeraresinin enerjisi 100 wattlık bir ampulü bir kaç ay yakabilecek kadardır.

Yıldırım düşmesi esnasında şerarenin etrafı 30 000°C’ ye kadar ısınabilir. Bu ani ısınma sonucunda yakındaki hava genişleyerek şok dalgası oluşturur ve bu bir patlama şeklinde yayılır. Biz de bunu “gök gürültüsü” olarak duyarız. Bütün bunlar ısı ve ses enerjisi olarak yıldırımın enerjisinden birer kayıptır. Yıldırım düşmesindeki enerjinin ancak %1’inin yere ulaşabildiği tahmin edilmektedir.

Buna göre yıldırım enerjisi kullanılabilir hale getirilebilir mi; sorusuna cevap şöyle olabilir: Yıldırımların nereye ve ne zaman düşecekleri belli değildir ve yıldırımın enerjisini toplamanın kolay bir yolu yoktur. Ayrıca enerjinin bir şekilde elde edildiği düşünülse bile bu çok küçük sayılabilecek bir enerjidir.

Bu nedenlerle yıldırım düşmesi olayında enerjiyi kullanılabilir hale dönüştürme fikri çok da gerçekçi bir fikir değildir. Yıldırımı büyük bir parıltı olarak görürüz. Işığı gördükten biraz sonra da gök gürültüsünü duyarız. Ikisi arasında bazen birkaç saniye, bazen de 10-15 saniye fark olabilir.

Bunun nedeni ışığın sesten çok daha hızlı olmasıdır. Yıldırım veya şimşek ile gök gürlemesi arasındaki süreyi saniyeleri sayarak ölçerseniz, fırtınanın veya şimşeğin sizden ne kadar uzakta olduğunu tahmin edebilirsiniz. Saydığınız her saniye, şimşeğin sizden 300 metre uzakta olduğunu söyler, çünkü sesin saniyedeki hızı 300 metre’dir. Diyelim ki şimşeği gördükten sonra gök gürültüsünü duyana kadar 6 saniye saydınız. Bu, fırtınanın sizden yaklaşık 1800 metre uzakta olduğu anlamına gelir.

Yıldırımın çarpmasının etkileri

Yıldırım insanlar üzerine düşerse öldürücü olabildiği gibi, üzerine yıldırım düştüğü haber verilen bazı insanlara hiç bir zarar gelmediği de olmuştur. Buna rağmen bir insanın üzerine yıldırım düşmesi son derece tehlikelidir. Yıldırım çarpmasındaki gerilim milyon volt derecesinde fakat çok kısa sürelidir.

Yıldırım çarpan kişilerde en çok görülen etkiler kalp-damar sistemi ve sinir sistemi bozukluklarıdır. Yüzeysel veya derin cilt yanıkları oluşabilir. Konuşma güçlüğü, hafıza kaybı ve duyma kaybı gibi bozukluklar da olabilmektedir. Fakat bunların en önemlisi kalp durmasıdır. Yıldırım düşen birisine dokunmak tehlikeli değildir.

Amerika’da yıldırım çarpmasından ölenlerin sayısı her yıl 100 kişi civarındadır. Türkiye’de de yıllardır sayısız yıldırım kazaları olmuş ve birçok kişi hayatını kaybetmiştir. Yıldırımların aynı yere birden fazla düştüğü, hatta aynı kişiye birden fazla çarptığı olmuştur. Amerika’da bir park görevlisine 1942 - 1976 yılları arasında 7 kez yıldırım çarpmış ve bu kişi hepsinden de kurtulmuştur. Yıldırımlar sanayi bölgeleri ve ormanlık alanlara da düşebilir ve maddi zarara sebep olabilirler.

Yıldırım çarpmasından korunma

Yıldırım düşmesi esnasında yapıldığı tespit edilen en yaygın tehlikeli aktiviteler şöyle sıralanmaktadır: Açık alanlarda oynamak veya çalışmak. Tekne ile gezmek, balık avlamak ve yüzmek. Tarım ve yol çalışması gibi ağır işlerde çalışmak. Golf oynamak. Telefonla konuşmak. Elektrikli cihaz kullanmak veya tamir etmek.

Fırtınalı havalarda yıldırımdan korunmak amacıyla bir dizi tedbirler alınabilir. Fırtınada dışarda kalınmamalı, ev veya araba gibi kapalı bir mekana girilmelidir. Elektrikli aletlerin bağlantıları kesilmeli ve metal eşyalardan uzak durulmalıdır. Telefon kullanılmamalı, kapı ve pencerelerden uzak durulmalıdır. Dışarda fırtınaya yakalandıysanız, grup halinde bulunulmamalıdır.

Asla bir ağacın altına sığınılmamalı ve etrafınızdan daha yüksek bir konumda olmamalısınız. Binaları yıldırım düşmelerinden korumak için kullanılan en yaygın metotlar Faraday Kafesi veya Aktif Paratonerlerdir. Uçaklar ve arabalar metal oldukları için (Faraday Kafesi oluştururlar) yıldırım düşmesine karşı güvenlidirler.

Uçaklar üretim aşamasında yıldırım düşmesine karşı yoğun testlere tabi tutulmaktadır. Yıldırımlar dünyanın elektrik yük dengesini korumada önemli yere sahiptirler. Dünyanın her yerinde, her an yaklaşık 1000 kadar fırtınanın aktif olduğu ve ortalama 1000 - 1500 yıldırım düşmesi meydana geldiği tahmin edilmektedir.

Böylece yeryüzünden atmosfere akan yükler, yıldırımlarla tekrar yeryüzüne dönmüş ve dünyanın elektriksel yük dengesi korunmuş olmaktadır. Bugün modern teknoloji vasıtasıyla dünyanın her yerini uzaydan uydular vasıtasıyla takip ederek, fırtınaların oluşumu gözlenebilmekte ve yıldırımlar noktasal olarak tespit edilebilmektedir. Mikro alemden makro aleme kadar her yerinde bir dengenin olduğu evrende, insanoğlunun karışarak bozmaları dışında bütün dengeler korunmaktadır.

Denizlerin Yırtıcı Hayvanları Köpekbalıkları

Categories: Hayvanlar Alemi | January 30th, 2008 | by admin | no comments

köpek balığıKöpek balığı denince akla hemen iri cüsseli balıklar, jilet gibi keskin dişler, hızla ve bağırarak yüzen insanlar, kan ve korku gelir. Hollywood’ un ünlü yapıtlarından biri olan Jaws filminin de bunda çok büyük katkısı olduğunu unutmamak gerekir. Peki, bu canlılar gerçekten bu kadar vahşi mi? Öldürmekten başka hiç bir vazifeleri yok mu? Yoksa sadece filmlerden dolayı mı böyle düşünüyoruz? Yoksa denizlerin bu ilginç yaratıklarına haksızlık mı yapıyoruz?

Fosil kayıtlara göre yaklaşık 400 milyon yıldır bu gizemli yaratıklar dünyamız denizlerinde, yaşamlarını hiç bir değişikliğe uğramadan sürdürmektedirler. Köpekbalıkları, omurgalı hayvanların kıkırdaklı balıklar sınıfından olan canlılardır. Vücut yapıları kemik yerine kıkırdaktan oluşur, bu nedenle sualtında oldukça kıvrak hareket edebilirler. En büyük dezavantajları, kemikli balıklarda bulunan ve su içinde dengede kalmalarını sağlayan “yüzme keselerinin” olmayışıdır. Yüzmeyi bıraktıkları anda, ağır bir metal parçası gibi dibe çökerler. Yani, sürekli hareket etmek zorundadırlar. Bununla beraber yüzme keselerinin olmaması, su içinde dikey yönde oldukça hızlı hareket edebilmelerini sağlar. Ayrıca, bu hayvanlarda vücudun yaklaşık %20-30’u karaciğerden oluşur. Bu çok yağlı karaciğerler, köpekbalıklarına pozitif bir yüzerlilik kazandırır.

Bugün dünyada 350 köpekbalığı türü yaşamaktadır. Bunlardan 10’u, saldırı olaylarından sorumlu tutulmaktadır. Türkiye civarındaki denizlerde ise 27 köpekbalığı türü yaşıyor ve bunlar içinde tehlikeli olabilecek 8 tür var.

köpek balığıEn büyük tür yaklaşık 20 metrelik uzunluğuyla balina köpekbalığı (Rhincodon typus), en küçüğüyse 20 cm’lik cüce kedibalığıdır (Etmopterus perryi). Balina köpekbalıkları dışındaki türlerin hepsi etçildir. Balina köpekbalıkları ise dev cüsselerine rağmen sadece planktonlarla (mikroskopik canlılar) beslenirler. En büyük etçilse “büyük beyaz” olarak bilinen 7,2 metrelik boyuyla, Carcharodon carcharias’tır. Ancak türlerin çoğunluğu oldukça küçük boyludur. Buna ilaveten tehlike yaratabilecek herhangi bir organları yoktur ve insanlara potansiyel bir tehlike kaynağı olamayacak kadar derinlerde yaşarlar.

Köpekbalıklarının doğal besinleri arasında büyük balıklar, bazı deniz memelileri, büyük mürekkep balıkları ve diğer köpekbalıkları yer alır. Üreme sistemlerine baktığımızda, dişi bireylerle erkek bireyler aşağı yukarı birbirlerine benzerler. Bu hayvanlar genelde derin sularda yaşadıklarından ve akvaryumda yaşatılmaları zor olduğundan, çiftleşme davranışları iyi araştırılmamıştır. Köpekbalıkları üç farklı şekilde ürerler. Bazıları diğer balıklarda olduğu gibi döllenmiş yumurtayı dışarıya bırakırlar (ovipar), bazıları yavrularını vücut içinde taşır ve bizdeki göbek bağına benzeyen bir organ aracılığıyla besler (vivipar), bazılarıysa döllenmiş olan yumurtayı vücut içinde tutar ama herhangi bir şekilde yavruyu beslemez ve gelişimini tamamlayınca dışarıya bırakır (ovovivipar). Gebelik süreleri 9 ile 24 ay arasında değişir. Bir defada en az 1 en çok 100 yavru doğurabilirler.

Köpekbalıklarının milyonlarca yıldır hayatta kalmalarının sebeplerinden biri de diş ve çene yapılarıdır. Dişler alt ve üst çenede 4 ya da 5 sıra halinde dizilir ve sayıları türlere göre değişir. Bu dişlerin hemen arkasındaysa “yedek dişler” diyebileceğimiz dişler bulunur. Beslenme sırasında hayvanın dişleri kırıldığında yerini bu dişler alır. Bu hızlı değişim birkaç günle birkaç hafta arasında olabilir.

Köpekbalıklarının diğer canlılara üstünlük sağlamalarına yarayan bir başka özellikleriyse duyu organlarıdır. Koku alma ve işitme duyuları iyi gelişmiştir. Kan kokusunu 3 km uzaktan alabilirler. Acaba bundan dolayı mı köpekbalığı denmiş? Gerçi ısırma eylemini de unutmamak gerekir. Çok küçük sesleri duyabilir ve geldiği yönü tayin edebilirler (Insan sualtında sesi duyar ama geldiği yönü tayin edemez). Görme duyuları pek gelişmemiştir. Zaten genelde derin sularda yaşadıkları için, görme duyularını pek kullanmazlar. Vücutlarının yan tarafında bir çizgi şeklinde bulunan ve “yanal organ” denen duyu organlarıyla manyetik alanları algılayabilir, yön tayini yapabilir (özellikle bulanık suda) ya da yaralı bir balığın çıkardığı titreşimleri saptayabilirler.

Köpekbalıklarının en önemli duyu organıysa “Lorenzini ampulleri” denen elektroreseptör hücreleridir. Bunlar vücudun baş kısmında bulunan ve 1 mm’lik kanallarla dışarıya açılan yapılardır. Elektriksel uyarılara karşı oldukça hassastırlar.

Bu kadar hassas duyu organlarına sahip bir canlı için av bulmak ve onu avlamak çok güç olmasa gerek. Avlanmada ilk uyarılan koku alma ve işitme duyularıdır. Harekete geçen hayvan ava yaklaştıkça görme duyusu devreye girer. Avı bulduğunda etrafında daireler çizmeye başlar. Bir müddet sonra bu daireler küçülmeye ve çapraz geçişler yapmaya başlar. Iyice yaklaştığında gözleri (parçalama sırasında koruma amaçlı olarak) geriye doğru kayar ve özel bir kapakla kapanır. Bu andan sonra artık devrede sadece elektroreseptör organları çalışmaktadır ve hayvan elektrik yayan her şeye saldırır. Ağız açıldığında alt çene dışarıya doğru çıkar ve avını yakalayan hayvan üst çenesiyle avını tutar. Alt çeneyle de parçalar. Bu arada kazayla parçalanan kendi türlerini dahi yiyebilirler. Tek tek avlandıkları gibi, grup halinde de avlanabilirler. Uzmanlar dalarken ya da yüzerken saldırgan tek bir birey görüldüğünde korkulacak bir durum olmadığını ama sürüyle karşılaşıldığında durumun pek güvenilir sayılamayacağını söylüyorlar.

Bu hayvanların yüzmedikleri zaman battıklarını söylemiştik bu nedenle genel olarak deniz tabanı (özellikle kumlu, çamurlu yerler) ve ona yakın yerlerde yaşarlar. Beslenme amacıyla su yüzeyine çıktıkları da olur. Özellikle de sardalye ve orkinosları kovalarken. Ender olarak kıyı ve limanlara girerler.

Kuzey yarımkürede yaşayan köpekbalıklarının neden olduğu saldırma olayları yok denecek kadar azdır. Akdeniz, Ege ve Marmara Denizinde yaşayanların insanlara hiç saldırmadıkları kabul edilir. Bu durumda sahillerde tehlike yok gibidir. Bununla birlikte, açık denizde yüzmek ya da derin su dalışları yapmak her zaman beraberinde belli bir riski getirir. Yine de istatistiklere bakılacak olursa köpekbalığı fobisi için bir neden yoktur.

köpek balığıKöpekbalığı saldırıları en çok Avustralya’da görülmektedir ama burada da arı sokmasıyla ölenler köpekbalığı saldırılarından ölenlerden 100 kat daha fazla olup boğulma sonucu ölenlerin sayısı ise 1000 kat daha fazladır. Güney Afrika’da son 35 yıl içerisinde en çok saldırıya sörfçüler ve zıpkıncılar maruz kalmış olup, bu arada yalnızca bir dalgıç ciddi biçimde yaralanmıştır. Akdeniz sularındaki köpekbalığı saldırılarına ait bilimsel raporlar incelenecek olursa 1863-1961 yılları arasındaki yaklaşık 100 yıllık sürede sadece 18 saldırı olayının gerçekleşmiş olduğu görülür. 1960’lı yıllardan sonra Akdeniz’deki bu tip olaylara ait raporların bilimsel yayınlarda yer almadığı gözlenmiştir. Saldırı olaylarındaki en yüksek sayıya Italya kıyılarında rastlanmıştır (5 saldırı). Bunu Yunanistan (4), Mısır (3), Yugoslavya (3), Malta (1), Fransa (1) ve Kuzey Afrika kıyılarındaki belirsiz bir bölge (1) izlemektedir.

Madem listelerinde insan yok bu saldırılar nasıl oluyor ? Nedeni çok basit: köpekbalıklarının geliştirmiş oldukları bazı avlanma yöntemleri ve besin olarak tercih ettiği canlılara duyduğu gereksinimlerinden dolayı bu saldırılar meydana geliyor. Foklar köpekbalığının da en sevdiği avlardan biridir. Bir varsayım olarak, insanın suyun altından bakıldığındaki silueti foka çok benziyor; bu yüzden köpekbalıklarının foka benzettiği insanlara saldırdığı söylenmekte. Bazı kaynaklarda köpek balığının haince arkadan saldırdığı yorumları yapılır. Köpekbalıkları önden saldırırsa, fok, köpekbalığını fark ederek hemen yakındaki bir kara parçasına çıkıp kurtulabiliyor. Zaman içinde bu davranışı öğrenen köpekbalığıysa arkadan olabildiğince hızla yaklaşıp, foku yakalayabiliyor. Gerçekte yemek listesinde bulunmayan insana saldırdığında, ilk ısırmadan sonra tadını beğenmeyip bırakabiliyor. Bu arada kurtulmak için kısa bir zaman doğuyor eğer yaralı birey şoka girmemişse ya da çok ağır yaralanmamışsa saldırıdan kurtulabiliyor. Köpekbalığı kalabalık bir dalgıç ya da yüzücü grubuna saldırdığında içlerinden birini seçerek diğerlerini göz ardı ettiğine dair bir gözleme, çeşitli raporlarda yer verilmiş bulunuyor.

Peki daha çok kan dökücü olarak tanıdığımız bu canlıların hiç mi faydası yok?

Evet var. Köpekbalığı kıkırdağı başta kanser olmak üzere bazı hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır.

Tümörler beslenebilmek, gelişebilmek, yayılabilmek ve toksinlerini kan dolaşımına aktarabilmek için kan damarlarına ihtiyaç duyarlar. Tümör oluşumundan sonra o bölgede yeni kılcal kan damarları oluşumu gözlenir. Yapılan çalışmalarda köpekbalığı kıkırdağının bu yeni kılcal kan damarlarının oluşumunu baskılayan bir etkiye (anti-angiogenesis) sahip bir maddeyi içerdiği bulunmuştur.

Köpekbalığı kıkırdakları kullanıldığında, bu etki ile damarlaşmayı baskıladığı için tümör gelişemiyor. Tümör yok olmasa da yayılması durduğu için belirli bir bölgede sabit kalıyor ve tedavi için çok büyük bir şans doğuyor çünkü bilindiği gibi tümörün yayılması (metastaz) hastanın hayatını kaybetmesinin en büyük habercisidir.

Sadece bununla da kalmıyor kıkırdağın faydaları. Eklem yaralanmalarının tedavisinde, iltihap giderici olarak, bağışıklık sisteminin kuvvetlendirilmesinde, bakteriyal, viral ve mantar (fungal) enfeksiyonlara karşı dayanıklılık sağlanmasında, artrit (mafsal iltihabı) tedavisinde, ağrı kesici olarak, sedef ve akne tedavilerinde kullanılmaktadır.

Köpekbalıklarının bazı türleri yaklaşık 500 m derinlikte yaşarlar. Peki hiç düşündünüz mü bu canlılar ışığın bile ulaşamadığı bu derinliklerde nasıl ya-şamlarını devam ettirebiliyorlar? Bi-limadamları bunu da araştırdılar ve köpekbalığı karaciğerinde saklı olan bu sorunun cevabını buldular.

Köpekbalığının karaciğerinde squalene denen bir madde vardır. Bu madde yağ özelliğinde bir maddedir, oksijeni kolayca tutar ve ihtiyaç duyulan dokuya iletilmesini kolaylaştırır. Bu özelliği ile de bağışıklık sistemini güçlendirir. Oksijenin verimli kullanılmasına yardım eden squalene bize, köpekbalılarının çok derinlerde, yüksek basınç altında çok az oksijenle nasıl yaşayabildiklerini açıklıyor. Squalene’ nin diğer faydalarına gelince, kanser tedavisinde hem antioksidan hem de kemoterapik ajandır, kanserojenler karşı koruyucudur, kalp hastalıklarında, diyabet (şeker), artrit, hepatit, gastrit tedavisinde ve kandaki kolesterolün düzenlenmesinde kullanılır. Köpekbalığı karaciğeri yağında, aynı zamanda anne sütünde bulunan alkoksi gliserol yüzlerce kat daha fazla bulunmaktadır. Alkoksi gliserol bağışıklık sistemimizi güçlendirir, akyuvar ve trombositleri arttırarak antikorları uyarır, radyoterapinin yan etkilerini azaltır.

Dünyanın Yapısı, Oluşumu ve Jeolojik Zamanlar

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilimsel Olaylar | January 28th, 2008 | by admin | no comments

Güneş Sistemi’nin Oluşumu

Güneş Sistemi’nin oluşumu ile ilgili farklı teoriler ortaya atılmıştır. En geçerli teori sayılan Kant-Laplace teorisine Nebula teorisi de denir.

Bu teoriye göre, Nebula adı verilen kızgın gaz kütlesi ekseni çevresinde sarmal bir hareketle dönerken, zamanla soğuyarak küçülmüştür. Bu dönüş etkisiyle oluşan çekim merkezinde Güneş oluşmuştur. Gazlardan hafif olanları Güneş tarafından çekilmiş, çekim etkisi dışındakiler uzay boşluğuna dağılmış ağır olanlar da Güneş’ten farklı uzaklıklarda soğuyarak gezegenleri oluşturmuşlardır.

DünyaDünya’nın Oluşumu

Dünya, Güneş Sistemi oluştuğunda kızgın bir gaz kütlesi halindeydi. Zamanla ekseni çevresindeki dönüşünün etkisiyle, dıştan içe doğru soğumuş, böylece iç içe geçmiş farklı sıcaklıktaki katmanlar oluşmuştur. Günümüzde iç kısımlarda yüksek sıcaklık korunmaktadır. Dünya’nın oluşumundan bugüne kadar geçen zaman ve Dünya’nın yapısı jeolojik zamanlar yardımıyla belirlenir.

Jeolojik Zamanlar

Yaklaşık 4,5 milyar yaşında olan Dünya, günümüze kadar çeşitli evrelerden geçmiştir. Jeolojik zamanlar adı verilen bu evrelerin her birinde , değişik canlı türleri ve iklim koşulları görülmüştür.

Dünya’nın yapısını inceleyen jeoloji bilimi, jeolojik zamanlar belirlenirken fosillerden ve tortul tabakaların özelliklerinden yararlanılır.

Jeolojik zamanlar günümüze en yakın zaman en üstte olacak şekilde sıralanır.

Dördüncü Zaman
Üçüncü Zaman
İkinci Zaman
Birinci Zaman
İlkel Zaman
İlkel Zaman

Günümüzden yaklaşık 600 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır.

İlkel zamanın yaklaşık 4 milyar yıl sürdüğü tahmin edilmektedir.

Zamanın önemli olayları :

Sularda tek hücreli canlıların ortaya çıkışı
En eski kıta çekirdeklerinin oluşumu
İlkel zamanı karakterize eden canlılar alg ve radiolariadır.
Birinci Zaman (Paleozoik)
Günümüzden yaklaşık 225 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. Birinci zamanın yaklaşık 375 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir.

Zamanın önemli olayları :

Kaledonya ve Hersinya kıvrımlarının oluşumu
Özellikle karbon devrinde kömür yataklarının oluşumu
İlk kara bitkilerinin ortaya çıkışı
Balığa benzer ilk organizmaların ortaya çıkışı
Birinci zamanı karakterize eden canlılar graptolith ve trilobittir.
İkinci Zaman (Mezozoik)
Günümüzden yaklaşık 65 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. İkinci zamanın yaklaşık 160 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir. İkinci zamanı karakterize eden dinazor ve ammonitler bu zamanın sonunda yok olmuşlardır.

Zamanın önemli olayları :

Ekvatoral ve soğuk iklimlerin belirmesi
Kimmeridge ve Avustrien kıvrımlarının oluşumu
İkinci zamanı karakterize eden canlılar ammonit ve dinazordur.
Üçüncü Zaman (Neozoik)
Günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. Üçüncü zamanın yaklaşık 63 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir.

Zamanın önemli olayları :

- Kıtaların bugünkü görünümünü kazanmaya başlaması

- Linyit havzalarının oluşumu

- Bugünkü iklim bölgelerinin ve bitki topluluklarının belirmeye başlaması

- Alp kıvrım sisteminin gelişmesi

- Nümmilitler ve memelilerin ortaya çıkışı

Üçüncü zamanı karakterize eden canlılar nummilit, hipparion, elephas ve mastadondur.
Dördüncü Zaman (Kuaterner)
Günümüzden 2 milyon yıl önce başladığı ve hala sürdüğü varsayılan jeolojik zamandır.

Zamanın önemli olayları :

İklimde büyük değişikliklerin ve dört buzul döneminin (Günz, Mindel, Riss, Würm) yaşanması
İnsanın ortaya çıkışı
Dördüncü zamanı karakterize eden canlılar mamut ve insandır.
Dünya’nın İç Yapısı
Dünya, kalınlık, yoğunluk ve sıcaklıkları farklı, iç içe geçmiş çeşitli katmanlardan oluşmuştur. Bu katmanların özellikleri hakkında bilgi edinilirken deprem dalgalarından yararlanılır.

Çekirdek
Manto
Taşküre (Litosfer)
Deprem Dalgaları
Deprem dalgaları farklı dalga boylarını göstermektedir. Deprem dalgaları yoğun tabakalardan geçerken dalga boyları küçülür, titreşim sayısı artar. Yoğunluğu az olan tabakalarda ise dalga boyu uzar, titreşim sayısı azalır.
Çekirdek
Yoğunluk ve ağırlık bakımından en ağır elementlerin bulunduğu bölümdür. Dünya’nın en iç bölümünü oluşturan çekirdeğin, 5120-2890 km’ler arasındaki kısmına dış çekirdek, 6371-5150 km’ler arasındaki kısmına iç çekirdek denir. İç çekirdekte bulunan demir-nikel karışımı çok yüksek basınç ve sıcaklık etkisiyle kristal haldedir. Dış çekirdekte ise bu karışım ergimiş haldedir.
Manto
Litosfer ile çekirdek arasındaki katmandır. 100-2890 km’ler arasında bulunan mantonun yoğunluğu 3,3-5,5 g/cm3 sıcaklığı 1900-3700 °C arasında değişir. Manto, yer hacminin en büyük bölümünü oluşturur. Yapısında silisyum, magnezyum , nikel ve demir bulunmaktadır. Mantonun üst kesimi yüksek sıcaklık ve basınçtan dolayı plastiki özellik gösterir. Alt kesimleri ise sıvı halde bulunur. Bu nedenle mantoda sürekli olarak alçalıcı-yükselici hareketler görülür.
Mantodaki Alçalıcı-Yükselici Hareketler
Mantonun alt ve üst kısımlarındaki yoğunluk farkı nedeniyle magma adı verilen kızgın akıcı madde yerkabuğuna doğru yükselir. Yoğunluğun arttığı bölümlerde ise magma yerin içine doğru sokulur.
Taşküre (Litosfer)

Mantonun üstünde yer alan ve yeryüzüne kadar uzanan katmandır.

Kalınlığı ortalama 100 km’dir.

Taşküre’nin ortalama 35 km’lik üst bölümüne yerkabuğu denir.

Daha çok silisyum ve alüminyum bileşimindeki taşlardan oluşması nedeniyle sial de denir.

Yerkabuğunun altındaki bölüme ise silisyum ve magnezyumdan oluştuğu için sima denir.

Sial, okyanus tabanlarında incelir yer yer kaybolur.

Örneğin Büyük Okyanus tabanının bazı bölümlerinde sial görülmez.

Yeryüzünden yerin derinliklerine inildikçe 33 m’de bir sıcaklık 1 °C artar. Buna jeoterm basamağı denir.
Kıtalar ve Okyanuslar
Yeryüzünün üst bölümü kara parçalarından ve su kütlelerinden oluşmuştur. Denizlerin ortasında çok büyük birer ada gibi duran kara kütlelerine kıta denir. Kuzey Yarım Küre’de karalar, Güney Yarım Küre’den daha geniş yer kaplar. Asya, Avrupa, Kuzey Amerika’nın tamamı ve Afrika’nın büyük bir bölümü Kuzey Yarım Küre’de yer alır. Güney Amerika’nın ve Afrika’nın büyük bir bölümü, Avustralya ve çevresindeki adalarla Antartika kıtası Güney Yarım Küre’de bulunur. Yeryüzünün yaklaşık ¾’ü sularla kaplıdır. Kıtaların birbirinden ayıran büyük su kütlelerine okyanus denir.
Kara ve Denizlerin Farklı Dağılışının Sonuçları
Karaların Kuzey Yarım Küre’de daha fazla yer kaplaması nedeniyle, Kuzey Yarım Küre’de;

Yıllık sıcaklık ortalaması daha yüksektir.
Sıcaklık farkları daha belirgindir.
Eş sıcaklık eğrileri enlemlerden daha fazla sapma gösterir.
Kıtalar arası ulaşım daha kolaydır.
Nüfus daha kalabalıktır.
Kültürlerin gelişmesi ve yayılması daha kolaydır.
Ekonomi daha hızlı ve daha çok gelişmiştir.
Hipsografik Eğri
Yeryüzünün yükseklik ve derinlik basamaklarını gösteren eğridir.
Kıta Platformu: Derin deniz platformundan sonra yüksek dağlar ile kıyı ovaları arasındaki en geniş bölümdür.
Karaların Ortalama Yüksekliği: Karaların ortalama yüksekliği 1000 m dir. Dünya’nın en yüksek yeri deniz seviyesinden 8840 m yükseklikteki Everest Tepesi’dir.
Kıta Sahanlığı: Deniz seviyesinin altında, kıyı çizgisinden -200 m derine kadar inen bölüme kıta sahanlığı (şelf) denir. Şelf kıtaların su altında kalmış bölümleri sayılır.
Kıta Yamacı: Şelf ile derin deniz platformunu birbirine bağlayan bölümdür.
Denizlerin Ortalama Derinliği: Denizlerin ortalama derinliği 4000 m dir. Dünya’nın en derin yeri olan Mariana Çukuru denzi seviyesinden 11.035 m derinliktedir.
Derin Deniz Platformu: Kıta yamaçları ile çevrelenmiş, ortalama derinliği 6000 m olan yeryüzünün en geniş bölümüdür.
Derin Deniz Çukurları: Sima üzerinde hareket eden kıtaların, birbirine çarptıkları yerlerde bulunur. Yeryüzünün en dar bölümüdür.

Asrın Hastalığı AIDS

Categories: Sağlık Bilgisi | January 28th, 2008 | by admin | no comments

AIDS, tedavi alınmadığı takdirde ‘HIV’ virüsünün bağışıklık sistemini zayıflatarak yol açtığı bir sendromdur. AIDS tablosuna gelen kişiler; cilt kanseri ve bunun gibi ciddi enfeksiyonlara yakalanırlar. Açılımı “Edinilmiş Bağışıklık Yetmezliği Sendromu”dur.

HIV virüsü taşıyan kişiye HIV pozitif denir. HIV pozitif olmak ile AIDS olmak aynı şey olmadığı gibi, her HIV pozitif olan kişi AIDS tablosuna gelecektir diye bir durum yoktur. Günümüzde uygulanan ART ilaç tedavisi ile HIV pozitif olan kişiler AIDS tablosuna gelmeden yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Yani yaygın olarak bilinenin aksine, HIV pozitif olan kişiler artık ölümü beklemiyorlar. Günümdeki tedavi olanakları ile HIV/AIDS artık kronik bir hastalıktır.

HIV virüsü kana bulaştıktan sonra uzun yıllar belirti vermeyebilir. Bulaşma gerçekleştikten 3 ay sonra yapılan testler en doğru sonucu verir.

Belirtileri 

HIV bulaştıktan sonra, AIDS hastalığı belirtileri kişinin yaşam koşullarına ve vücut direncine göre, 3 - 5 yıl, hatta bazen daha uzun süre sonra ortaya çıkar. HIV bulaştığı vücutta çeşitli hücrelere, özellikle CD4T kan hücrelerine yerleşerek çoğalır. Zarar gören CD4T hücreleri giderek azalır ve bunun sonucu olarak vücudun bağışıklık sistemi yıkıma uğrar. Vücut direnci zayıflayan hastada, normalde zararsız olan, hafif geçen ya da ender rastlanan bazı hastalıklar belirir. Ayrıca lenf bezlerinde büyümeler, ağız ve deride tekrarlayan uçuk, yara ve lekeler, nedeni bilinmeyen uzun süreli ateş, gece terlemeleri, kilo kaybı, ishal, öksürük görülür. Tüberküloz, pamukçuk, diğer bakteri, mantar ve protozoon hastalıkları fırsatçı enfeksiyonlar ortaya çıkar.Kişide bu belirtilerin ancak birkaç tanesinin bir arada bulunması durumunda AIDS düşünülebilir. Kaposi sarkomu ve bazı lenfomalarda HIV enfeksiyonunu düşündüren önemli belirtilerdendir. Kesin tanı için anti-HIV testi yapılır.

Korunma

Kan nakli sırasında, AIDS testi yapılmamış kontrolsüz kan asla kullanılmamalıdır.
Kullanılmış ve dezenfekte edilmemiş şırınga, iğne, cerrahi aletler, jilet, makas, diş hekimliği aletleri, akupunktur iğneleri kesinlikle kullanılmamalıdır ve kullanılmasına izin verilmemelidir. Böyle işlemlerde bir kez kullanılıp atılan araç-gereç kullanılmalı ya da kullanılan aletler kesinlikle dezenfekte ya da sterilize edilmelidir.
Beden kişiye aittir. Uygulanacak işlemler sırasında akla takılan soruları sormaktan çekinmemek gereklidir.
HIV pozitif kişi, test sonucunu öğrendikten sonra kesinlikle kan vermemelidir.
HIV’li sperm sıvısı, genital sıvı ya da kanın bulaştığı alet ve eşyanın yaralı dokuya teması ile de HIV bulaşabilir.
Açık yaralar, vücuda mikrop/virüs/bakteri girişini engellemek için bantla kapatılmalıdır.

Cinsel İlişki

HIV her türlü cinsel ilişki ile bulaşır. Güvenli cinsel yaşam kurallarına uyulması HIV’in cinsel yolla bulaşmasını büyük oranda engeller.

Cinsel ilişkide “koruyucu kılıf” (prezervatif, kondom, kaput) kullanılması, güvenli cinsel yaşamın ilk şartıdır. Kurulan cinsel ilişkinin tehlikeli olmayacağı düşünülse bile prezervatif kullanımı ihmal edilmemelidir. Çoğu kişi HIV’in yalnızca fahişelerde, uyuşturucu kullananlarda, eşcinsellerde bulunduğuna dair yanlış bir kanaate sahiptir ve bu nedenle bu sayılan gruplar dışındaki ilişkilerinde kondom kullanımını ihmal eder.

Ancak, AIDS belirli bir sosyal grubun hastalığı değildir. Hastalığın mikrobu olan HIV, cins, ırk, renk, din, yaş farkı gözetmeksizin herkese bulaşabilir. HIV, kontrolsüz kan verilmesi, HIV ile kirlenmiş alet kullanılması gibi kişinin elinde olmayan nedenlerle ya da kişinin kendisinin ya da cinsel eşinin HIV pozitif kişilerle prezervatif kullanmadan ilişki kurması durumunda kişiye ve/veya eşine bulaşabilir. HIV pozitif olan kişi kendisini ve cinsel eşini korumak için her türlü cinsel ilişkisinde prezervatif kullanmalıdır.

Prezervatif doğru takılmalı ve vazelin gibi petrol türevi kayganlaştırıcı kullanılmamalıdır. Prezervatifi paketinden çıkarırken zedelenmemesine dikkat edilmelidir. Kesici aletler kullanmak ya da uzun tırnaklar prezervatife zarar verebilir. Prezervatif penis sertleştikten sonra takılmalıdır. Ucunun (meninin akması için ayrılan bölüm) sıkılarak havası boşaltıldıktan sonra prezervatif penisin başına yerleştirilmelidir. Prezervatif alt kısmından aşağıya doğru açılır. Son olarak, üzerine kayganlaştırıcı sürülür. Kayganlaştırıcı riski azaltır. Kayganlaştırıcı (lubricant) cinsel birleşmenin daha rahat gerçekleşmesini sağlayarak prezervatifin yırtılmasını engelleyen bir sıvıdır. Prezervatifi taktıktan sonra üzerine kayganlaştırıcı sürmek güvenli seks için gereklidir. İstenirse, parmak ile anüs deliğine de kayganlaştırıcı sürülebilir. Vazelin, el kremi, masaj yağı gibi maddeler kullanılmamalıdır. Bunlar, kimyasal özellikleri yüzünden prezervatifin zarar görmesine neden olurlar. Doğru kayganlaştırıcı, yağ içermemeli, su bazlı olmalıdır. Boşaldıktan sonra, prezervatif alt kısmından tutularak çıkartılır. Hiçbir zaman aynı prezervatif ikinci kez kullanılmamalıdır. Son olarak penis yıkanmalıdır. Bu işlem, penisin üzerinde meni kalmamasını sağlar.

Açılmamış prezervatif ısıdan, güneşten, floresan ışığından ve nemden korunmalıdır. Bunlar, prezervatifin ana maddesi olan lateksi zayıflatarak ilişki sırasında prezervatifin zedelenmesine, yırtılmasına neden olabilirler.

Gripten Korunmanın Yolları

Categories: Sağlık Bilgisi | January 28th, 2008 | by admin | no comments

Bugünler ofiste, evde, komşularda herkes hapşırıp tıksırıyor mu? Bu basit önlemlerle gripten korunabilirsiniz.Grip virüsünün vücuda girmesi ile başlayan bulgular genellikle 7-10 günde iyileşme ile sonuçlansa da, bazen sinüzit, bronşit veya zatürre gibi bazı ciddi enfeksiyonlara yol açabiliyor. Özellikle grip salgınlarının yaygın olduğu sonbahar ve kış aylarında alacağınız basit önlemler ile gripten korunabilirsiniz:

 

Dengeli beslenin
Vücudun ihtiyacı olan protein, karbonhidrat, yağ ve vitaminler yeterli olarak alınmazsa, vücut direnci düşer ve solunum organları mukoza hücreleri de bu durumdan etkilenir.

Yeterli miktarda su için
Solunum mukoza hücrelerinin nemli olması, virüs taşıyan damlacıkların etkisine karşı direnci sağlar. Bu nedenle özellikle su içme ihtiyacının azaldığı kış mevsimi de dahil olmak üzere, her dönemde günde 8-10 bardak su içilmesi faydalıdır.

Düzenli spor yapın
Sağlıklı yaşamın bir parçası olan spor, gripten korunmak için de çok önemlidir. Yetişkin biri için haftada 3 gün, günde 1 saat olmak üzere spor yapılması faydalıdır.
kaynak:hürriyet

Organ Naklinde Yeni Gelişme

Categories: Sağlık Bilgisi, Teknoloji Haberleri | January 28th, 2008 | by admin | no comments

Doktorların, böbrek nakli olmuş hastaları, vücutlarının bu organı reddetmesini önlemek için ömür boyu ilaç almaktan kurtaracak yeni bir yöntem geliştirdiği bildirildi.New England Tıp Dergisi’nde yayımlanan araştırmaya göre, tedavi sırasında hastanın bağışıklık sistemi zayıflatılıyor ve organı bağışlayacak kişiden alınan kemik iliği hastaya naklediliyor. Kemik iliği naklinden sonra hastanın vücudunda yeni bağışıklık hücreleri oluşuyor. Bu hücreler, vücudun nakledilen organı kabul etmesine yardımcı oluyor.

 

Araştırma kapsamında yeni tedavi yönteminin denendiği 5 nakil hastasından 4′ünde başarı sağlandığı ve hastaların 2 ila 5 yıl kadar sonra ilaçlarını bırakabildiği kaydedildi.

1980′li yıllarda vücudun organı reddetmesini önleyen ilaçlar yaygın şekilde kullanılmaya başlandı. Ancak kanser riskini artıran bu ilaçların ciddi yan etkileri bulunuyor.

Tedavinin henüz deneme aşamasında bulunduğuna dikkat çeken doktorlar, gelişmenin halihazırdaki nakil hastalarının ilaçlarını kesmeleri anlamına gelmediğini, çünkü bu durumda vücutlarının organı reddedebileceğini ve hatta ölmelerine yol açabileceği uyarısında bulundu.

Tüp Bebek Yöntemi

Categories: Sağlık Bilgisi | January 28th, 2008 | by admin | one comments

Tüp bebek tedavisi dünyada en gelişmiş infertilite(kısırlık) tedavi yöntemidir. Türkiye Hastanesi Tüp Bebek Merkezi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op.Dr.Nihal Çakır, çocuk isteyen ve herhangi bir doğum kontrol yöntemi uygulamayan çiftlerin bir yıl içinde çocuk sahibi olamama durumlarında kısırlık olabileceğini belirtiyor:

” İnfertilite (kısırlık) eşlerin ortak problemidir, yetersizlik veya zayıflık değildir.Amacımız, en gelişmiş teknolojik araçlari kullanarak, yenilikleri takip etmek, ekip ruhuyla ve sonsuz ilgiyle takip ve tedavi boyunca hastalarımızın yanında olmaktır.”

Kadına bağlı sebepler :

Tüplerin tıkalı olması
Yumurtlama problemleri ( Hormonal veya operasyona bağlı olabilir )
Rahmin iç yapısı ve ağzı ile ilgili problemler
Endometriosiz
Karın içini kaplayan zara ait problemler
Kadının yaşı

Erkeğe bağlı sebepler:

Sperm sayısının, hareketinin,normal sayısının bir veya birkaçının düşük olması
Ejekulasyon ( boşalma)problemleri
Enfeksiyonlar
Çocukluk döneminde geçirilmiş ateşli hastalıklar
Genetik problemler
Varikosel Bilinmeyen sebepler: Gebe kalamama nedeniyle doktora başvuran çiftlerin % 10-15’ inde yapılan tetkikler sonucunda hiçbir sebep bulunamamıştır.
Tedavi yöntemleri nelerdir?

Çiftlere yapilan değerlendirme sonucunda bazen bir tek tedavi bazen de birkaç tedavinin aşamalarla uygulanması söz konusu olabilir.Yardımla Üreme Tedavi yöntemlerini şöyle sıralıyabiliriz.

1) Aşılama
2) IVF-ICSI ( Tüp Bebek)

Aşılama (İnseminasyon) nedir?

Kadında ilaçlarla oluşturulan yumurta gelişiminin takibi, yumurtlamanın sağlanması ve yumurtlama gününde kocasından alınan spermin özel bir yöntemle yıkanıp iyi hareket eden spermlerin bir kanülle rahimin içine verilmesidir.Bu yöntemin uygulanabilmesi icin spermin yeterli sayı ve hareketlilikte olması ; kadında ise tüplerin açık ve yumurtlamanın var olması gerekir.

IVF ( Tüp Bebek) Nedir?

Kelime anlamı döllenmenin vücut dışında ( İnvitro Fertilizasyon) gerçekleştirilmesidir.Bu yöntemde yumurtanın yanına belli sayıda sperm konur ve yumurtanın içine kendi kendine girerek döllenmeyi gerçekleştirmesi beklenir. IVF uygulanabilmesi için yeterli kalitede sperm ve yumurta bulunmalıdır.Aksi takdirde ICSI uygulanmasına karar verilmelidir.Son zamanlarda daha yüksek döllenme elde etmek amacıyla ICSI uygulaması tercih edilmektedir.

ICSI ( Mikroenjeksiyon ) Nedir?

Spermin yumurtanın içine girip, döllenmeyi gerçekleştiremiyeceğine karar verilen durumlarda uygulanır.Yumurta toplandıktan bir süre sonra dışındaki hücrelerden temizlenir.Hazırlanan örnekten seçilen tek bir sperm yumurtanın içine enjekte edilir.

Tedavi aşamaları nelerdir?

IVF veya ICSI programına girecek olan çiftlerin hazırlıkları yapıldıktan sonra çok sayıda yumurta elde etmek için özel tadaviler uygulanır.Çiftlerin değerlendirilmesi esnasında bu tedavinin hangi protokol ile yapılacağına karar verilir. Kısa protokol da tedaviye adet ile birlikte başlanır.Uzun protokol ise adetin 21. günü başlıyan tedavi yöntemidir.Adetin 21.günü yapılan ultrasonografi sonrası herhangi bir problem yoksa baskılayıcı tedaviye başlanır.Baskılayıcı tedaviyi takiben yumurtaların uyarılması için kas içine veya cilt altına günlük FSH veya FSH+LH içeren ilaçların enjeksiyonuna başlanır.Daha sonra aralıklı yapılan ultrasonografik tetkiklerle yumurta gelişimi takip edilir.Yumurta sayısı ve gelişim hızı yeterli ise tedaviye aynı dozlarda devam edilir.Yumurtalar belirli büyüklüğe ulaşınca çatlatma iğnesi yapılarak, belirli saat sonra yumurta toplama ve işlem için hasta ve eşi hastaneye çağrılır.

Embriyo dondurma ( embriyo freezing) nedir?

Bazı vakalarda yumurta sayısınada bağlı olarak çok sayıda embriyo gelişir.Transferden sonra elimizde yeterli kalite ve sayıda embryo kalmış ise embriyo dondurma işlemi yapılabilir. Eşlerden birinin ölümü, boşanma veya eşlerin beraberce isteği doğrultusunda imha edilebilir .Aksi takdirde üç yıl saklanabilmektedir. Dondurulan embriyolar sayesinde çiftler, gebelik olmamışsa veya ikinci bir gebelik isteğinde mevcut embriyolar çözülerek bir gebe kalma şansı daha elde edebilmektedir.Ancak gebe kalma oranı dondurulmuş embriyo transferinde daha düşüktür.

“Günümüzde tüp bebek uygulamalarında dikkate alınmaya başlayan önemli bir nokta tüp bebek tedavisinin kalite yönetimidir.Burada ailenin eline vereceğimiz sağlıklı bir bebek son ürünümüz ise; bu ürünün oluşum aşamalarının her basamağı, vereceğimiz son ürünün kalitesini belirlemektedir. “

Göğüs Estetiği

Categories: Sağlık Bilgisi | January 28th, 2008 | by admin | 2 comments

Göğüs Büyütme (Breast Augmentation)

Her kadın, güzel görünümlü memelere sahip olmak ister. Gelişme problemi ya da gebelik sonucu hacim kaybeden memeyi, dolgunlaştırmaya yönelik yapılan meme büyütme ameliyatında estetik ve güzel görünümlü meme oluşturmak mümkündür. Büyütmenin oranı, kişinin arzusu, mevcut memenin durumu ve göğüs kafesinin ölçüleri dikkate alınarak belirlenir. Doğum sonrası orta ve ileri derecede sarkması olan memelerde protezin yerleştirilmesi ameliyatına ek olarak meme dikleştirme ameliyatı da yapılmalıdır.

Ameliyat genel anestezi altında yapılır ve tercih edilen tekniğe göre 1.5-3 saat sürer. Hasta 1 gece hastanede kalır. Özel meme korsesi 1 hafta süre ile giydirilir. Meme çevresinde şişlikler ve morluklar oluşabilir ve 7-10 gün içinde geçer. Yönteme göre işe dönebilme süresi değişebilir ve 5-10 gün dür. 5-7 gün ameliyattan sonra uçak yolculuğu yapılabilir.

MEME PROTEZLERİ

Meme büyütmek için kullanılan materyal, silikon protezlerdir. Silikon vücut için zararlı bir madde değildir. Silikon inert bir maddedir, yani vücut içine yerleştirildikten sonra organizma ile kimyasal reaksiyona girmez, moleküler yapısı değişmez. Silikon ile meme kanseri arasında herhangi bir ilişki olmadığı bilimsel bir gerçektir.

PROTEZ İÇERİĞİ

Serum fizyolojik içeren protezler dışı silikondan üretilmiş bir kapsülün içinde serum fizyolojik içerirler. Serum fizyolojik içeren protezler herhangi bir sebepten dolayı (trafik kazası, kesici-delici alet batması, ateşli silah yaralanmaları vb.) delinir, patlar ya da sızıntı yaparsa dışarıya sızan serum, vücut tarafından emilebilir, vücut için zararlı bir etki oluşturmaz. Koheziv jel içeren protezlerin dış kılıfı silikondan üretilir ve içi akıcı olmayan jel silikondur. Akıcı özellikte olmadıkları için, herhangi bir sebepten dolayı delinirse, sızarak bulunduğu bölgeye yayılması söz konusu değildir. Kıvamının daha koyu olmasından dolayı daha şekilli göğüsler elde edilir. Diğer bir kategori ise kombine protezlerdir, yarı jel yarı serum fizyolojik; bu protezler teknoloji ürünü olaraktan protezin daha doğal durmasını sağlar.

PROTEZ ŞEKLİ

Yuvarlak protezler yarım küre şeklindedirler. Yerleştirildikten sonra memenin üst yarısında da dolgun bir görünüm oluştururlar. Anatomik protezler damla şeklindedirler. Şekilleri, memenin doğal şekline daha uyumludur. Yerleştirildikten sonra memenin alt yarısında dolgun bir görünüm oluştururlar.

PROTEZ YUVASI

Meme, yağ dokusu ve süt bezlerinden oluşmuştur. Memenin altında, meme ile göğüs kafesinin arasında göğüs kası bulunur. Protezler, ya meme ile göğüs kasının arasına yani kas üzerine, ya da göğüs kası ile göğüs kafesi arasına yani göğüs kası altına yerleştirilebilir.

Göğüs kasının üzerine yerleştirildiğinde hızlı bir iyileşme sağlanır. Kas altına yerleştirilen protezler kadar doğal bir görüntü oluşturulamaz, elle muayene edildiğinde, protez hissedilebilir. Göğüs kasının üzerine yerleştirildiğinde protez kenarlarının dışarıdan bakıldığında fark edilmesi ya da elle muayene edildiğinde hissedilmesi daha zordur. Bu nedenle daha doğal bir görünüm kazandırılmış olur. Kapsüler ihtimali daha azdır. Göğüs kasının pozisyonu değiştiği için göğüs kasının kasılmasını sağlayan omuz ve kol hareketleri ile ilk birkaç gün ağrı hissedilebilir. Bu nedenle iyileşme süresi birkaç gün daha uzun zaman alabilir.

PROTEZ YERLEŞİMİ İÇİN GİRİŞ YERLERİ

Protezler göğüs bölgesine 4 farklı yerden girilerek yerleştirilebilir:

1- Meme başı çevresi

Ameliyat kesisi, meme başı çevresinin koyu renkli bölgesinin çevresinde, yaklaşık 4 cm. uzunluğunda yarım çember şeklindedir. Meme başı çevresinden kesi yapıldığında protezin yerleştirileceği bölgeye, süt bezleri kesilerek ulaşılır, protezin yerleştirileceği bölgeye ulaşmak için süt bezlerinin kesilmesi, olası bir doğumdan sonra emzirmeyi olumsuz etkileyebilir, meme başının duyusunu sağlayan sinir etkilenebilir, bu durumda meme başında geçici ya da kalıcı uyuşukluk oluşabilir. Ameliyat kesisi, meme başının çevresinde silik bir iz bırakarak iyileşir.

2- Meme altı kıvrım çizgisi

Meme altı kıvrım çizgisi üzerinden, ya da bu kıvrımı oluşturacak çizgi üzerinden 4-5 cm. uzunluğunda kesi yapılır. Ameliyat kesisi, meme altı kıvrım çizgisinde silik bir iz bırakarak iyileşir. Meme altı kıvrım çizgisinden girerek protez yerleştirildiğinde süt bezleri zarar görmez, olası bir doğumdan sonra emzirme problemi oluşmaz, meme başının duyusunu sağlayan sinirin etkilenme ihtimali daha azdır.

3- Koltuk altı

Koltuk altında, derinin katlandığı çizgiler üzerinden protez türüne göre 2-4 cm. uzunluğunda bir kesi yapılarak, memenin altına doğru uzanan bir tünel hazırlanır ve protez bu tünelden yerleştirilir. Protezler, bu yolla genellikle göğüs kasının altına yerleştirilir. Ameliyat kesisi koltuk altında olduğu için, meme bölgesinde ameliyat izi olmaz. Koltuk altındaki ameliyat izi ise kıvrım çizgileri içinde kaldığından dolayı zamanla kaybolur. Bu yolla yapılan girişimin süt bezlerine hiçbir etkisi yoktur. Olası bir doğumdan sonra emzirme sorunları ortaya çıkmaz. Meme başının duyusunu sağlayan sinirin etkilenme ihtimali çok azdır. Bu nedenle meme başının uyuşukluğuna sık olarak rastlanmaz.

4- Karın germe sırasında göbek altından

Karın germe esnasında memenin altına doğru uzanan bir tünel hazırlanır ve protez bu tünelden yerleştirilir. Protezler, bu yolla genellikle göğüs kasının üzerine yerleştirilirancak kas altına yerleştirmek ayrıca mümkün. Ameliyat kesisi olmadığı için, meme bölgesinde ameliyat izi olmaz.

Göğüs Küçültme (Breast Reduction)

Memelerin normalden daha büyük ve ağır olması, kişinin fiziki görüntüsünü bozmasının yanı sıra boyun, sırt ve omuz ağrılarına, normal dik duruş pozisyonunun bozulmasıyla kamburlaşmaya, meme atlarının aşırı terlemesi ile pişik oluşması ve mantar infeksiyonlarına, sütyen askılarının omuz üzerinde derin izler bırakmasına sebep olabilir. Büyük ve sarkık memelerin yol açtığı bu tür şikayetlerden meme küçültme ameliyatları ile kurtulmak mümkündür.

Son yıllarda geliştirilmiş ameliyat teknikleri ile meme başı çevresi ve meme başından aşağı meme altı çizgisine doğru dikey olarak uzanan minimum izi ile istenen büyüklük ve dolgunlukta, son derece dik ve diri meme görüntüsü kazandırmak mümkündür. Bu tür uygulamalarda çıkarılan meme dokusunun miktarına bağlı olmak koşulu ile ameliyat sonrası dönemde doğum yapıldığında anne sütünde bir miktar azalma olabilmesine rağmen büyük bir oranda emzirmek mümkün olabilmektedir. Ameliyatta uygulanan tekniğe bağlı olmaksızın açık tenli ve yara iyileşme fizyolojisi normal olan kişilerde kalan ameliyat izleri çok belirgin değildir. Ancak izlerin belirginliği yine de kişinin yaşına, genetik yapısına ve derinin yapısal özelliklerine göre değişebilir.

Ameliyat genel anestezi altında yapılır, ortalama süresi 3-4 saattir. Hastanede kalış süresi 1 gündür. Ameliyattan sonra kişiyi rahatsız edecek derecede ağrı olmaz. Hissedilen ağrı, ağrı kesici ilaçlar ile rahatlıkla kontrol altına alınabilir. Yapılan ameliyatın etkisinden dolayı memelerde şişlik ve hafif morarmalar olabilir. Ameliyattan 3 gün sonra duş alınabilir ve 5 gün sonra masa başı işler yapılabilir ve uçak yolculuğu sıkıntı yaratmaz. Memenin tam şeklini alması ve yara izlerinin azalması için en az 6 ay gerekir.

Göğüs Dikleştirme (Mastopexy)

Mastopexi veya meme dikleştirme, doğum sonrası sarkan meme dokusunun dikleştirilmesi ve dolgunlaştırılmasını hedefleyen bir ameliyattır. Ameliyatın tekniği memenin sarkıklık derecesine göre değişmektedir. Hafif sarkıklığı olan olgularda meme başı normal pozisyonuna taşınır ve meme başı çevresindeki bollaşmış olan fazla deri çıkarılır. Bu teknik uygulandığında sadece meme başı çevresinde halka şeklinde bir ameliyat izi oluşur. Sarkıklık fazla ise ayrıca memenin alt yarısından da bollaşmış derinin çıkarılması gerekir. Bu durumda meme başının çevresindeki ameliyat izine ek olarak meme başından alt kenara doğru dikey olarak uzanan bir iz daha oluşur. Bu uygulamalar ile meme başı normal pozisyonuna taşınıp bollaşmış olan fazla deriler de çıkarılarak meme dik ve diri görünümünü kazanır. Aynı girişim sırasında memeye dolgunluk kazandırmak için silikon protezler de yerleştirilebilir. Ameliyatı takip eden yıllarda doğum yapıldığında süt bezleri ve süt kanalları zarar görmemiş olacağı için silikon protez uygulanan olgular da dahil olmak üzere herkes bebeğini emzirebilir.

Ameliyatta uygulanan tekniğe bağlı olmaksızın açık tenli ve yara iyileşme fizyolojisi normal olan kişilerde kalan ameliyat izleri çok belirgin değildir. Ancak izlerin belirginliği yine de kişinin yaşına, genetik yapısına ve derinin yapısal özelliklerine göre değişebilir.

Ameliyat genel anestezi altında yapılır, ortalama süresi 2-3 saattir. Hastanede kalış süresi 1 gündür. Ameliyat sonrası kişiyi rahatsız edecek derecede ağrı olmaz. Hissedilen ağrı, ağrı kesici ilaçlar ile rahatlıkla kontrol altına alınabilir. 4-7 gün sonra işe dönülebilir ve uçak yolculuğu yapılabilir. Yapılan ameliyatın etkisinden dolayı memelerde birkaç hafta süren şişlik olabilir. Ameliyat izleri aylar içinde azalır ve belirsiz hale gelir.

Doğum kontrol!

Categories: Sağlık Bilgisi | January 28th, 2008 | by admin | no comments

Tüm aileler ve bireyler kendi doğurganlık davranışları konusunda doğru bilgiye dayalı, bilinçli ve gönüllü bir seçim yapmalıdırlar. Böylece istemedikleri gebeliklerden sağlıklı ve etkin bir biçimde korunabilirler.A-Doğal Yöntemler

Doğal aile planlaması çiftlerin doğurganlık bilinci ile gebeliği önlemeyi ya da oluşturmayı sağlayan bazı kuralları birlikte uygulaması olarak tanımlanır. Dünya Sağlık Örgütü, doğal aile planlamasını, manstrüel sişkusun (adet sişkusu) fertil ve infertil dönemlerinde, doğal belirti ve semptomları gözleyerek gebeliğin planlanması ya da gebeliğin önlenmesi yöntemleri olarak tanımlamıştır.

Doğal Yöntemlerin Etkinliği %75’dir.

1. Servikal Mukus Yöntemi (Rahim Ağzı Salgısı)

Kadın vajinadaki salgıyı kontrol eder. Gözlemini ve salgının eldeki hissini her gün kaydeder. Ovülasyon (yumurtlama) yaklaşırken mukus artar, incelir ve rengi berraklaşır. Daha elastik ve kaygan olur. İki parmak arasında yavaşça uzatılabilir. Bu tür mukus spermlerin yaşamsını ve yumurtaya doğru ilerlemesini sağlar. Ovülasyondan önce ve sonraki dönemlerde mukus azalır ve yapışkan bir hal alır. Vajen kuru hissedilir. Mukusun arttığı bu dönemde cinsel perhiz yapılır.

2. Bazal Vücut Isısı Yöntemi

Ovülasyondan sonra salgılanan pregesteron hormonu ısı arttırıcıdır. Yeni vücut ısısını 0,2 ?C ile 0,5 ?C arasında yükseltir ve bir sonraki menstrüasyona kadar yüksek ısıda tutar. Bu yükselişe termalleşme denir ve bu da bazal vücut ısısı yönteminin temelidir. Ovülasyon denime, vücut ısısını izleyerek saptanabilir.

Cinsel perhiz, menstrüel kanamanın ilk gününden, ısı artışının saptandığı 3. günün sonuna dek sürdürülmelidir. Isı çizgisinin üstünde 3 ısı kaydedene kadar beklenmelidir. Bir sonraki menstrüel kanama başlayana kadar cinsel perhize ara verilir.

Bu yöntem tek başına kullanılmamalıdır. Servikalmukus ve/veya servikal palpasyon (elle muayene) yöntemleri ile birlikte kullanılmalıdır.

3. Servikal Palpasyon (Rahim Ağzını Parmakla Muayene) Yöntemi

Kadın kendi kendini elle muayene ederek, servikal (rahim ağzı) kenarındaki değişiklikleri tanımlayabilir. İnfertil (güvenli) dönemde serviks,dış ağzı kapalıdır ve elle kolayca ulaşılır. Yaklaşan yumurtlama (ovülasyon) ile birlikte ostrojen harmonu düzeyi yükseldikçe serviks yumuşar. Yukarı doğru çekilir ve dış ağızı açılır. Ovülasyondan ortalama 4-5 gün nce yumuşamanın başlaması belirgin hale gelir. Elle rahim ağzı daha zor ulaşılır bir hal alır ve ele gelince de yumuşaktır. Eşler servikste ilk değişikliklerin belirlendiği andan, serviksin kolayca hissedildiği, sert olduğu ve ağzının kapalı olduğu zamana kadar cinsel ilişkide bulunmamalıdır.

4. Takvim Yöntemi

Kadının bir periyodu 30 gün kabul edilirse ovülasyon adetin başlangıcından 16-18 gün sonradır. Buna göre adetin başladığı gün birinci gün olursa, adetin başlangıcından sonraki 14 ile 21. gün arası döllenme için en riskli dönemi oluşturmaktadır. Bu dönemde cinsel ilişkiden kaçınılmalıdır. Menstrvel sişkusun süresinin tam bilinememesi ve bir çok nedenden de etkilendiği için güvenli bir yöntem değildir ve kullanılmamalıdır.

5. Geri Çekme

Cinsel ilişki sırasında erkeğin cinsel organının, boşalmadan önce vajenden çıkartılıp, meninin vajen dışına boşaltılmasıdır. Başarı oranı %75’dir. Başarı ile uygulandığında bile kadında ve erkekte psikolojik ve fizyolojik sorunlar ortaya çıkabilmektedir.

6. Vajinal Yıkama

Bazı kadınlar, vajina duvar ve kanalındaki spermleri yıkayıp atma düşüncesi ile cinsel ilişkiden hemen sonra vajinayı su ile yıkamanın gebeliği önlediğine inanır. Bu yöntem doğum kontrol yöntemi olarak tamamen etkisizdir. Çünkü spermlerin birkaç saniye içinde servikal mukusa geçebilirler.

B- Emzirme ve Gebeliğin Önlenmesi

Adet kanaması olmadıkça emzirmeyle gebelikten korunma yöntemi olarak tanımlanan bu yöntem özellikle doğumdan sonraki ilk aylarda, süt veren kadınların, belli koşullarla doğal olarak doğurgan olmadığı düşüncesine dayanır. Emzirmenin her koşulda gebelikten korumadığı bilinmelidir. Belli koşullarda ve belli süre için emzirme ile korunabilinir. En fazla 6 ayı düzenli emzirme ve adet görülmemesi koşullarında emzirme, kadının bu dönemde yeniden ovülasyona ve adet görmesini geçiktirir. Etkinliği %85’dir.

C- Bariyer Yöntemler

Spermin rahim boşluğuna geçmesini engelleyerek gebelikten korurlar. Bariyer yöntemleri güvenlidir, yan etkileri yoktur, birlikte kullanımı etkinliklerini arttırır. Kondom (prezervatif), dioatrem ve spermisitler bu yöntemlerdendir.

1. Kondom

Cinsel ilişki sırasında penise takılan bir kauçuk kılıftır. Spermin vajinaya girmesini engeller. Sperisitler ile birlikte kullanılması etkinliğini arttırır. Doğum kontrolü dışında, AIDS ve diğer cinsel yolla bulaşan hastalıkların yayılmasını önler.

2. Diyafram

Diyafram rahim ağzını örten, kenarları daha sert, kauçuk bir araçtır ve servikal açıklığa uygulanan spermisit jel ya da krem ile birlikte kullanılır spermisit madde diyafram tarafından fiziksel olarak engellemeyen spermleri öldürür.

3. Spermisitler

Vajinal spermisitler, spermlerin servikse ulaşmadan etkisiz hale getirilmeleri için vajinaya konur. Köpük, tablet, krem şeklinde bulunurlar. Diğer doğum kontrol yöntemlerine göre etkinliği daha azdır. Etkinliğini artırmak için kondom veya diyafram ile birlikte kullanılmalıdır.

D-Oral Konto Septitler (Doğum Kontrol Hapları)

Doğum kontrol hapları şunlardır;

- kombine doğum kontrol hapları

- Yalnız prefesteron içeren haplar (mini haplar)

- Ertesi gün hapı

1. Kombine Doğum Kontrol Hapları

Çok güvenilir bir doğum kontrol yöntemidir. Östrojen ve progesteron hormonları birlikte bulunur. Ostrojen, yumutlamayı (ovulosyonu) baskılar ve döllenmiş yumurtanın gelişmesini engeller. Progesteron rahim ağzı sıvısının azaltıp kıvamının artmasına neden olarak spermlerin geçişini engeller. Etkinliği%99,9’dur. En etkili yöntemdir. Her gün hormon içeren haplardan bir tane alınır. Kullanımı kolaydır. Yumurtalık ve rahim kanseri riskini azaltır, iyi huylu meme hastalıklarını azaltır. Kemik erimesi riskini azaltır. Hap kullanmaya son verdikten sonra doğurganlık yeteneği tekrar devam eder. Kullanmaya başlamadan önce gebelik testi ile gebelik olup olmadığı saptanmalıdır. Meme kanseri, kan pıhtılaşması olanlarda, kalp hastalarında, karaciğer hastalarında kullanılmamalıdır. 6 aylıktan küçük bebek emzirenlerde, sigara içenler, şeker hastalığı, yüksek tansiyon, migren, depresyon tanısı olanlarda ise kontrol altında kullanılmalıdır.

2. Yalnız Progesteron İçeren Haplar (Mini Haplar)

Ostrojen içermezler ve kombine doğum kontrol haplarına göre daha az progesteron içerirler. Kadında doğal olarak oluşan rahim ağzı sıvısını kalınlaştırarak spermin geçişine engel olur ve yumurtlamayı %50 oranında engeller. Etkinliği %96’dır. Her gün aynı saatte alınmalıdır. Emziren kadınlarda kullanılabilir. Ostrojenin yan etkilerinden dolayı kombine doğum kontrol hapı kullanmayan kadınlarda kullanılabilir.

3. Ertesi Gün Hapı

Ertesi gün hapı doğum kontrol yöntemi değildir. Korumasız cinsel ilişkiden sonra, sürdürülmesi kesinlikle istenmeyen gebeliklerin, döllenmiş yumurtanın rahim yüzeyine yerleşmesinden önce önlenmesidir. Tecavüz gibi zorunlu durumlarda başvurulan bu haplar, kullanacak olan kişiye marka belirtilmeden ve paketinden çıkarılarak verilmelidir.

E-Enjete Edilen Doğum Kontrol İlaçları

Pregesteron içeren ilaçlardır. Ovülasyonu (yumurtlama) engeller. Ayrıca, spermin rahime girmesini engelleyen kalın bir servikal mukus da oluştururlar. 3 ayda bir kullanılırlar. Geçici kontrosptit yöntemlerinin en etkililerinden biridir. Adet düzensizlikleri yapabilir. Yumurtalık kanserine karşı da koruyucudur. Ciddi bir tıbbi sorunla karşılaşılmadıkça süresiz kullanılabilir. Hamile olan, karaciğer hastalığı, damarlarında pıtılaşma, meme kanseri, nedeni bilinmeyen kanamalarda kullanılmamalıdır.

F-Deri Altı İmplantleri

Beş yıl süreyle korunma sağlayan etkili, uzun süreli ve geri dönüşümlü bir doğum kontrol yöntemidir. Yapay hormon içeren yumuşak silikondan yapılmış altı ince ve esnek kapsül kadının üst kolunun iç kısmında derinin hemen altında küçük cerrahi bir girişimle yerleştirilir vücuda yavaş yavaş hormon salgılar. İçinde prefesteron hormonu ovülasyonu (yumurtlama) baskılayarak ve servikal mukusu, sperm geçişini engelleyecek biçimde kalınlaştırıp azaltarak gebeliği önler. En etkili doğum kontrol yöntemlerinden biridir gebelerde. Karaciğer hastalığı damarda pıhtılaşması olanlarda meme kanserinde kullanılmaz.

G-Rahim İçi Araçlar (RİA)

Günümüzde RİA, dünyada en yaygın olarak kullanılan geri dönüşümlü, uzun süre etkili doğum kontrol yöntemidir. Türkiye’de en çok Bakır T390A RİA kullanılır. Şekli T harfine benzer.

RİA rahim içine yerleştirilir, genellikle bakır ya da bir steroid hormon içeren, küçük plastik bir cisimdir. RİA spermin üst genital yollara ulaşmasına, yumurtanın (ovum) hareket etmesine engel olarak döllenmeyi engeller. Cinsel ilişkiyi etkilemeyen, güvenli ve çok etkili bir yöntemdir. Emziren kadınlar içinde uygundur.

RİA çıkarılıncaya kadar rahimde durur. Kendiliğinden düşerse vajinadan atılır. Rahim ağzında yara ya da kansere neden olmaz. Yerinde olup olmadığı klavuz ipi yoklanarak anlaşılır. 8 yıl kadar kullanılabilir. Cinsel yolla bulaşan (AİDS gibi) hastalıklara karşı koruma sağlamaz.

Kadının hamile olmadığından emin olunduğunda adet süresi boyunca herhangi bir zamanda uygulanabilir.

H-Gönüllü Cerrahi Sterilizasyon

Gönüllü cerrahi sterilizasyon (kısırlaştırma) bütün dünyada kabul gören ve giderek yaygınlaşan bir aile planlaması yöntemidir. Baka çocuk istenmeyen ve doğurganlıklarını sona erdirmek isteyen çiftler için en güvenli yöntemlerden biridir. Doğurganlığı kalıcı olarak sona erdiren 18 yaşını doldurmuş olan herkese rızası ile, evliyse eşinin de onayı alınarak işlem yapılabilir. Kadında tüp ligasyonu (tüplerin bağlanması), erkekte vazektemi (sperm kanallarının bağlanması) şeklinde yapılan işlem, eğer istenilirse mikro cerrahi yöntemler ile düzeltilip, geriye dönüş de sağlanabilir. Ancak tekrar bu düzeltme işlemleri çok pahalı, zaman alıcı ve kesin sonuç garanti edilemez. Kadında tüp ligasyonu (tüplerin bağlanması) cinsel işlevleri etkilemez. Her iki tüp bağlandığı için yumurtalıktan gelen yumurta rahime ulaşamaz ve döllenmede engellenmiş olur.Erkekte uygulanan vazektemi (sperm kanalının kesilip bağlanması) yönteminde spermin mekanik olarak dışarı ulaşması engellenmiş olur. Erkekte cinsel istek ve tenksiyonlar yönünden bir bozukluğa neden olmaz. Geri dönülmesi güçtür, kalıcı bir yöntem olarak kabul edilmelidir.

Windows 7 Yakında Çıkabilir

Categories: Teknoloji Haberleri, İnternet Haberleri | January 27th, 2008 | by admin | no comments

Vista’nın halefi Windows 7, planlandığı gibi 2010′da değil de önümüzdeki sene çıkabilir. Bu spekülasyona kaynak olarak ise Microsoft’un yeni zaman planı gösteriliyor. Bilgilere göre Redmond’lular ilk Windows 7 sürümünü (Milestone 1 = İlk kilometre taşı) seçilmiş ortaklara yollamış bulunuyor.Zaman planına göre ikinci kilometre taşı (Milestone 2) 2008 Nisan/Mayıs aylarında ve üçüncü kilometre taşı ise üçüncü çeyrekte öngörülüyor. İlk beta hatta RC sürümü için çıkış tarihleri henüz kesinleşmiş değil. Fakat düzenlenmiş yol planı 2009 yılını gösterir nitelikte.

İlk özellikler ufukta belli oldu
Seçilmiş ortaklara gönderilmiş olan Windows 7 Milestone 1′in (M1) grafik sistemi farklı üreticilerin ekran kartlarını paralel olarak çalıştırmayı destekleyecek. Ayrıca M1 yeni Media Center’a da bir bakış atma imkânı da sunuyor. Fakat yazılımın ses çıkışı şimdilik sadece PC hoparlörleri üzerinden olacak.

2007 sonunda bir Microsoft teknisyeni blogunda bazı noktaları açığa çıkarmıştı: Dokunmatik kullanıcı arabirimi özelliklerini sevenler Windows 7′ye bayılacaklar. Eric Traut Illinois Üniversitesinde yaptığı bir sunumda (Video) geliştirilmiş sanallaştırma özellikleri ve 33 MB bellek ile yetinebilen mini çekirdek Min-Win’den bahsetmişti.

 

Uzaydan Dünyaya Kağıt Uçak Girecek

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | January 27th, 2008 | by admin | no comments

Japon astronot Koichi Wakata, kasımda göreve gideceği Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan dünyaya káğıt uçak fırlatacak. Japonya Origami Uçak Derneği tarafından geliştirilen 20 cm boyundaki minyatür uzay mekiği biçimindeki káğıt uçak atmosfere girerken 200 derece sıcaklığa dayanacak şekilde kimyasal madde ile kaplı.

Atmosferde incelemeler yapacak yeni nesil uçaklar geliştirilmesini amaçlayan tarihi deney için yeryüzündeki ilk deneme, Tokyo’da bir rüzgár tüneli içinde uçağın 8 cm’ lik bir modeliyle 300 derece sıcaklıkta yapıldı. Uzmanlar “Uçağın yere konup konmayacağını bilemiyoruz ancak başarılı olursa, atmosferden çıkıp geri dönecek uçakların geliştirilmesi yolunda önemli bir adım olacak” dedi.

Bahar Alerjisi Olanlar için

Categories: Bilim Teknik, Sağlık Bilgisi | January 27th, 2008 | by admin | no comments

Bahar alerjisiİlkbaharla birlikte artan polenlerin, alerjiye duyarlı kişilerde bahar nezlesini tetiklediği ve yaşam kalitesini düşürdüğü bildirildi.

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Barlas Aydoğan, ilkbahar aylarıyla birlikte, “çiçek tozları“ olarak bilinen polenlerin, rüzgar ve böcekler sayesinde çevreye dağılmaya başladığını belirtti.

Çiçek polenlerinin mevsimsel alerji riskini yaygınlaştırdığını belirten Aydoğan, “Polenlere duyarlı kişiler, tedbirli davranmalı, gerekmedikçe polenlerin çok olduğu ortamlarda bulunulmamalı“ dedi.

Polen alerjisinin, “bahar nezlesi“ olarak da bilinen hapşırık, burunda akıntı ve kaşıntı, gözlerde kızarıklık gibi belirtilerle ortaya çıktığını ifade eden Aydoğan, şöyle konuştu:

“Polenler alerjik rinit dediğimiz burun akıntısı, burun tıkanıklığı, geniz akıntısı, ağızdan nefes alıp verme gibi şikayetlere neden olur.Hatta gerekli tedbirler alınmazsa çok şiddetli hal alan bu nezle türü, astım, bronşit gibi alt solunum yolunu ilgilendiren hastalıklara da neden olur.“

DirectX 10.1 Destekli ATI Radeon Ekran Kartları Nvidia’dan Önce Piyasada

Categories: Bilgisayar Dünyası, Teknoloji Haberleri | January 27th, 2008 | by admin | no comments

Ati Radeon Ekran KartıNvidia’nın ezeli rakibi ATI, DirectX 10.1 destekli 3800 serisi ekran kartlarını, elini çabuk tutarak Nvidia’dan daha önce piyasaya sürdü. Fakat ATI’nin, bu üst sınıf karta alternatif olarak daha hesaplı üç yeni ekran kartını da yakın zamanda piyasaya sürmesi bekleniyor.

3800 serisine alternatif olacak 3400 serisi iki farklı model ile karşımıza çıkıyor: HD 3450 ve HD 3470. HD 3450, 256MB DDR2 RAM, HD 3470 ise 256 MB 950MHz GDDR3 RAM ile piyasaya sürülecek. Radeon HD 3600 ise “Stream” mimarisine sahip RV635 Pro GPU işlemci ile sunulacak. 

HD 3400 serisinin fiyatının $49-65 arası, HD 3600′ün fiyatının ise $79-99 arasında olması bekleniyor.

Yapay Yaşam Çok Yakında!

Categories: Bilim Teknik, Sağlık Bilgisi | January 27th, 2008 | by admin | no comments

KromozomLaboratuar ortamında üretilmiş ilk kromozomu ekim ayında yarattıklarını açıklayan bilim adamlarının “yapay yaşam çok yakında” sözü doğrulandı. Science Dergisi’nde dün yayınlanan makalede, Amerikalı uzmanların “sentetik kromozomu” nasıl elde ettikleri anlatılıyor. Bir sonraki adımda yaratılan bu yapay kromozom, canlı bir hücreye yerleştirilecek ve ortaya ilk yapay organizma çıkacak.

AMERİKALI biyolog ve girişimci Craig Venter (61), kimyasal maddeler kullanarak bir bakterinin DNA dizilimini hangi bilimsel yöntemlerle aynen oluşturduğunu, Science Dergisi’nin dün yayımlanan son sayısında anlattı.

1990’larda devlet tarafından finanse edilen bilim adamlarıyla insanın genetik kodunu çözme yarışına giren ve son dönemde okyanuslarda daha önce bilinmeyen genleri arayan Craig Venter, “Son çalışmamız, yeni bir hayat yaratma yolunda nihai olmasa bile çok önemli bir adım” dedi. Venter’ın Maryland eyaletindeki “J. Craig Venter Enstitüsü”nde (JCVI) çalışan ekibi, yapay yaşamın en verimli formunu yaratmak amacıyla, önce az sayıda gene sahip basit bir bakteriyi seçti. “Mikoplazma genitalyum” adlı bakterinin 485 geninden 100 tanesinin hayati işleve sahip olmadığı keşfedildi.

CANLIYI ÖRNEK ALDI

Uzmanlar, “mikoplazma genitalyum” adlı basit bir bakterinin bütün DNA şifresini, kimyasal maddeler kullanarak laboratuvarda yeniden yarattılar. 485 gendeki 582 bin baz çiftinden oluşan şifre, bugüne kadar yapay yollarla üretilmiş en büyük gen kodu. Bir önceki denemede ancak bundan 20 kat daha kısa bir şifre yaratılabilmişti. Süreci Science Dergisi’ne anlatan uzmanlar, bu işlemi, hazır bir bilgisayara işletim sistemi kurmaya benzettiler.

SARMAL KOPYALAR

Sentetik kromozomun oluşturulması için, aralarında Nobel ödüllü bilim adamı Hamilton Smith’in de bulunduğu ekip, uzun DNA sarmalları inşa ederek işe başladı. Her bir sarmal, örnek alınan bakterinin genetik kodunun dörtte biri uzunluğundaydı. Oluşturulan yapay kopyalar, maya hücreleri içerisine sokularak tüm bir kromozomu meydana getirdiler. Bu sentetik kromozoma “M genitalyum JCVI-1.0″ adı verildi.

BİR SONRAKİ HEDEF

Bilim adamlarının bir sonraki hedefi, sentetik kromozomu bir hücreye yerleştirmek. Hücreyi ele geçirecek olan sentetik kromozom, ona artık “canlı” işlevlerini kazandıracak, çoğalıp büyümesine imkan sağlayacak. Venter’in ekibi bu işlemin tatbikatını zaten yapmış ve başarılı olmuştu. Aynı işlemin sentetik kromozom kullanılarak yapılması, “yapay organizmanın” yaratılması yolunda son adım olacak.

Ne işe yarayacak

HAVAYI TEMİZLER

Laboratuvar ortamında üretilen canlı organizmalar, sayısız kullanım alanı bulabilir. Mesela karbondioksit emen yaşam formları üretilip küresel ısınmayla mücadele edilebilir. Ayrıca alternatif enerji kaynakları da yaratılabilir.

YAKIT ÜRETEBİLİR

Araştırmayı yürüten Craig Venter, yakıt üreten yapay bir mikrobun trilyon dolar edebileceğini bildirdi. Biyoetik örgütleri ise endişeli.Devlet denetimi olmadan kendi çıkarları için hayatın temelleriyle oynayan bu araştırmaların durdurulmasını isteyenler var.

Böbrek Naklinden Sonra İlaç Kullanma Tarih Oluyor

Categories: Bilim Teknik, Sağlık Bilgisi | January 25th, 2008 | by admin | no comments

Böbrek NakliDoktorların, böbrek nakli olmuş hastaları, vücutlarının bu organı reddetmesini önlemek için ömür boyu ilaç almaktan kurtaracak yeni bir yöntem geliştirdiği bildirildi.

New England Tıp Dergisi’nde yayımlanan araştırmaya göre, tedavi sırasında hastanın bağışıklık sistemi zayıflatılıyor ve organı bağışlayacak kişiden alınan kemik iliği hastaya naklediliyor. Kemik iliği naklinden sonra hastanın vücudunda yeni bağışıklık hücreleri oluşuyor. Bu hücreler, vücudun nakledilen organı kabul etmesine yardımcı oluyor.

Araştırma kapsamında yeni tedavi yönteminin denendiği 5 nakil hastasından 4′ünde başarı sağlandığı ve hastaların 2 ila 5 yıl kadar sonra ilaçlarını bırakabildiği kaydedildi.1980′li yıllarda vücudun organı reddetmesini önleyen ilaçlar yaygın şekilde kullanılmaya başlandı. Ancak kanser riskini artıran bu ilaçların ciddi yan etkileri bulunuyor.

Suriye’de 3. Yüzyıldan Kalma Mezarlık Bulundu

Categories: Arkeoloji, Bilim Teknik | January 25th, 2008 | by admin | no comments

Suriye’nin kuzeydoğusundaki Lazkiye’de 3′üncü yüzyıldan kalma bir mezarlık ortaya çıkarıldı.SANA haber ajansı, mezarlığın haç şeklinde olduğunu, 10 iskeletle birlikte çömlek ve madeni para bulunduğunu duyurdu.

 

Haber ajansı, Şam’ın 707 kilometre kuzeydoğusundaki alanda, eski Suriye
dilindeki yazılara da rastlandığını belirtti.

Mars’ta Canlı Olduğu Haberleri Asparagas!

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik | January 25th, 2008 | by admin | no comments

marsÇanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Ulupınar Gözlemevi ve Astrofizik Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Osman Demircan, bazı gazetelerde yer alan ve Mars’ta var olduğu iddia edilen canlı türünün, NASA’nın yayınladığı orijinal fotoğraflarda yer almadığını, belirtti.Prof. Dr. Demircan, Prof.Dr. Mehmet Emin Özel ile Spirit adlı uzay aracının Mars’tan 4 yıl önce geçtiği fotoğrafların orijinallerini NASA’nın internet sitesinden incelediklerini, ancak insana benzer bir varlığa rastlamadıklarını belirtti.

 

Bu tür resimleri yayınlayanların çok farklı amaçları olabileceğini ileri süren Demircan, “Bilgisiz insanları toplayıp seminerler, konferanslar veriyorlar, dernekler kuruyorlar. Dünyada bu yönde çok değişik çalışmalar var” dedi.

“Mars’ta canlı yaşaması mümkün değil”

Prof. Dr. Demircan, fotoğrafı incelediklerinde “yaratık” olarak adlandırılan görüntünün üzerinde özel bir kıyafet bulunmadığını, Mars’taki atmosfer koşulları göz önünde bulundurulduğunda, düşük basınç yüksek karbonmonoksitli ortamda özel kıyafet olmadan yaşamanın mümkün olmayacağını söyledi.

Prof. Dr. Demircan, Mars’ta dünya dışı bir yaratık olması için yaşam merkezleri bulunması gerektiğini savundu.

2 yılda bir Mars’a uzay aracı gönderildiğini, binlerce fotoğraf çekildiğini anımsatan Demircan, şöyle konuştu:

“Mars’ta hayat olsa canlıların yaşam merkezleri olmalı, evleri, binaları olmalı. Böyle yapılara şimdiye kadar rastlanmadı. Mars’ta bir canlının izine gerçekten rastlansa bunu ilk önce NASA duyurur, doğru yorumları yapar, o yönde adımlar atılır.
 
Bu fotoğrafı bir inşaat alanında da çekmek mümkün. Mars’ta var olduğu iddia edilen canlı türü, NASA’nın yayınladığı orijinal fotoğraflarda yer almıyor.
 
Fotoğraflar, sadece insanların kafasını karıştırmak için uydurulan bir görüntü” diye konuştu.

Ulupınar Gözlemevi ve Astrofizik Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mehmet Emin Özel ise basında yer alan fotoğraflarda photoshop söz konusu değilse taşların göz yanılması nedeniyle “canlı” olarak algılanabileceğini söyledi.

Daha önce de “Mars’taki yüz” olarak bilinen bir olay yaşandığını hatırlatan Özel, “NASA, çalışmalarını Mars’ta hayat olup olmadığı yönünde sürdürüyor. Tüm çalışmalar bu konu üzerinde. Ancak bugüne kadar kesinleşmiş bir sonuç elde edilemedi. NASA bu tür bilgileri öncelikle hükümete aktarır, hükümet açıklar” dedi.

2010′da Uzaya ilk Ticari Uçuş

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik, Teknoloji Haberleri | January 25th, 2008 | by admin | no comments

İngiliz maceracı iş adamı Sir Richard Branson, 2010′da ticari uçuşlara başlaması planlanan uzay aracının nihai tasarımını tanıttı.Virgin şirketlerinin sahibi Branson, New York’ta düzenlediği basın toplantısında, halen Kaliforniya’da inşası süren ve yüzde 60′ı tamamlanan SpaceShipTwo adlı uzay aracının test uçuşlarının Haziran’da başlamasının öngörüldüğünü belirtti.
 
Uzay turizminin çok büyük bir potansiyeli bulunduğuna inandığını ve bu projenin başarılı olmasının çok büyük önemi bulunduğunu söyleyen Branson, “Eğer bunu başarırsak, uzay aracı fırlatma sistemleri ve uzay teknolojisine özel sektörün para yatırmasını sağlamasının yolunu açmış oluruz” diye konuştu.
 
2 pilot, 6 biletli yolcu taşıyacak ve bir koltuğun 200 bin dolara satılacağı seyahatler için şimdiden aralarında aktris Victoria Principal, fizikçi Stephen Hawking ve Hollanda Prensesi Beatrice’in bulunduğu 200 kadar potansiyel uzay turistinin depozit yatırdığı belirtiliyor.
 
XPrize ödüllü SpaceShipOne tasarımı temelinde geliştirilen SpaceShipTwo adlı yaklaşık 20 metre uzunluğundaki uzay aracıyla yapılacak uçuşlar 2 saat sürecek ve yolculara 4,5 saat yer çekimsiz ortamda bulunma imkanı sağlanacak.
 
White Knight (Beyaz Şövalye) adlı ana gemiyle, Concorde’un seyrüsefer irtifası olan 50 bin feet irtifaya çıktıktan sonra, ana gemiden ayrılarak motorlarını ateşleyecek uzay aracı, 110 kilometre irtifaya ulaşabilecek.

 

Göğüs Kanseri, Sebepleri, Alınması Gereken Önlemler

Categories: Sağlık Bilgisi | January 25th, 2008 | by admin | no comments

Vücudumuzda ki tüm organlar hücrelerden yapılmışlardır. Hücreler çok küçük birimlerdir ve ancak mikroskop altında görüntülenebilirler.Yanlış Mamogram meme kanserini engeller.

Normal vücut hücreleri sistemli bir şekilde büyür, bölünür ve ölür. Hayatımızın ilk yıllarında yetişkin oluncaya dek normal hücreler daha hızlı bölünür. Yetişkinliğe ulaşılmasının ardından, pek çok dokuda hücreler yanlızca ölen hücreleri yenilemek ve yaralanmaları gidermek amacı ile bölünmeye devam eder. Normal şartlar altında, eğer yeni hücreler gerekmiyorsa her hücrenin içinde bulunan bazı mekanizmalar hücreye bölünmesini durdurmasını söyler.

Buna karşın kanser hücreleri, büyümeye ve bölünmeye devam ederler ve vücudun diğer bölgelerine yayılırlar. Kanser hücreleri birikerek tümörleri (kitleleri) oluştuturlar, tümörler normal dokuları sıkıştırabilirler, içine sızabilirler yada tahrip edebilirler. Eğer kanser hücreleri oluştukları tümörden ayrılırsa, kan yada lenf dolaşımı aracılığı ile vücudun diğer bölgelerine gidebilirler. Gittikleri yerlerde tümör kolonileri oluşturur ve büyümeye devam ederler. Kanserin bu şekilde vücudun diğer bölgelerine yayılması olayına metastaz adı verilir. Tümör vücudun başka bölgelerine yayılmış olsada orijinal olarak oluştuğu organın adı ile anılır. Örneğin kemiklere sıçramış olan prostat kanseri hala prostat kanseri, akciğerlere sıçramış olan meme kanseri hala meme kanseridir.

Lösemi genellikle tümör oluşturmayan bir kanser türüdür. Lösemide kanser hücreleri kan ve kan oluşturan organlarda (kemik iliği, lenf sistemi ve dalak) gelişir, ve diğer organların dokuların içinde dolaşır, birikebilir.

Akılda tutulmalıdır ki, tüm tümörler kanser değildir. Kanser olmayan tümörler metastaz yapmaz ve çok seyrek görülen istisnalar dışında yaşamsal tehlike oluşturmazlar.

Kanserler oluşmaya başladıkları organ ve mikroskop altındaki görünüşlerine göre sınıflandırılırlar. Farklı tipteki kanserler, farklı hızlarda büyürler, farklı yayılma biçimleri gösterirler ve farklı tedavilere cevap verirler. Bu nedenle kanser hastalarının tedavisinde, var olan kanser türüne göre farklı tedaviler uygulanır.

Kanser istatistiklerinin diğer ülkelere oranla daha iyi tutulduğu amerikada, bu istatistikler göstermiştir ki erkeklerin yarısı kadınların ise üçte biri hayatlarının bir evresinde kansere yakalanacaklardır. Günümüzde, milyonlarca insan kanserli yada kanseri tedavi edilmiş olarak yaşamaktadır. Sigaranın bırakılması yada daha sağlıklı beslenme alışkanlıklarının adaptasyonu gibi aktivitelerle yaşam stilinin değiştirilmesi, pek çok tür kansere yakalanma riskini önemli oranlarda azaltılabilir. Kanser tanısı ne kadar erken konursa, tedavisi o kadar erken başlar ve kanser tedavisi ne kadar erken başlarsa tedavinin başarıya ulaşma şansı da o kadar yüksek olur.

‘Her sekiz kadından biri meme kanseri olur.’ betimlemesi ile rastgele seçilen her sekiz kadından bir tanesinin meme kanseri olacağı kesindir, demektir.

Doğru Her sekiz kadından biri istatiği yıllık bir tahmin değildir. Bu rakam, 95 yıllık bir yaşam süresi göz önüne alınarak hesaplanmış bir değerdir. Varsayalım ki araştırmacılar bugün doğmuş olan çok sayıda kız çocuğunu gözlem altına aldılar ve onları 95 yaşına gelinceye kadar izlediler, bu kızlardan sekiz de biri (yaklaşık olarak %12.5i) hayatlarının her hangi bir döneminde meme kanserine yakalanacaklardır.

Yanlış Yalnızca kadınlar meme kanserine yakalanırlar.

Doğru Göreceli olarak çok çok daha seyrek görülmesinse karşın, erkekler de meme kanserine yakalanabilirler ve meme kanseri tanısı konmuş erkeklerin yaklaşık olarak üçte biri bu hastalıktan hayatını kaybeder. İstatistiki veriler, her 100 meme kanseri vakasından birinin erkeklerde görüldüğünü göstermektedir. Göreceli olarak az miktarlarlarda da olsa erkekler de hem göğüs dokusu, hem de meme kanseri ile ilişkisi olduğu bilinen kadınlık hormonları vardır. Toplumda yaygın olan meme kanseri bir kadın hastalığıdır yanılgısı nedeni ile erkekler genellikle kanserin erken belirtilerini görmezden gelmektedir. Bu duyarsızlık geç tanı konmasına, dolaysıyla da daha yüksek ölüm oranlarına neden olmaktadır.

Yanlış Yalnızca ailesinde meme kanseri bulunan kadınlar, meme kansri için yüksek risk grubundadırlar.

Doğru Meme kanseri olan kadınların %80 den fazlası, hiç bir risk grubuna dahil değildir. Ailede başka birinin meme kanseri hastası olması, meme kanserine yakalanma riski üzerinde önemli bir etkiye sahiptir; özellikle birinci dereceden bir yakınınız, sözgelimi anneniz, kızkardeşiniz veya kızınızda meme kanseri varsa, sizde de ortaya çıkma ihtimali iki kat fazladır. Öte yandan ailede hastalığın olmaması, tehlikeden uzak olduğunuz anlamına da gelmez.

Yanlış Meme kanseri çoğunlukla genetik kökenlidir.

Doğru Meme kanserlerinin çok küçük bir yüzdesinin normal olmayan genlerle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Araştırmacılar 17 numaralı kromozomda bulunan iki adet genin (BRCA1 ve BRCA2, Meme kanseri geni 1 ve 2) yüksek göğüs riski ile ilişkisini ortaya koymuşlardır. Meme kanserine yakalanma riskini arttıran başka genlerin olması olasıysa da, tanı konmuş meme kanserlerinin yalnızca %5 i BRCA1 ve 2 genlerinin değişime uğraması ile (mutasyonu) ilintilidir. Mutasyona uğramış BRCA genine sahip olmak meme kanserine yakalanma riskini arttıran faktörlerden yalnızca biridir. Diğer faktörler: yaş, aile tarihçesi, yüksek yağlı beslenme alışkanlığı, adet görmeye erken yaşta başlama, menepoza 50 yaşından sonra girme, çocuk sahibi olmama, ilk çocuğa 30 yaşından sonra sahip olma, yapılan biyopsilerde habis olmayan tümörlerin bulunması, vb. Meme kanseri olan kadınların %80 den fazlası görünürde hiç bir risk grubuna dahil değildir.

Yanlış Yaşlı kadınların meme kanserine yakalanma riski genç kadınlardan daha azdır.

Doğru Kadınların yaşı ilerledikçe, meme kanserine yakalanma riskleride artar. Gerçekteyse, yaş meme kanserine yakalanma riskini arttıran en önemli faktörlerden biridir. Bu nedenle, meme kanserinin erken aşamada tanısının konması amacı ile 40 yaşı ve üzerindeki kadınların yıllık klinik kontrollerne ve aylık kişisel göğüs kontrollerine ek olarak yılda bir kez kontrol amaçlı mamografi çektirmeleri önerilir. Göreceli olarak daha yüksek risk grubunda olan kadınlar doktor önerisi ile daha erken yaşlarda düzenli mamogram çekimine başlayabilirler.

Yanlış İlerlemiş yaşlarda meme kanseri tanısı konmuş kadınların, kapsamlı tedavi görmelerine gerek yoktur.

Doğru Meme kanseri teşhisi konmuş ve tanı konma zamanında kapsamlı tedavi görmemiş yaşlı kadınların ölüm oranlarında artış gözlenmiştir. Aslında, genelde meme kanseri yavaş gelişim gösteren bir hastalıktır ama zaman zaman saldırgan da olabilir ve vücudun diğer bölgelerine çok çabuk sıçrayabilir (Metastaz yapabilir).

Doğru Mamogram meme kanserini engellemez, ancak mamografi meme kanserinin erken aşamadayken tanısının konmasını sağlayan mükemmel bir araçtır. Günümüzde, mamogram semptomu olmayan (şikayeti olmayan) kadınlarda meme kanseri tanısı konabilmesini olanaklı kılabilen, güvenilirliliği kanıtlanmış bir yöntemdir. Bu nedenle, meme kanserinin erken aşamada tanısının konması amacı ile 40 yaşı ve üzerindeki kadınların yıllık klinik kontrollerne ve aylık kişisel göğüs kontrollerine ek olarak yılda bir kez kontrol amaçlı mamografi çektirmeleri önerilir. Göreceli olarak daha yüksek risk grubunda olan kadınlar doktor önerisi ile daha erken yaşlarda düzenli mamogram çekimine başlayabilirler.

Yanlış Mamogram meme kanserine yol açar.

Doğru Mamogram güvenilir bir yöntemdir ve mamogram çekilirken göğsün görüntülenmesi amacı ile kullanılan radyasyon düzeyi çok düşüktür. Modern mamografi sistemleri genellikle 0.1 ila 0.2 rad (rad ışıma miktarını ölçmek için kullanılan bilimsel bir ölçü birimidir) düzeylerinde x-ışını kullanır. Bu alanda oluşturulmuş uluslararası standartlar vardır, ve bu standartlar olası en düşük radyasyon düzeyinin kullanılmasını zorunlu kılar. Hastalara düşen sorumluluk kullandıkları mamografi merkezlerinin bu tip standartlara uygun olarak işlemlerini gerçekleştirdiklerinden emin olmaktır.

Yanlış Mamografi erken aşamadaki meme kanserinin tanısının konmasında %100 güvenilir bir yöntemdir.

Doğru Mamografinin meme kanserlerinin %85 ila %90 ını görüntüleyebildiği tahmin edilmektedir. Göğüsteki anormalliklerin büyük bir kısmı mamografi ile görüntülenebilirken, bir kısmıda görüntülenemez. Bazen göğüsteki anormallik çevresindeki doku ile aynı yoğunluğa sahiptir, bu da mamografiden görüntülenememesine yol açar. Eğer kadın yada doktoru göğüste bir kitle bulursa, mamografın bir oluşum göstermemesine, kanser belirtilerinin mamografide negatif olmasına rağmen sonucun açıklığa kavuşturulması için alternatif yöntemler denenmelidir.

Yanlış Mamografi ile tanısı konan kanserler tedavi edilebilir kanserlerdir.

Doğru Mamografi meme kanserinin erken aşamadayken tanısının konmasını sağlayan mükemmel bir araçtır. Göğüsteki anormalliklerin büyük bir kısmı mamografi ile görüntülenebilirken, bir kısmıda görüntülenemez. Bazı kanserler çok saldırgan olabilirler ve vücudun başka bölgelerine mamogram ile görüntülenebilecek boyuta gelmeden önce sıçrayabilirler. Genelde, meme kanseri çok yavaş gelişen bir hastalıktır. Meme kanserinin, tek bir hücre boyutundan bir santimetre çapında bir tümör boyutuna ulaşması altı ila sekiz yıl alabilir. Bu çok uzun gelişim süreci, saldırgan kanserlerin kan veya lenf sistemi aracılığı ile vücudun başka bölgelerine taşınmasına olanak tanır. Bu nedenle, düzenli mamografiye başlamaya yaşı sayılan 40 yaşından önce kadınların 20 yaşından başlayarak aylık kişisel göğüs kontrolü yapmaları ve 30 yaşından başlayarak yıllık klinik göğüs kontrollerine başlamaları önerilir.

Yanlış Meme kanseri bulaşıcıdır.

Doğru Kanser bulaşıcı bir hastalık değildir. Meme kanseri göğüs hücrelerinin sayısının kontrolsüz olarak artımı olarak tanımlanabilr. Bu kontrolsüz artım göğüs dokusundan yapılmış tümör oluşumuna neden olur. Bir kadının hücrelerinde oluşabilecek bu tipte değişimler başka bir kadını etkilemez.

Yanlış Bütün göğüs kitleleri kanserdir.

Doğru Genelde, göğüste bulunan kitlelerin %80i kanser olmayan değişimlerdir. Bu yüzde ilerleyen yaş ile değişir. Genç kadınlarda bulunan kitlelerin %80inden fazlası kanser olmayan değişimler iken, ilerleyen yaşla birlikle kanser olan kitlelerin yüzdesi de artar. Bununla birlike, yaş faktöründen bağımsız olarak göğüste bulunan her kitlenin bir doktor gözetiminde tam tanımlanmasının yapılması önerilir. Özellikle iki adet dönemi boyunca kalıcılığını koruyan veya küçülme göstermeyen değişimlerin kesinlikle doktora bildirilmesi önerilir.

Yanlış Göğüslerinde normalde yumrular (kitleler) bulunan kadınların meme kanserine yakalanma riski daha fazladır.

Doğru Geçmişte uzmanlar göğüsleri doğal olarak yumru yumru olan kadınların meme kanserine yakalanma riskinin daha fazla olduğuna inanmışlardı. Ancak, yapılan istatistikler bunun doğru olmadığını gösterdi. Göğsünde doğal olarak kitleler bulunan kadınlar kanser olmayan fibrokistik değişimlere sahiptirler. Fibrokistik değişimlerin belirtileri arasında, kistler (cepler halinde sıvı toplanmaları), fibrosis (bağlayıcı doku da yara benzeri oluşumlar), yumrulaşma, artan hassasiyet ve göğüs ağrısı vardır. Kanser olmayan bu tip oluşumlardan oldukça nadir görülen atypical hyperplasia (göğüs hücreleri sayısında görülen anormal artış), meme kanserine yakalanma riskini arttırabilir. Ancak, göğüs biopsilerinin yaklaşık olarak %3ün de atypical hyperplasia (AH) tanısı konmaktadır.

Yanlış Eğer göğüsteki kitle ağrı veriyorsa, kanser değildir.

Doğru Meme kanserlerinin bazılarında ağrı vardır, ancak çok nadir durumlarda ağrı tek başına bir meme kanseri belirtisidir. Eğer göğüs ağrısı şikayeti anormallik gösteren bir mamogram ile desteklenmiyorsa, doktorların pek çoğu daha detaylı görüntüleme yöntemlerini gereksiz bulurlar çünki bu gibi durumlarda meme kanseri riski çok azdır. Göğüs ağrısı kanser olmayan göğüs şikayetleri arasında en yaygın olanlardandır ve pek çok nedenden dolayı olabilir. Her iki göğüstede bulunan ağrıların kanser belirtisi olma olasılığı göreceli olarak yalnızca tek göğüste bulunan ağrılardan daha azdır.

Yanlış Kişisel meme kanseri kontrolü yapılması en uygun yer banyodur.

Doğru Kişisel meme kanseri kontrolü banyo da da yapılabilir, ancak ıslak, sabunlu eller kadının göğsündeki anormallikleri hissetmesini zorlaştırabilir. Buna ek olarak, soğuk hava ve su, göğüs ve göğüs ucunun sertleşmesine neden olarak değişimlerin hissedilmesini güçleştirebilir. 20 yaş ve üstündeki her kadın aylık göğüs kontrollerini üç ayrı pozisyonda yapmalıdır. Yatarak, ayakta ve bir aynanın önünde (göğsün görsel kontrolü için).

Yanlış Küçük göğüslü kadınlar meme kanserine yakalanmazlar.

Doğru Meme kanseri dokusunun miktarının meme kanserine yakalanma riski üstünde hiç bir etkisi yoktur. Göğüs boyutunun kesinlikle meme kanseri riski ile bağlantısı yoktur.

Yanlış Kahve içmek meme kanserine yakalanma riskini arttırır.

Doğru Kahve meme kanserine yol açmaz. Fareler üzerinde yapılan bazı çalışmalar, kahvenin aslında kanser riskini azalttığını göstermiştir. Uzmanlar geçmişte kafeinin fibrokistik değişimlere (sıkça görülen kanser olmayan değişimler) neden olmasından dolayı kanser riskini arttıran bir faktör olarak görmüşlerdi. Bazı kadınlar kafein alımını azaltmak amacı ile kahve, çay, çikolata ve kolalı içecek tüketimini azalttıklarında vücuttaki sıvı tutumunun azalmasına bağlı olarak göğüsteki bazı rahatsızlık hislerinin azaldığını gözlemleyebilirler. Aslında bu konu uzmanlar arasında tartışmalı bir konudur, çünkü bu konuda yapılan araştırmaların sonunda tutarlı ve güvenilir sonuçlara ulaşılamamıştır.

Yanlış Koku/ter önleyici deodarantlar önemli kanser sebeplerinden biridir.

Doğru Koku/ter önleyici deodarantlar kansere yol açmazlar. İnternette yaygın olarak dolaşan e-mail’lerden birinde terlemeyi önleyici deodorantların vücudun zararlı maddeleri (toksinleri) dışarı atmasına engel olarak kansere yol açtığı yönünde bazı saptamalara yer verilmiştir. Bu mesaja göre, vücuttan atılması gereken bu zararlı maddeler (toksinler), atılamadıkları için koltuk altındaki lenf benzlerinde birikmekte ve hücrelerde bazı değişikliklere yol açarak kanser oluşmasına yol açmaktadırlar. Gerçekte ise, terleme ile vücuttan atılan maddeler %99.9 oranında su, sodyum, potasyum ve magnezyumdur. Sonuç olarak terleme ile atılan toksik maddeler olmadığı için bu sav bilimsel dayanağa sahip olmaktan uzaktır.

Yanlış Haşere öldürücüler, tarım ilaçları, kuru temizleme kimyasalları kansere neden olur.

Doğru Geçmiş yıllarda yapılan bazı küçük ölçekli çalışmalarda, yukarıda belirtilmiş olan kimyasal maddelerin meme kanserine yakalanma riskini arttırma olasılığının var olduğu ortaya konmuştur. Ancak çoğu uzman bu çalışmaların sonucuna kuşku ile bakmaktadır, çünkü bu küçük ölçekli çalışmaların sonuçları daha büyük ölçekli çalışmaların sonuçları ile çelişmektedir. Söz konusu küçük ölçekli çalışmaların yeterli istatiksel güvenilirliğe sahip olmadığı, tıp çevrelerince kabul edilmektedir.

Yanlış Emzirme meme kanserine yol açar.

Doğru Emzirme meme kanserine yol açmaz. Aslında, bazı ön çalışmalar emzirmenin meme kanseri riskinde azalmaya yol açtığını göstermiştir. Bu bulgu henüz daha geniş kapsamlı çalışmalarca henüz onaylanmamıştır. Emziren kadınlarda meme kanserine yakalanabilir ama, emzirmemiş kadınlara oranla daha fazla meme kanserine yakalanma riski taşımazlar.

Yanlış Geçmişte meme kanserine yakalanmış kadınlar hamile kalmamalıdırlar.

Doğru Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, hamilelik süresince oluşan hormonal ve metabolik değişimlerin meme kanserinin tekrarlaması riskini ciddi bir oranda arttırmadığını göstermiştir. Buna ek olarak, hamile kalınma sayısının ve tedavi ile hamilelik arasındaki zaman aralığının da uzun dönem kanser tedavisi ve riski üzerinde gözlemlenebilir bir etkisi görünmemiştir. Ancak, meme kanseri tedavisi görmüş ve hamile kalmak isteyen kadınların bu isteklerini hamilelik öncesi doktorları ile konuşmaları önerilir.

Yanlış Göğüs akıntıları meme kanseri belirtisidir.

Doğru Göğüs akıntılarının çoğunluğu kanser belirtisi değildir. Kadınların yaklaşık olarak %20 si süte benzeyen, donuk yada şeffaf yapıda anlık göğüs akıntıları gözlemler. Kadınların neredeyse %60a yakın kısmı kişisel göğüs kontrolü sırasında bazı akıntılar görebilir. Genel olarak, eğer akıntı şeffaf, süte benzeyen, sarı yada yeşilse kanser belirtisi olarak kabul edilmez. Kanlı yada suya benzeyen akıntılar normal olarak kabul edilmez, ancak bu anormal akıntıların ancak %10 u kanser ile ilişkilidir. Kanlı akıntıların çoğu kanser olmayan papilomalara bağlıdır. Ancak kuşku uyandıran her akıntı doktorlarla tartışılmalı ve klinik kontrollerle nedenleri açıklığa kavuşturulmalıdır. Göğüs akıntıları aşağıdaki özellikleri taşıyorsa kuşkuludur;

Kanlı yada suya benzeyen yapıda ve kırmızı, pembe yada kahverekli akıntılar

Yapışkan bir yapıya sahip ve şeffaf yada donuk siyah-kahverenkli ise akıntılar

Göğüs sıkılmaksızın oluşan anlık akıntılar

Sürekliliği uzun olan akıntılar

Tek taraflı akıntılar

Süte benzemeyen akıntılar

Yanlış Telli sütyenler meme kanserine yol açar.

Doğru Bir kaç yıl önce yayınlanan ‘Ölmek için Giyinmek’ (Dressed to Kill) adlı bir kitapta telli sütyenlerin kullanımının lenf sıvısı akımını engelleyerek meme kanserine yol açtığı iddal edilmişti. Bu kitabın yazarları gelişmiş ülkelerdeki meme kanseri oranları ile az gelişmiş ülkelerdeki oranları karşılaştırmışlar ve aradaki farkın sütyen kullanımı alışkanlığına bağlanabileceğini önermişlerdi. Meme kanseri ve sütyen kullanımı arasında ki bu ilişki doğru değildir. Bu kitabın yazarları araştırmalarında bugün meme kanserine yakalanma riskini arttırdığı bilinen diğer parametreleri (yaş, aile tarihçesi, çevre, sosyal faktörler, genetik, çocuk sahibi olmama, adet görmeye başlama yaşı gibi) dikkate almamışlardır.

Yanlış Göğüs yaralanmaları meme kanserine yol açar.

Doğru Göğüs yaralanmaları ve travmaları meme kanserine yol açmaz. Ancak, yaralanmalar sonucunda göğüste berelenmeler ve kanser olmayan kitleler oluşabilir. Göğüsteki yağ dokusunun şişmesi veya hassaslaşması sonucu ‘Fat necrosis’ adı verilen ve kanser olmayan oluşumlar gözlenebilrsede, genellikte bu durum bir ay içinde ortadan kalkar. Bu tip oluşumlar zaman zaman mamogramların değerlendirilmesini güçleştirebilir.

Yanlış Meme kanseri tanısı konmuş kadınlar göğüslerini kaybederler.

Doğru Meme kanseri tanısı konmuş kadıların büyük bir çoğunluğu tedavilerinin bir parçası olarak ameliyat geçirirler. Ancak, erken aşama meme kanseri tanısı konmuş kadınların artan bir çoğunluğu yalnızca kitlenin alınması (lumpektomi) ve radyasyon terapisi görmektedirler. Lumpektomi kitlenin ve onu çevreleyen dokunun (marjin) alınması işlemidir. Yapılan araştırmalar göstermiştirki lumpektomi ve ardından yapılan radyasyon tedavisi erken aşamadaki meme kanserleri için tüm göğsün alınması (mastektomi) kadar etkindir. Ancak, mastektomi yada lumpektomi arasındaki seçim pek çok faktörün bir bileşkesidir. Alınacak tümörün büyük olması durumunda, bazen operasyon öncesi kemoterapi (anti-kanser ilaçlarının kullanılması) uygulanarak tümör boyutunda küçülme sağlanır ve mastektomi yerine lumpektomi yapılabilinir. Göğsün korunmasına yönelik tedavilere her geçen gün yenileri eklenmektedir.

Yanlış Mastektomi (Göğsün tamamen alınması operasyonu) kanserin yenilemesi riskini tamamen ortadan kaldırır.

Doğru Mastektomi kanserin yenilemesi riskini tamamen ortadan kaldırmaz. Bazı kadınlarda mastektominin dikiş bölgelerinde kanserin yenilenmesi görülmüştür. Ayrıca kanserin lenf bezlerine ve vücudun diğer bölgelerine yayılmış olma riski vardır. Mastektomi gören kadınların büyük çoğunluğu kanserin göğüs dışındaki bölgelere yayılmamasından emin olmak amacı ile aynı zamanda dış lenf bezlerinin alınması operasyonunu da geçirirler.

Yanlış Koruyucu mastektomi (Göğsün tamamen alınması operasyonu) operasyonu geçiren kadınlar meme kanserine yakalanmazlar.

Doğru Koruyucu mastektomi meme kanseri için yüksek risk grubunda bulunan kadınların bir yada her iki göğsünün meme kanserinin oluöumunun önlenmesi amacı ile alınması operasyonudur. Araştırmacılar koruyucu mastektominin kadınları nasıl etkileyeceği konusunda hala emin değiller. Bu koruyucu operasyon saldırgan tümörleri olan kadınların yaşam süresini uzatabilir. Ancak, bazı kadınlar yüksek risk grubunda olmalarına rağmen hiç bir zaman meme kanseri hastası olmazlar, dolayısı ile böyle bir operasyon artan bir yarar getirmez. Göğüs dokusu boyuna doğru, koltuk altında ve göğüs duvarında da vardır, ve vücudunda göğüs dokusu bulunan her kadın meme kanserine yakalanma riskini korur.

Yanlış Kemoterapi kadınların saçlarının dökülmesine yol açar.

Doğru Saç kaybı (alopecia) kemoterapinin geçici yan etkilerinden biridir. Saç kaybı ve kemoterapinin diğer yan etkileri kullanınal ilaçlara, dozlarına ve nasıl verildiklerine bağlıdır. Kemoterapinin yan etkileri her kadında varkı yoğunlukta hissedilir. Saç kaybından etkilenen kadınların, saç kaybı genellikle kemoterapinin başlamasının üçüncü haftasında oluşur. Kadınların büyük çoğunluğunda, kemoperapinin bitmesi ile birlikte saçlarda uzamaya başlar. Kemoterapinin diğer yan etkileri arasında: enfeksiyon riskinin artması, kansızlık, kanama riskinin artması, ağız yaraları, ishal, kabızlık, karıncalanma veya yanma hisleri, deri rahatsızlıkları (kızarıklık, döküntü, akne), tırnaklarda koyulaşma, kırılganlaşma yada çatlama, böbrek ve mesane enfeksiyonları, kemoterapinin hemen ardından gelen nezle benzeri belirtiler, vücutta sıvı toplanması, adet periyotlarında düzensizleşmeler ve menapoz benzeri belirtiler vardır. Zofran (genel adı: ondansetron) ve Kytril (genel adı: granisetron hydrochloride) gibi yeni ilaçlar mide bulantısı, ishal ve kusma gibi en sık görülen yan etkilerin azalmasında oldukça başarılı olmuşlardır. Birleşik devletler, ulusal meme kanseri organizasyonları birliği (National Alliance of Breast Cancer Organizations) eski kemoterapi ilaçlarından olan cyclophosphamide, methotrexate, flouracil (CMF) in, Adriamyacin (genel adı: doxorubicin) gibi yeni ilaçlardan daha az yan etkileri olduğunu belirtmektedir. Yeni ilaçların yardımı ile her geçen gün kemoterapinin yan etkileri daha etkin bir şekilde kontrol altına alınmaktadır.

Yanlış Ağızdan alınan doğum kontrol hapları meme kanserine yol açar.

Doğru 10 yıldan daha uzun süreli kullanımlarda bile doğum kontrol hapları meme kanserine yol açmaz. Doğum kontrol hapları meme kanseri riski ile bağlantısı olduğu bilen östrojen ve progesteron hormonlarını küçük oranlarda içerir ancak bu hormonların oranları dikkate değer bir risk yaratmaktan çok uzaktır. Günümüzde kullanılan doğum kontrol haplarının büyük bir çoğunluğu 1975 yılında kullanılan haplardan %50 ila %100 oranında daha az hormon içeren düşük hormon içerikli formüllere sahiptir. Düşük hormon içerikli formüller, orjinal doğum kontrol haplarının şişkinlik gibi bazı hoş olmayan yan etkilerinin giderilmesi amacı ile geliştirilmişlerdir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, 1976 ila 1992 yılları arasında hastalanan 3,383 meme kanseri kadın incelenmiş ve genel olarak meme kanseri ile doğum kontrol hapı kullanımı arasında on yılı aşan kullanımlarda bile belirgin bir ilişki gözlemlenememiştir. Ailelerinde meme kanseri görülmüş kadınlarda bile doğum kontrol hapı kullanımına bağlı olararak risk artışı gözlemlenmemiştir. Bütün bunlara rağmen, yüksek meme kanseri riski taşıyan kadınların doğum kontrol hapı kullanmaya başlamadan önce bu isteklerini doktorları ile tartışmaları önerilir.

Yanlış ‘Lobular carcinoma in situ (LCIS)’ teşhisi konmuş kadınlar hayatlarının daha sonraki döneminde kesinlikle meme kanseri hastası olurlar.

Doğru Lobular carcinoma in situ (LCIS) süt bezlerinde oluşan çok erken aşamadaki bir kanserdir, ve oluştuğu süt bezinin duvarını geçmemiştir. Teknik açıdan bakıldığında LCIS, 0. düzey (stage 0) bir kanserdir. Ama doktorların büyük çoğunluğu LCIS’i kanser olarak sınıflandırmazlar. Buna rağmen, LCIS meme kanseri riskinin arttığını gösteren bir işarettir, ve LCIS tanısı konmuş kadınlar hayatlarının daha sonraki aşamalarında meme kanserine yakalanmaya daha yatkın olurlar

Meme Kanserine Nasıl Tanı Konulur?

Meme kanserinin en yaygın belirtisi ağrısız bir kitlelenin hissedilmesidir. Ancak, hastaların %10 kadarı, kitle olmaksızın ağrı hissetmektedir. Meme kanserinin daha seyrek gürülen belirtileri arasında, göğüste oluşan geçici olmayan değişimler, (örneğin kalınlaşma, şişlikler, deride tahriş yada bozulmalar, ve anlık akıntılar, aşınma, göğüs ucunun hassaslaşması yada içe dönmesi de dahil olmak üzre göğüs ucu belirtileri). Tedavisi en kolay olan erken aşamadaki meme kanseri tipik olarak hiç bir belirti göstermezler. Bu nedenle, kadınların meme kanserinin erken tanısı için önerilen kontrol programlarını uygulamaları çok önemlidir.

Meme kanserine erken aşamada tanı konması, tedavi seçeneklerinin sayısını, tedavinin başarıya ulaşma ve hayatta kalma şansını önemli oranda arttırır. Erken tanı için temelde önerilen biri birini tamamlayıcı üç yöntem vardır;

Kişisel (Kendi kendine yapılan) göğüs kontrolleri

Klinik (Doktor tarafından yapılan) göğüs kontrolleri

Mamogramlar

Normal de doktorlar 20 yaşından sonra her ay kişisel göğüs kontrollerinin yapılmasını, kırk yaşından sonrada yılda bir kez olmak üzre klinik göğüs kontrollerini ve mamografiyi önermektedirler. Ancak daha sonraki mamogramlarınıza referans olması için otuzlu yaşlarınızda en azından bir mamogram çektirerek saklamanız önerilir. Burada verilen başlama yaşları, toplumun geneli için önerilmektedir, eğer yüksek risk grubunda olduğunuzu düşünüyorsanız kontrol programınızı dokturunuz ile konuşmalısınız. Kanserlerin küçük bir bölümü mamografi tarafından tanımlayamayacağı için, mamografiyi klinik göğüs kontrollerine alternatif olarak görmek yanlıştır.

Eğer bu testlerden birinde normal olmayan bir belirtiye raslanırsa, durumu açıklığa kavuşturmak için belirleyici testler yapılacaktır. Unutmayın ki, göğüs kontrollerınde bulunan kitlelerin büyük bir kısmı kanser olmayan gelişimlerdir.

Kontroller sonrası şüphelerin giderilemediği durumlarda, kesin tanının konması amacıyla biyopsi yapılır. Kitlenin büyüklüğüne, yerine, dokturun yada hastanın tercihine bağlı olarak biyopsi lokal anestezi alıtında iğneler le yapılabileceği gibi, ameliyatla kitlenin çıkarılmasıylada yapılabilir.

Kadınların En Büyük Problemlerinden Vaginismus

Categories: Sağlık Bilgisi | January 25th, 2008 | by admin | no comments

1. Vaginismus nedir?
Cinsel birleşme sırasında kadının kaslarının kasılarak cinsel birleşme olanağına kendini kapatması durumudur. Kadın doğumcular ve ruh hekimlerince oldukça sık karşılaşılan bir sorudur. Vaginismusun nedenleri arasında çocukluktan kalma korkular, suçluluk, ayıp ve günah kavramları sayılabilir.

2. Erkeğin ya da kadının anatomik yapısı vaginismusa neden olur mu?
Bu konuyla ilgili bireylerin yanlış önyargıları ve oluşturulmuş geçersiz tabular tabloyu tetikleyebilir, ancak vaginismus anatomik yapı ile ilişkisiz olarak ortaya çıkar.

3. Vaginismus tedavisinde operasyonel yöntem (hyma perforasyonu gibi) söz konusu mudur?
Böyle bir müdahale yalnızca çiftlerin yanlış önyargısını pekiştirmeye yarar. Vaginismus sorunuyla karşılaşan çiftlerde ilk akla gelen olasılıklardan biri kızlık zarının kalınlığı gibi tıbben kabul görmeyen bir bakış açısıdır. Bu nedenle ruh hekimlerinden önce kadın doğumculara başvurulabilir. Ancak operasyonel bir girişim sorunu çözmeyeceği gibi, bireylerde sorunun çözülebileceği inancını ortadan kaldırmak gibi bir etki yaratabilir.

4. Vaginismus gebeliğe engel midir?
Vaginismus yalnızca cinsel birleşmeye engeldir. Gebelik oluşabilir.

5. Vaginismus için riskli bireyler var mıdır?
Özellikle çocuksu, bağımlı ve ruhsal organizasyonunu sağlıklı bir biçimde tamamlamamış kadınlar risk grubunu oluşturur. Özellikle çocukluk çağından kalma korkular yaşayan bireylerde rahatsızlık oluşması kolaylaşır. Korkular, en çok kadının simgesel olarak zihninde aşırı büyüttüğü bir penis yüzünden çok acı çekme, parçalanma korkularıdır.

Ayrıca gebe kalma korkuları da önemli olabilir. Cinselliğe bakışın tutucu olduğu çevreler de risk faktörleridir.

6. Cinsel soğukluk ile vaginismus arasında fark var mıdır?
Cinsel soğuklukta da ayıp ve günah duygusunun önemi olmasına karşın, temel sorun cinsel ilişkiden zevk almamak biçiminde kendini gösterir. Oysa vaginismusta başlangıçta cinsel ilişkiye girmede isteksizlik yoktur. Ancak ilişki sırasında zarar görme duygusu ön plandadır.

7. Vaginismus tedavisinde ilacın yeri var mıdır?
Sorun bilişsel süreçlerle ve ruhsal yapı ile ilgili olduğundan ilaç tedavisinin yeri yoktur. Ancak tablo yalnızca vaginismus olmayıp herhangi bir ruhsal ya da fiziksel başka bir rahatsızlıkla birlikte ise ona yönelik ilaç tedavisi uygulanabilir.

8. Vaginismus tedavisinde ne yapılır?
Bu durumun tedavisinde genellikle önce kadın doğumculara başvurulur ve bazen dilatasyon denemeleri yapılır. Ancak çoğu sonuç vermez. Hem erkek hem kadın için önemli bir mücadele ortaya çıkar. Her ikisinde de büyük bir sınavın içinden çıkmaya çalışırken heyecanlar ve korkular artar, kısır bir döngü oluşur. Önce kadının ve erkeğin rahatlatılması, gevşemesi, heyecan ve korkuları yatıştıracak ruhsal bir ortam oluşturulması gerekmektedir. Tedavide en başarılı sonuçlar davranışçı seks terapisi ile sağlanmaktadır.

9. Vaginismus sırasında davranışcı terapide eş tedaviye katılır mı?
Eş en önemli faktör olarak tedaviye, mutlaka dahil edilir ve eşler oturumlarda birlikte görülürler.

10. Vaginismus kronikleşir mi?
Çok uzun yıllar süren vaginismus olguları vardır. Ancak genellikle davranışcı seks terapisi ile olumlu sonuçlar alınır

Migren Nedir? Nasıl Tedavi Edilir?

Categories: Sağlık Bilgisi | January 25th, 2008 | by admin | no comments

MigrenMigren dünyada bilinen en eski hastalıklardan biridir. Mısır’da Firavunlar döneminden papirus kalıntılarında baş ağrısı tedavi çizimlerine rastlanmıştır. Hastalık için “yarım baş ağrısı” anlamına gelen latince söylemin değişimiyle MIGREN adı yerleşmiştir. Ülkemizde de yaygın olarak halk tarafından bilinmektedir. ” Migren herhalde “, ” Migrenim tuttu ” laflarını her insan duymuştur.

Migren, gelip geçici baş ağrısı ile kendini gösteren bir hastalıktır. Baş ağrısı en uzun bir gün sürer. Çoğunlukla 3 - 5 saat devam eder. Ağrının şiddeti kişiden kişiye değişir. Ayni kişide de her ağrı ayni şiddette değildir. Ağrı şiddetli olduğunda bulantı ve kusma ağrıya katılır. Kusmadan sonra ağrıda bir azalma olması migrene ait bir özelliktir. Ağrı genellikle başın bir yarısında başlar ve her tarafına yayılır. Kusmadan sonra ağrı azalmadan sürüyorsa ve başın tek tarafından başlayan ağrı, her ağrı geldiğinde ısrarla aynı tarafta ve yer değiştirmiyorsa bir hekime danışmak gerekir.

Hekim migrene ait olduğu düşünülen ağrının başka bir nedeni olabileceğini araştıracaktır.

Baş ağrısı sırasında hastalar parlak ışık ve sesten rahatsızlık duyarlar. Loş ve sessiz bir ortamda yatmak isterler. Ağrı geçtiğinde çoğunlukla uyurlar. Bunu da ” ağrım uyuyunca geçiyor.” diye aktarırlar.

Migren kadınlarda daha çok görülür. Adet öncesi, adet ve adet sonrası dönemlerde yoğunluk gösterdiği bilinmektedir. Yalnız bu dönemlerde ortaya çıkan tipleri de vardır. Her yaşta başlayabilir. Bebeklerde görülen
periyodik kusmaların bile migrenle ilgili olduğu düşünülmektedir. Migren hastası olan kadınların ağrıları menopozdan sonra çok hafifler ya da kaybolur.
Migren ataklarının sıklığı değişkendir. Haftada ikiden çok baş ağrısı söz konusu ise hastanın ağrı gelmesini önleyen tedavi için bir nöroloji doktoruna başvurması önerilir. Migren hastalarının ailelerinde mutlaka migreni olan bir kişi vardır. Hastalar bunu çoğunlukla kabul etmezler illa kendilerindeki ağrıya tıpatıp benzer bir ağrı olmadığını savunurlar. Oysa migren ağrısı kişiden kişiye, şiddeti ve sıklığıyla farklıdır. Migren ailevi geçişli bir hastalıktır.
Bazı yiyecekler ve bazı durumlar baş ağrısını davet edebilirler. Uykusuzluk, açlık, mayalı içkiler, eskitilmiş peynirler, kabuklu deniz mahsulleri, konserve yiyecekler ve kuru yemişler ağrıyı tetikleyebilir. Bazı migren hastaları ağrının geleceğini önceden anlarlar. Çoğunluk hastada bu hafif bir ağrı ve durgunluk hissi olarak kendini gösterir. Bazı hastalarda bu öncü belirtiler, parlak ışık çakmaları, yarım görme, bulanık görme şeklindedir.Ağrı bunları izler. Bunlara ” öncü belirtili migren ” ( Auralı Migren ) diyoruz. Çok nadir hastada da bir beden yarısında güçsüzlük ya da gözde kapanına ve çift görme ile giden migren tipleri de görülür. Bu tipler de ” eşliğinde bozukluk gösteren ” ( komplike ) migren olarak adlandırılır.
Migren iyi huylu bir hastalıktır. Sakatlığa neden olmaz. Ancak iş günü kaybına neden olduğu ve çok kişide görüldüğü için ciddiye alınan bir hastalıktır. Ağrıdan sonra hasta sanki ağrıyı çeken o değilmişçesine sağlıklı ve iyidir. Hastalar ağrıyı hisseder hissetmez alırlarsa ağrı kesici ilaçlarla rahatlarlar. Ağrı çok sık geliyorsa sorumlu migrenden ziyade sık kullanılan ağrı kesici ilaçlardır. Migren hastalarında günlük gerilim baş ağrıları görülmesi de olağandır ve hastalar migren ağrısını diğer baş ağrısından ayırt etmeyi öğrenmelidirler.

Tesadüf Eseri Bulunan İcatlar

Categories: Bilimsel Olaylar | January 22nd, 2008 | by admin | no comments

Bilimadamları insanlık için yeni teknolojiler geliştirmeye uğraşırken, bazen de “kazara” yeni ürünler keşfedebiliyor. Patates cipsleri, oyun hamuru, Mikrodalga fırın, Penisilin bunlardan sadece bir kaçı.
Patates cipsleri: New York’ta keşfedildi. Aşçı George Crum, bir müşterisi patates kızartmalarının çok kalın olmasından şikayetçi olunca, çok ince doğradığı patatesleri kızartmaya başladı ve böylece patates cipsi doğmuş oldu.

Viagra: Galler’de keşfedildi. Galler’de, Merthyr Tydfil kasabasında ereksiyon problemi olan erkekler üzerindeki klinik çalışmaların sonucunda keşfedildi.

Oyun hamuru: New York’ta keşfedildi. 1940′larda bir James Wright adlı bilimadamının savaşta kullanmak üzere “sentetik lastik” üretme çalışmaları, oyun hamurunun keşfiyle sonuçlandı.

LSD: İsviçre’de keşfedildi. İsveçli bilimadamı Albert Hoffman, doğum üzerine yaptığı çalışmalarda bambaşka bir sonuçla karşılaştı: En yaygın uyuşturucu madde olan LSD.

Mikrodalga Fırınlar: Masaçusets’te keşfedildi. 1946′da Percy spencer adlı mühendisin cebindeki şekerler, bir magnetron tarafından eritilince günümüz mutfaklarının vazgeçilmezlerinden mikrodalga fırın keşfedilmiş oldu.

Penisilin: İskoçya’da keşfedildi. Alexander Fleming adlı bilimadamı gribe çare ararken, içinde bakteri bulunan bir kapta mantar üremesiyle Penisilin’i keşfetmiş oldu.

X Ray cihazı: Almanya’da keşfedildi. 19. yy’da Alman bilim adamı Wilhelm Röntgen radyasyon ile deney yaparken kemiklerin göründüğünü keşfetti.

Yapay tatlandırıcılar: Nebraska’da keşfedildi. Bütün yapay tatlandırıcılar, deney yaptıktan sonra ellerini yıkamayı unutan bilimadamları tarafından keşfedildi.

Brendi: Ortaçağ tüccarlarının şaraptaki suyu kaynatmalarıyla keşfedildi. Böylece, şarap yolculuklarda daha az yer kaplıyordu.

Sertleştirilmiş plastik: New York’ta keşfedildi. Charles Goodyear, 1839′da, lastik-sülfür karışımını yanlışlıkla ısıtılmış ocağın üzerine düşürünce, sertleştirilmiş plastik de ortaya çıktı.
Kaynak: teknoportal.gen.tr

Oyun Kontrol Sistemleri Değişiyor

Categories: Bilgisayar Dünyası, Donanım İncelemeleri, Teknoloji Haberleri | January 22nd, 2008 | by admin | no comments

Beyninizin yaydığı dalgaları algılayan sistemde istediğiniz düşünceyi,istediğiniz tuş gibi kullanın.

Oyun kontrollerinde yıllardır joystick, mouse ve klavyenin ötesine geçemedik. OCZ firması da hareket algılama teknolojisinde bir yenilik yapmaya karar vermiş.Sisteme tam olarak zihinle çalışıyor diyemeyiz. Düzgün çalışması için bedenimizin de iki ayrı yerinden bilgi toplaması gerekiyor. Bunlardan biri gözlerimiz, bir diğeri ise kaşlarımız.

Kaşlarımızın, parmaklarımızdan daha hızlı çalıştığını düşünen OCZ, alnımıza bir bant takmayı uygun görmüş. Bu bandın iki temel işlevi var. İlki, beynimizdeki alfa ve beta dalgalarını algılamak, ikincisi ise kaş hareketlerimizi incelemek. Bu dalgaları ölçen alet oyundaki karakterimizin silahını değiştirtiyor, zıplıyor ya da koşmaya başlıyor. Gözlerimizi ise yön tayini için izlemekte olan sistemin ne kadar başarılı olacağı tartışılır.
kaynak:pcworld

MySQL için Sun’dan Müthiş Teklif: 1 Milyar$

Categories: İnternet Haberleri | January 22nd, 2008 | by admin | no comments

Sun, popüler veritabanı uygulaması MySQL’i geliştiren MySQL AB ile anlaşmaya vardı. Buna göre 1 milyar $ karşılığında MySQL’in yeni sahibi Sun oluyor.

Açık kaynak kodlu olan MySQL bundan sonra Sun’ın yazılım platformlarına entegre edilecek. Bu yatırımın 800 milyon $’ı peşin ve MySQL AB hisselerini almak için kullanılacak. MySQL, Sun’ın sanallaştırma, depolama ve diğer çözümlerine katkı sağlayacak. Sun bir yandan da OEM müşterileri aracılığıyla MySQL’in yeni ortamlara yayılmasını umut ediyor. MySQL ilk kez 1995 yılında ortaya çıkmıştı. MySQL AB firmasının 25 ülkede 400′den fazla çalışanı var. MySQL şu ana kadar 100 milyondan fazla indirilmiş ve 10 milyondan fazla sistemde yüklü bulunuyor.
kaynak: pckoloji.com

Philips’in Yeni GoGear Modelleri

Categories: Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | January 22nd, 2008 | by admin | no comments

Philips GoGearPhilips’in GoGear modelleri standart PMP’lerden farklı olmak için Rhapsody desteği sunuyor. Yüksek kaliteli ekranı ve 5 saat video oynatma kapasitesi olan yeni modellerden SA6585 içerdiği görünüt girişiyle TV programlarını kaydedediliyor.

Kulaklık kablosundan bıkanlar Bluetooth vericili SA5245BT modelini tercih etmeli. MP3, WMA, AAC dosyalarını çalabilen ve FM radyo içeren modeller ses kaydı yapabiliyor. Videolarınsa WMV formatlı olması gerekiyor. Paketten gerekli dönüştürücü yazılım çıkıyor. Cihazlara dosya yüklemek için yazılım kurmadan sürükle bırak yapmak yetiyor. Bağlantı türü USB 2.0. Bu aynı zamanda şarj için de kullanılan yöntem. 
kaynak: pckoloji.com

Tüm Yönleriyle Dinozorlar

Categories: Bilimsel Olaylar | January 22nd, 2008 | by admin | no comments

DinozorlarOnlarla ilgili çok şey okuduk, binlerce film çekildi, belgeseller yapıldı.
Bazı örnekleri 12- 15 katlı bir apartman büyüklüğünde olan dinozorlardan bahsediyoruz.
Tarih öncesinin efsane canlıları Dinozorlar, günümüzden 65 milyon yıl önce yok olmuşlardır.
Bugüne kadar 700 farklı türü sınıflandırılmış olmasına karşın, bu gizemli hayvanların dünyasını tanıma konusunda henüz yolun çok başında bulunmaktayız.

Bilim dünyası dinozorlarla gerçek anlamda 19. yüzyılın ortalarında yaşayan İngiliz doğa bilimci Sir Richard Owen’ın çalışmaları ile ilgilenmeye başladı.
Owen bu hayvanları, 1841 yılında, Yunanca “deinos” (korkunç), “saurus” (kertenkele) anlamına gelen iki sözcüğün birleşiminden oluşmuş Dinosauria (Dinozor) adıyla adlandırdı.

Dinozorlar omurgalı hayvanlardan sürüngenler (Reptilia) sınıfına girerler. Yumurtlayarak nesillerini devam ettirirler.
Dinozorların cins adları, çoğunlukla özelliklerinden hareketle belirlenir. Çatal omur, üç boynuzlu yüz gibi.
Bazı durumlarda da onları bulan kişi, bulundukları yer ya da üzerlerinde çalışan fosil bilimcinin adını alırlar.

Hayvanlar vücutları çok ısınır veya çok soğursa yaşamlarını sürdüremezler. Dinozorların vücut sıcaklıkları hava sıcaklığına bağlı olarak değişiyordu.
Soğuk havalarda vücutları da soğuyordu.
Bazı dinozorlar o kadar büyüktü ki, vücutlarının soğuması çok uzun zaman alıyordu.Yani gövdelerinin büyüklüğü sıcak kalmalarına yardımcı oluyordu.

Dinzor Türleri
 
Dinozorlar, kalça yapılarına göre iki grup altında incelenirler:
Birinci  gruptakilerin kalça yapısı kuşlarınkine (Ornithischia),
İkinci gruptakilerin kalça yapısı kertenkelelerinkine (Saurischia) benzemektedir.

Saurischia’lar ise Theropoda ve Sauropoda diye iki alt takıma ayrılır.

Therapoda’lar etçil olup ilk dinozor grubudur. İki ayak üzerinde yürürler. Bunların boyları 25cm. ile 10m. arasında değişir.
En çok tanınanları Allosaurus olup, 140 milyon yıl önce Kuzey Amerika’da yaşamıştır.

Allosaurus; Reptilia (sürüngenler) sınıfı, Saurischia takımının, Therapoda alttakımına ait Allosauridae ailesinin bir cinsidir.
Bu alt takım üyeleri iki ayak üzerinde yürüyüp,  etle beslenmişlerdir.

Allosaurus 12 metre uzunluğunda yaklaşık 3 ton ağırlığında bir hayvan olup, ot yiyici dev boyutlu Sauropodlara saldıracak kadar da güçlüdür.
Kafası vücuduna oranla büyüktür. Çenesi, uzun ve derin, 5-10 cm. uzunluğundaki dişleriyse geniş ve keskindir.
Allosaurus kuş benzeri üç tane ayak parmağına sahiptir ve baş parmak geriye dönerek birçok kuşta olduğu gibi destek görevini üstlenmiştir.
Ön üyeler kısa ve sağlamdır, pençe biçimli üç parmak ayrılmıştır ve beslenme fonksiyonunda kullanılmak için uygundur.
Fakat vücudu desteklemek için elverişli bir yapıya sahip değildir.

Diğer alt takım da Sauropoda’lardır. Bunlar Theropoda’lardan daha sonra ortaya çıkmışlardır.
Dört ayak üzerinde yürürler, otçul ve etçil formları vardır. 30 metre uzunluğa ulaşanları bulunmuştur.
Bunlar dinozorların en iri temsilcileridir. Bu alt takıma ait örneklerden Diplodocus, Kuzey Amerika’da 140 milyon yıl önce yaşamıştır.
Bunlar 24 metre uzunluğunda olup 10 ton ağırlığa sahiptir. Otçul bir kertenkeledir.

Dinozorlara ait bir diğer takım ise Ornitischia’lardır.
Bunlar da, Ornithopoda, Stegosauria ve Ceratopsia alt takımlarına ayrılmaktadır.

Ornithopoda alt takımı üyeleri otçul olup iki ve dört ayağa sahiptirler.

Stegosauria üyeleri de karasal yaşama uyum sağlamıştır.
Bunlar 150 milyon yıl önce Kuzey Amerika, Afrika ve Avrupa’da yaşamışlardır. Boyları 4.5 metre, yükseklikleri ise 2.5 metredir.

Ceratopsia’lar da kara hayatına uymuştur. Dört ayaklıdırlar. En önemli örnek Triceratops’tur.
Bu cinsin temsilcileri 110 milyon yıl önce Kuzey Amerika’da yaşamıştır. Boyları 6 metre kadardı. Otçul idiler.

DinozorlarNASIL BESLENİYORLARDI?

Dinozorların beslenme biçimleri çoğunlukla etçil ya da otçuldur.
Ancak az rastlansa da bazı dinozorlar hem et, hem otla beslenebiliyor yani hepçillerdir.
Dinozorların neyle beslendikleri çene ve diş yapıları incelenerek belirlenmektedir.
Etçil dinozorlar, yumurtalarla, o dönemde yaşayan kertenkele, kaplumbağa ve ilkel memelilerle beslenerek yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Başka dinozorları avlayanlar ve leş yiyenler de vardı.
Otçul dinozorlar ise, iğne yapraklı ağaçların yapraklarını, eğrelti, yosun  ve atkuyruğu otlarıyla ginko yapraklarını yerlerdi.

DinozorlarNE ZAMAN YAŞADILAR?

Bundan 230-250 milyon yıl önce Triyas Devri’nde yeryüzü henüz tek bir dev kıta görünümündedir.
“Pangea” adı verilen bu kıtayı, yine tek ve dev bir okyanus olan Panthalassa çevrelemektedir. Ana kıta henüz dev bir çöl yapısındadır.
Sadece okyanus kıyılarında tropikal ormanlar yer almaktadır. İklim sıcak ve kuraktır. Kutup bölgelerinde buzullar henüz oluşmamıştır.
O zamanlarda, daha sonra devrin tüm kıtalarını istila edecek olan dinozorlar evrimlerinin henüz başlangıç aşamasında bulunmaktadır.                                                   
Yaklaşık 230 milyon yıl önce, ilk dinozorlar henüz ne çok iri ne de çok çeşitli idiler.
Fakat kısa zamanda yeni yaşam şekillerine uyabilmek için farklılaşmaya başladılar. Bazıları ataları gibi etobur kalırken diğerleri otobur hale geldiler.
Trias Devri sonunda yani 215 milyon yıl önce Amerika’dan Çin’e; Afrika’dan Avrupa’ya kadar hemen hemen her yerde dinozor fosillerine rastlanmaktadır.
Günümüzden 150 milyon yıl önce dinozorlar yerküre üzerindeki en geniş hayvan topluluğuydu.

Milyonlarca yıl dünyaya hükmeden bu yaratıkların da bir sonu vardı.
Günümüzden 80 ila 65 milyon yıl önce çok kısa bir sürede soyları tükendi.
Bu dönemde beklenmedik bir olay canlıların bütün tarihini alt üst etti.
Dinozorlar ve onlarla birlikte diğer birçok canlı varlık, deniz ve kara hayvanları, mikroskobik veya devasa yaratıklar sonsuza kadar yok oldular.
Dinozorların neden yok olduğu sorusunun yanıtı yıllarca araştırıldı.
Büyük bir olasılıkla, bu sorunun yanıtı hiçbir zaman tam olarak verilemeyecek.

DinozorlarBunun yanında bazı bilim adamlarına göre, salgın hastalıklar, bazılarına göre dinozor yumurtaları ile beslenen ilkel memeliler
veya bir Astroid’in dünyaya çarpması da öne sürülen teorilerden bazılarıdır.
Dinozorlar hakkındaki yeni buluntular hayal gücümüzü zorlamaya devam ediyor. Yok olmuş bir yaşam hepimizin ilgisini çekiyor. Dinozorların gizemli dünyasında keşfedilmeyi bekleyen çok soru var. Araştırmalar büyük bir hızla sürmektedir.

Toshiba, HD DVD Fiyatlarında İndirime Gitti

Categories: Bilgisayar Dünyası, Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | January 21st, 2008 | by admin | no comments

Toshiba HD DVDWarner Bros’un CES 2008 sırasında açıkladığı HD DVD’den desteği çekme kararı büyük ses getirmişti. Film stüdyolarının desteği olmadan başarılı olamayacağını bilen HD DVD cephesi ya da daha doğrusu Toshiba firması epey sessiz kalmıştı.

Yeni gelen habere göre Toshiba düşünüp taşındı ve HD DVD’nin kullanıcı kaybetmesini engellemek için kararlar aldı. Toshiba’nın 3. nesil HD DVD oynatıcısı HD-A3′ün 300$ olan fiyatı derhal yarıya indirildi ve 150$ oldu! 1080p çıkış verebilen HD-A30 modeliyse 200$ oldu. Diğer bir üst model olan HD-A35 ise artık 300$ olacak. Tüm bu HD DVD oynatıcılarda ağ bağlantısı var. Bu şekilde internete bağlanıp ek içerik indirebiliyorlar. Cihazlarla birlikte 3 yeni filmin HD DVD’si hediye ediliyor. 5 ek film için geçerli olan kupon da hediye! Toshiba ayrıca bu cihazlarla DVD izlerken görüntüyü upscale edip HD uyumlu hale getirmeyi sağlıyor. HD DVD’nin kalan destekçileri Paramount Pictures/Dreamworks ve Universal Pictures.  kaynak: pckoloji.com

32 GB Flash Bellekler Piyasada

Categories: Bilgisayar Dünyası, Donanım İncelemeleri, Teknoloji Haberleri | January 21st, 2008 | by admin | no comments

32 GB Flash BellekPerformans belleklerinin yanı sıra taşınabilir flash belekleriyle de ön plana çıkan üretici Corsair ünlü Voyager ve Survivor adlı belleklerinin kapasitelerini 32 GB’a çıkardı.

Suya, toza ve darbeye dayanıklı yapılarıyla ün salan kauçuk kaplı Voyager ve alüminyum korumalı Survivor bellekler artık 32 GB’lık kapasiteleriyle 16 adet yüksek çözünürlüklü (HD) filmi ya da bir TV dizisinin tüm sezonunu depolayabilecek.

32 GB’lık yeni Corsair bellekler yüksek aktarım ızlarının yanı sıra USB 2.0 arabirimini destekliyor ve “bootable” olma özelliğiyle işletim sisteminizin tamamını belleğinize yüklemenize ve buradan kullanmanıza olanak tanıyor.

32 GB’lık Voyager’ın yurtdışı satış fiyatı 230 dolar. Aynı kapasitedeki Survivor ise 250 dolarla raflardaki yerini alıyor.

Bilinen En Büyük Gezegen Keşfedildi

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik | January 20th, 2008 | by admin | no comments

En Büyük GezegenBilinen en büyük gezegen keşfedildi. Öylesine büyük ki teorileri zorluyor.Bir yıldızın yörüngesinde dönen yeni gezegen, Jüpiter’den yüzde 70 daha büyük. Bilim insanlarına göre, gezegen öyle büyük ki, gizeminin varolan teorilerle açıklanması çok güç.Uluslararası gökbilimcilerden oluşan bir ekip, Arizona, California ve Kanarya Adaları’nda kurulu teleskop ağını kullanarak önemli bir keşfe imza attı. Bilim insanı, güneş sisteminin dışında bugüne dek bilinen en büyük gezegeni keşfettiklerini açıkladı.

Herkül takım yıldızında bulunan gezegene TrES-4 adı verildi. Gezegen, Jüpiter’den yüzde 70 daha büyük.

Dünyadan yaklaşık 1500 ışık yılı uzakta olan gezegen, ana yıldız etrafındaki dönüşünü yaklaşık 3.55 günde tamamlıyor. Bu da yeni gezegende bir yılın bir haftadan daha az olması anlamına geliyor.

Ana yıldızdan 7 milyon kilometre uzakta olmasına rağmen gezegenin yüzeyinin sıcaklığının 1327 derece olduğu tespit edildi.

Yeni gezegen dünyayla yıldızı arasından geçerken yıldızın ışınlarının yüzde birini engelliyor. Bu da parlaklığını azaltıyor.

Bilim dünyası, dev gezegenin keşfini sevinçle karşıladı. Zira, uzmanlar mevcut bilimsel verilerle açıklanamayacak kadar büyük olan gezegenin incelenmesinin, güneş sisteminin dinamiklerini daha iyi anlamak adına önemli bir adım olacağını düşünüyor.

Karadelik Görntüsü

Categories: Astronomi Uzay Bilimleri, Bilim Teknik | January 20th, 2008 | by admin | no comments

KaradelikNASA teleskopları, yeni bir kara deliğin görüntülerini yakaladı. Fotoğraf, kara deliğin bir galaksiyi nasıl etkisi altına aldığını gösteriyor. NASA, “Centaurus A” adlı galaksinin şimdiye kadar ki en iyi fotoğrafını çekti.“Sentaurus A” adlı galaksinin içinde yer alan dev kara delikten çekilen görüntüler, 9 yıldır uzayda görev yapan Çandra Gözlemevi’nin teleskobuna yansıdı.

Kara deliğin yüksek enerjili partikülleriyle galaksiyi nasıl etkisi altına aldığı açıkça gözlemlenebiliyor. Gökbilimciler, her galaksinin merkezinde kara delik olduğunu tahmin ediyor.

Kara delikler kendi içinde çökmüş uzay kütleleri olarak nitelendiriliyor ve çekim güçleir çok yoğun olduğundan içlerinden ışık bile kaçamıyor.

Samsung’un 22 inç Monitörüne Yardımcı Geldi

Categories: Bilgisayar Dünyası, Elektrik - Elektronik Dünyası, Teknoloji Haberleri | January 19th, 2008 | by admin | no comments

LCD MonitörElektronik devlerinden Samsung 22 inç monitörüne eklediği yardımcı monitörle çok pratik bir kullanım sunuyor.

Samsung’un 22 inç LCD montörüne eklediği 2263DX adını verdiği 7 inçlik yardımcı monitörü piyasaya sürdü. Bu küçük ama fonksiyonel yardımcıyla bir yandan bilgisayarda işlerinizi hallederken bir yandan da video, tv izlemeniz mümkün. Bu pratik eleman diğerler elektronik firmalarının da ufkunu açacak mı ileriki günlerde göreceğiz…

Bilgisayar Kendi Kendine Kapanıyor

Categories: Bilgisayar Sorunları | January 19th, 2008 | by admin | no comments

Soru: Bilgisayarım açıkken durduk yere kendiliğinden kapanıyor.sebebi ne olabilir?

Cevap:
Bios kısmında işlemci ısısı ile ilgili bölümü kontrol etmeniz gerekli.Burada işlemci belirli bir sıcaklığı geçtiğinde uyarı ve sistemi kapatmayla ilgili seçenekler bulunmaktadır. Sıcaklım değeri düşükse (mesela 50-55 derece gibi) özellikle havanın sıcak olduğu zamanlarda işlemci yeteri kadar soğutulamadığı için kendiliğinden kapanma olacaktır. Sıcaklık değerini arttırırsanız bu olayı geçici olarak çözebilirsiniz. Tamamen çözmek için ise daha büyük bir fan kullanmanızı öneririz.

Bilgisayarda Reset Sorunu

Categories: Bilgisayar Sorunları | January 19th, 2008 | by admin | no comments

soru:Bilgisayarı açtıktan bir müddet sonra kendiliğinden reset atıyor. Bu sorunu nasıl çözebilirim?

cevap:Bilgisayarın donanımından kaynaklanan bir problem olabilir.

Tahminen fan yetersiz geliyor veya çalışmıyorsa işlemci ısınıyor ve bu sorunu doğuruyor olabilir.

sorun power supply dan kaynaklanıyodur %90 kitlenip acılmamasıda anakartın kendini dusuk voltajdan dolayı kitliyo eger power kablosunu cekip acma kapama dugmesine 2 3 kere bas ardındanda reset tusuna 2 3 kere bas sonra acılır

işlemci fanını sök tozlarını temizle öyle dene.Format atmayı denemenizi tavsiye etmem. Büyük ihtimalle sorun donanımsal.

Güç Kaynağı da yetersiz geliyor olabilir.

pc yi açtığında biostan hardware monitöre gir ve voltajlara bak burda powerdan gelen voltajları gösteriyor olması lazım 12 volt tam geliyor mu 5 volt tam geliyormu. bu değerlere göre sorunun power supply de olup olmadığını anlarsın

Başlangıçta Açılan İstenmeyen Programları Kaldırmak

Categories: Bilgisayar Sorunları | January 19th, 2008 | by admin | no comments

Soru: Bilgisayarı açtığımda her defasında açılışta gelen programlardan sıkıldım. Bilgisayarımı çok yavaşlatıyor. Bunları nasıl iptal edebilirim? Bunun çok basit bir yöntemi bulunmakta. aşağıdaki yöntemi izlerseniz başlangıçta çıkan istemediğiniz programları iptal edebilirsiniz.

Cevap:

Başlat>çalıştır kısmına regedit yazdıktan sonra
HKEY_LOCAL_MACHINESOFTWAREMicrosoftWindowsCurrentVersionRun kısmında istemediğiniz programları iptal edebilirsiniz.

Maymun Beyniyle Yürüyen Robot

Categories: Bilim Teknik, Sağlık Bilgisi, Teknoloji Haberleri | January 17th, 2008 | by admin | no comments

Japon ve ABD’li araştırmacılar, bir maymun beyninin yürüme sırasında bacaklara gönderdiği sinyallerle iki bacağını harekete geçirebilen insansı bir robot geliştirmeyi başardı. Buluş sayesinde engellilere yeniden yürüme yeteneği kazandırılabilecek.

Maymun Robot

TOKYO - Maymunda bacakları harekete geçiren sinir akımlarını tespit eden Japonya Bilim ve Teknoloji Kurumu ile ABD’nin Duke Üniversitesi araştırmacıları, bu sinyaller sayesinde robotun bacaklarını harekete geçirmesini ve robotun maymun gibi yürümesini sağladı.

 

ABD’li araştırmacılar iki şempanzeyi yürüme bandında tıpkı insan gibi yürümeleri için eğitti ve bu hareketi sağlayan yüzlerce sinirden gönderilen sinyalleri kaydetti. Japon ekip ise bu bilgileri insansı robotun anlayabileceği talimatlara dönüştürdü.

Buluşlarını dünyada bir ilk olarak tanıtan araştırmacılar, böylece engellileri yürüme yeteneklerine yeniden kavuşturabilecek sinirsel protezlerin yapımında önemli bir adım attıklarını savunuyor.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol